Modern hayatın soruları neden gerçek çözümler sunamıyor?

Modern hayatın soruları neden gerçek çözümler sunamıyor?
Modern hayatın soruları neden gerçek çözümler sunamıyor?

İnanç ona göre, aklın koridorlarında ve kalbin kararıyla temellenmekten çok rapor edilebilir bir rutin demekti. McCarthy’nin ahmaklığı bir pandemi gibi yayıldı ve insan aklını eşsiz kılan şeyin söz değil, anlam olduğu sırrı itibardan düştü.

Seninle bir iş çıkışı yine buluşsak keşke. Gazi Camii’nin avlusunda çay içsek. Yaşadığımız dünyanın bize bulaşmadığını sandığımız -ama ne güzel sanmaktı o- çirkinliğini ve sefaletini uzun uzun konuşsak. Yeni çıkan kitaplardan bahsetsek, güzel kızlardan, her erkeğin -çocuğu ister olsun ister olmasın- daima bir baba olarak değil, bir oğul olarak konuştuğundan ve tabii ki Galatasaray’dan.

Ben sana çok sevdiğim filozof John Searle’yi anlatsam; “Termostatınız hangi inançlara sahip?” diye sormuştu yapay zekâ teriminin mucidi John McCarthy’ye. Cevap kesindi: “Termostatımın üç inancı var; burası çok soğuk, burası çok sıcak ve burası uygun sıcaklıkta.” Çünkü inanç ona göre, aklın koridorlarında ve kalbin kararıyla temellenmekten çok rapor edilebilir bir rutin demekti. McCarthy’nin ahmaklığı bir pandemi gibi yayıldı ve insan aklını eşsiz kılan şeyin söz değil, anlam olduğu sırrı itibardan düştü. Anlam derken iki kişi arasındaki ortak sembollerin ortaya çıkardığı bir paylaşımdan daha fazlasını, çok daha fazlasını kastediyorum desem sana.

Sen sigara yaksan ve ben devam etsem; aynı anda hem sigara içmenin hem de dua etmenin dinen uygun olup olmadığı konusunda tereddüde düşen iki papaz kesin bir cevaba ulaşmak için papaya mektup yazmışlar. Papazlardan biri soruyu dua ederken sigara içmek hoşgörülebilir mi şeklinde sormuş ve “hayır” cevabını almış. Zira dua eden kişi bütün dikkatini duaya vermelidir. Diğer papaz ise sigara içerken dua etmenin hoş görülüp görülemeyeceğini sormuş ve “evet” cevabını almış. Zira her zaman dua edilebilir. Demek ki desem heyecanla, bir sorunun şekli bizi problemin çözümünü bulmaktan alıkoyabilir. Modern hayatın soruları istediğimiz çözümlere bizi götürmekte çok beceriksiz. Çünkü modernitenin çözümleri gerçek değil kozmetik. Sen beni haklı bulup başını hoşnutlukla sallasan. Ben dozu artırıp saldırmaya devam etsem, hâlâ milyarlarca bağnaz, laboratuvarlardan bir inayet bekliyor. Ve böyle devam ediyor tarih. Bilimin ampirik bir ahlaki otorite olduğunu sanmak şapkadan tavşan çıktığını sanmak kadar cahilcedir.

Çalıştığın okuldan şikâyet etsen sonra. Ben yine bir Don Kişot tavrıyla; öğrencilerin kâğıtlarına not verilmesi uygulamasının ilk kez 18. yüzyılın sonlarına doğru Cambridge Üniversitesi’nde ortaya çıktığından bahsetsem. O günden bu yana insanın hesaplanabilir bir organizmadan ibaret olduğunu söylesem. Oysa kesin bilginin doğru bilgi olmadığını, sayıların netliğinin bir tür manevi astigmata yol açtığını, makinenin hâkim metafor olduğu bir kültürde öznelliğin elbette dışlanacağını, insanın karmaşıklığının çeşitliliğinin ve en çok da belirsizliğinin teknolojinin en dişli düşmanı olduğunu söylesem. Çünkü deyip iddialı bir cümle söylemeden önce hep yaptığım gibi yine boğazımı temizlesem: “İnsanın belirsizliği, istatistikleri, anketleri ve bürokrasileri küçük düşürür.”

Sigaran bitse ve pazarlanabilir birçok meziyeti olan ama bir bakış açısına sahip olmayan insanlar geçiverse sokaklardan. Serin bir ikindi vaktinde olduğumuzu avludaki takkeli amcalara bakıp anlasak. Fakülte yıllarından beri kullandığın saate baksan bir an sen. Saatin icadına yol açan sebep manastırın alışılagelmiş işlerine az çok dakik düzenlemeler getirmekti desem ben. Manastırın çanları ibadet zamanlarını haber vermek için çalardı. Mekanik saat dini ritüelleri tam zamanında yerine getirmeyi sağlayacaktı. Doğrusu bunu başardı da. Fakat keşişler saatin sadece zamanı belirlemeye yarayan bir araç değil, aynı zamanda insanların eylemlerini eş zamanlı hale getiren ve kontrol eden bir alet olacağını öngöremediler. Bu yüzden 14. yüzyılın ortalarında saat manastırın duvarlarını aştı ve işçilerin ve tüccarların hayatına dakik düzenlemeler getirdi. Mekanik saat, düzenli üretim düzenli çalışma saatleri ve standart ürün fikirlerini mümkün kıldı. Kısaca saat olmasaydı kapitalizm mümkün olmayacaktı desem ben. Daha da anlatsam ve o vurucu cümle için tekrar boğazımı temizlesem: Kendilerini Allah’a adamak isteyen insanlar tarafından icat edilen saat, en çok kendilerini para kazanmaya adayan insanlara yaradı.

Yine bu avluda yıllar önce küresel ekonomi ve faiz üzerine yeni terlemiş bir bıyık gibi acemice derme çatma fikirlerle tartıştığımızı hatırlasan. Bu hatırlayış, acımasızca geçen zamanın o iki antikapitalist gençten iki uysal memur yarattığını da yüzümüze vursa keşke.

Ama ben bütün bunları o avludan çok uzakta, dünyaya güçlü itirazları olan o iki delikanlıya günbegün ihanet ettiğim evimin balkonunda hayal ediyorum kardeşim. Artık birbirimizin hayatlarında bir akşamüstü sebepsizce zihnimizi tırmalayan birer eski anıyız. O günler çok uzakta. Aziz Augustine İtiraflar’ında bir bahçeden meyve çaldıktan sonraki hislerini anlatırken “Yaptığım yanlıştı ama hoşuma gitmişti, mahvolmak hoşuma gitmişti” der. Mahvolmak benim de hoşuma gitti. Senin de gitmiştir muhtemelen. İnsan ne kaza eseri İspanyolca öğrenebilir ne de kaza eseri kendini cehennemde bulabilir. Mahvolmaktan mesulüz. Kötülük hem klinik hem de kaotiktir. Belki de bu sebeple o avluyu hatırladım yıllar sonra. Serindi, sakindi, kaygısız ve telaşsızdı. Utanmasam Yahya Kemal gibi asudeydi diyeceğim neredeyse. Bir kürek mahkûmu küreğe nasıl zincirlenmişse bazı kimseler de neşelerine öyle zincirlenmişlerdir. Sahip olmanın, satın almanın, tüketmenin, daha çok tüketmenin neşesine… Zincirlerimizin farkına biz değil cami avlusunda gülüşlerimizdeki faize bile cephe alan o iki delikanlı varabilir. Sakın itiraz etme. Mahvolmak hoşumuza gitti. Değişme dedikleri şey bir toplam ya da çıkarma değildir. Değişim ekolojiktir. Eğer tırtılları doğal ortamlarından çıkarırsan geriye kalan şey doğal ortam eksi tırtıllar değildir. Geriye kalan şey bambaşka bir çevre ve ortamdır. Sen ve ben neşeli iki tırtılız. Oyuncak dünyalar, karşımıza sert meydan okumalar çıkarmadığı için ahlaki kaslarımızı geliştirme fırsatı bulamıyoruz ve bulamayacağız. Süper egomuz bizi tıka basa suçluluk duygusuyla dolduracak. Süper egonun bu alicenap terörü bizi aynı anda mutluluğa da boyayacak. Azarlanmanın mutluluğuna...

Neil Postman’ın şık bir sözü var. “Düşünmeye iki dakikadan fazla vakit ayıranlar için hiçbir şey aşikâr değildir,” diyor. Bizim için bir zamanlar dünya ve hayat hiç aşikâr değildi. Belirsizdi her şey ve biz bütün bu belirsizliğe rağmen dünyayı büyülemeye çalışıyorduk. O iki büyücüden geriye sadece süpürgeler kaldı.

Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.