Murat Erol: Halk, ideoloji içermez, o Sünnetullah’ın sonucudur

Halk, yaratılmış olanın, mahlûkun bir kesimidir, insan kısmıdır.
Halk, yaratılmış olanın, mahlûkun bir kesimidir, insan kısmıdır.

Halk’ta İslâm bir refleks olarak karşımıza çıkar, millette ise iradî bir durum ve bilinç olarak. O yüzden halk yaratılmış saf ve ilk haldir. Millet ise, bilinçle ve irade ile oluşan haldir, kimliktir. Halk bir ideolojik ton içermez, Sünnetullah’ın sonucudur, tecellisidir. Halk’ın bu fıtrî durumu siyaset ve sosyolojide karmaşık bir şekilde tezahür eder. Sonradan kazanılmış kimlikler karşısında bu yalınlık, bir geride kalma durumu olarak görülebilir. Modern bilim paradigmasının “nötr kalabalıklar” yaklaşımı bir tür ‘yığınlık’ içerir. Zira halk’ın doğal ve yalın hali karşısında modern kafanın üreteceği bir çözüm, söyleyeceği bir söz bulunmamaktadır

Size gelmeden kelimenin etimolojisine gittim. Kökeni için Arapça diyor sözlükler. Oraya Aramiceden geçmiş. İlk kastı, tahmin edilenin dışında. Pay, bölüm gibi anlamlar içeriyor. Yunan’da da böyleymiş; demos. Biz kelimeyi yeniden inşa etmişiz. Yaratılanlar yönünde bir anlam çıkarmışız. Arapçada ‘halk’ yok. ‘Nedir halk’ sorusu karşısında neler söylenebilir?

Evet, ‘halk’ üzerinde düşünürken biraz karmaşa içine girmeden olmuyor. Halk, millet, ulus, vatandaş, toplum, topluluk, cemaat gibi uzayıp giden bağlantılı kavramlar.

“Nedir halk” sorusunu, siyaset bilimi ve sosyoloji üzerinden cevaplayacak olursak karşımıza “nötr insan topluluğu” çıkacaktır. Hâkim bilim paradigması bize birçok konuda olduğu gibi ‘halk’ın tanımı konusunda da çok ufuk açacak gibi değil. Halk’ın ne olduğu konusunda kendi nazarî yaklaşımımız “nötr kalabalığı” aşma konusunda doğal imkanlara sahip. Sizin de ifade ettiğiniz gibi ‘yaratılanlar’ içinde yani mahlûkat içindeki insan topluluğudur halk. Buradan hareket etmemiz gerekiyor. Halk, yaratılmış olanın, mahlûkun bir kesimidir, insan kısmıdır.

Kelimeye fıtrat vurgusu yüklemişiz…

Bizim inandığımız ama pratik olarak, amel olarak ortaya koymaktan imtina ettiğimiz bir kaide var. İnsanlar, İslâm üzere doğarlar. Doğal bir haldir halk’ta İslâm. O yüzden halkın tabii özü, İslâm üzeredir. Kodlanması, mayası ona sonradan bir millet olma vasfı kazandırabilir. Bir kalabalık olarak da kalabilir. Yaratılanın, yaradılışının tabii haline yönelip yönelmediğine bakıyoruz. İnanç yani İslâm halk’ta kuvve haldedir, harekete geçtiğinde halkı millet haline getirir.

Halk’ta İslâm bir refleks olarak karşımıza çıkar, millette ise iradî bir durum ve bilinç olarak. O yüzden halk yaratılmış saf ve ilk haldir. Millet ise, bilinçle ve irade ile oluşan haldir, kimliktir. Halk bir ideolojik ton içermez, Sünnetullah’ın sonucudur, tecellisidir. Halk’ın bu fıtrî durumu siyaset ve sosyolojide karmaşık bir şekilde tezahür eder. Sonradan kazanılmış kimlikler karşısında bu yalınlık, bir geride kalma veya olma durumu olarak görülebilir. Modern bilim paradigmasının “nötr kalabalıklar” yaklaşımı bir tür ‘yığınlık’ içerir. Zira halk’ın doğal ve yalın hali karşısında modern kafanın üreteceği bir çözüm, söyleyeceği bir söz bulunmamaktadır.

Batılıların ulus üzerine yazdıklarını getirip millet’in önüne dayıyoruz. Bir çözüm çıkmıyor, kocaman bir karmaşa.
Batılıların ulus üzerine yazdıklarını getirip millet’in önüne dayıyoruz. Bir çözüm çıkmıyor, kocaman bir karmaşa.

Halkın hareketlenmesi bir anlamda fıtratın hareketlenmesi yönünde bir harekettir. Bu fıtrat hareketlenmesi bir ideoloji veya fikriyatın hareketi değildir. Halk edilmiş olmanın, mahlûk olmanın, yaratılmış olmanın tabii bir yansımasıdır. Hangi coğrafyada, hangi inancı yaşıyor olursa olsun tüm insanlar, İslâm üzere yaratılmıştır. O fıtrat vardır, insanoğlu bundan uzaklaşır veya buna yakınlaşır. Buna rağmen bu kuvve insan hayatının bir yerinde tezahür eder, aklına gelir, hisseder.

O yüzden farklı inanç toplumlarındaki adalet, ahlak, insanî değerler açısından ortaya konulan tavırların ve taleplerin sadece kadim dinlerden gelen miras olmadığını, aynı zamanda insanoğlunun ruhunda taşıdığı kuvve haldeki fıtrî durumunun bir yansıması olduğunu düşünüyorum.

Hakk ile halk arasındaki ilişki koptukça, halk sadece Hakk’dan değil, kendinden de uzaklaşır. Yunus’a kulak verirsek: “Hak bir gönül verdi bana, ha demeden hayran olur/ bir dem gelir şadan olur, bir dem gelir giryan olur.” Halk Hakkın verdiği bir gönle sahiptir. Maharet bunun işlenmesidir.

“Halk, Allah’ın ailesidir” yapılabilecek şık bir tanım gibi geliyor bana. Kapsamı konusunda bir çerçeve çizmek istesek neler düşünülebilir? Türkiye özelinde konuşalım, halk herkes midir? Müslümanlar mıdır, yerli ve milli olanlar mıdır?

Halk ile Hakk arasındaki yalın, katışıksız ve özel bağa tekrar dikkati çekmek gerekiyor. Yaratılanın, yaratıldığı hal’e en yakın olma hali. Diğer yandan ise halk olma vasfımızı korumak ve işlemek, iradi bir duruma ve bilinçli bir eyleme yöneltmek için ise millet olmak durumundayız, hatta zorundayız. Yani biraz da dairesel bir şekilde, O’ndan yola çıkıp yine O’na varmak hali. Türkiye özelinde konuşursak halk ile millet olma vasfının büyük oranda içiçe geçtiğini söyleyebiliriz. Ancak buna rağmen “Halk ruhumuz”u korumak için, o güzide refleksi korumak için ise, bizi halkedenin yolunda millet olmak zorundayız. Güncel anlamda burada bulunan ve yaşayan insanlar halk’tır. Bu bakımdan şu tespiti de yapabiliriz: Millet bir tarihselliği, halk ise güncelliği ve fiili durumu içerir.

Hakk ile halk arasındaki ilişki koptukça, halk sadece Hakk’dan değil, kendinden de uzaklaşır. Yunus’a kulak verirsek: “Hak bir gönül verdi bana, ha demeden hayran olur/ bir dem gelir şadan olur, bir dem gelir giryan olur.”

Halkın yerli olup olmaması millet olma vasıflarıyla kurduğu bağ ile ilgilidir. Yani halkın bir kısmı yerli olmayabilir, yerli olmaması onu halk olmaktan uzaklaştırmaz. Millî olması, bu milletin bir parçası olması ile ilgilidir. O yüzden içiçe geçmiş olan halk-millet kavramları bizde kimin nerede durduğunu ve ne olduğunu belirleme noktasında zorlukları da taşımaktadır. Millî olmak, yalın bir anlamla bir millete ait olmak, onun bir ferdi olmak demek. O yüzden halkın bir kısmı da kendini milletin parçası olarak görmeyebilir. Bu yerli olmaktan bence daha karışık bir durum. Neticede yerlilik daha çok bilgi ve bilgi kaynaklarımızla, paradigma ile kurduğumuz bir bağ ve bu yönde bir yönelim. Millet olmak ise, bir tercihi zorlayan hatta kimi yerde aşan bir muhtevaya sahip. Siz bir şeyleri reddederek yerlilik bağlamından uzaklaşabilirsiniz, ama bizatihi milleti reddederek milletin parçası olmaktan sıyrılamazsınız. Karşı çıkışlarımızla bile bu milletin bir parçasıyız. İnkârlarımızla, isyanlarımızla, eleştirilerimizle, kızgınlıklarımızla... Yine de bu milletin bir parçasıyız. En çok da kestiremediğimiz, anlamadığımız, anlamlandıramadığımız, başkalarının bizde çözemedikleriyle bir milletiz.

Müspet anlamda kullanıldığı kadar menfi anlamda da kullanılıyor kelime. Tanımın bir tarafı ekonomik çağrışımlı... Menfi kullananlar açısından iki işareti var: Cehalet ve fakirlik...

Bu durum halkın cehalet ve fakirlik içinde olmasından dolayı değil, kendisini halkın dışında görenlerin algıları, bakışları ve tanımlamaları ile ilgili. O yüzden halka dönük olarak bu çeşit tanımlamalar anlamsız yakıştırmalardan öteye gidemiyor. Kendilerini okumuş ve aydınlanmış olarak takdim etme meraklısı ve yine kendi maddiyatlarının altını çizme heveslisi sonradan görmelerin tavrıdır bu. Elit kurma, elit olma, elit oluşturma böyle oluyor. Paranın ve makamın iktidarı. Bir de elitleri sadece Kemalist elitler olarak da algılamamak gerekiyor. Bugün küçük gettolarında elitlik tesisine çabalayan insanlar da yok değil. O yüzden halkın ruhu ile ve hatta mayası ile bir bağ kurmak bize bir idealin, inancın, birliğin, dirliğin yolunu da getirecektir. Halk olmak övünülecek ya da utanılacak bir durum değil, yaratıldık. Bu kadar. Hakkın verdiği gönülle yol almaya, yola düşmeye bakmak gerekiyor. Dolayısıyla siyasetin, ekonominin, elitlerin bu anlamsız tasnifi, belli hesaplar açısından onlara imkân sağlıyor ama reelde bir karşılığı yok.

Vatan-daşlıktan çok, devlet-daşlık vardır!

Artık ironik bir şeye dönüşen o meşhur haberdeki “halk - vatandaş” ayrımını biliyoruz. “Halk plajlara akın etti, vatandaş denize giremiyor.” Halk’ın bugünkü anlamı daha çok Cumhuriyet’ten sonra şekillenmiş sanırım. Bu ayrım ne kadar geriye gidiyor?

Yöneten ve yönetilen biçiminde bir ayrım her zaman var. Osmanlı’da da var, diğer devletlerde de. Ancak bu ayrım yerinde ve zorunlu bir ayrım. Tabii bu halk-vatandaş türünde statü kapma çabası olan bir ayrım değil. Eskiden tebaa denilirdi, onun yerine halk geçti. Tebaa, tabi olan, devletin himayesinde ve hukukuna tabi olanları kasteden bir kavram. Aslına bakılırsa tabiiyet anlamında daha doğru bir kavram.

Hızlı, sağlam ve etkin bir yapılanmaya mecburuz. Aksi halde biz bu duvara daha çok çarpacağız.
Hızlı, sağlam ve etkin bir yapılanmaya mecburuz. Aksi halde biz bu duvara daha çok çarpacağız.

Sizin ifade ettiğiniz türdeki yaklaşım ideolojik bir yansıma. Bu ideolojik refleks nevzuhur ve kendinden menkul bir tavır. Kendisini vatandaş olarak görenlerin, genel halk kitlesi ile arasına mesafe ve statü koyma çabasının bir tezahürü. ‘Vatandaş’ kavramı ile devletin herkese tanıdığı statüyü kendine mahsus hale getirme cingözlüğü de var.

Eskiden insanların devlet nezdindeki statüsü tebaa olarak tanımlanırdı. Tebaa, o devlete tabi olan anlamına gelmekteydi. Yani alçaltıcı, aşağılayıcı bir durum değil. Hukuki bir statü. Modern devlet felsefesi bu kavramın yerine vatandaşlık kavramını yerleştirdi. Osmanlı Devleti’nde tebaa kavramının farklı bir anlam kazanması Tanzimat Fermanı ile olmuştur. Cumhuriyet ile de tebaa kavramı terkedilmiştir. Vatandaşlık dediğimiz de bir devlet bağıdır. Modern devlet felsefesi yurttaş, vatandaş, uyruk gibi kavramları üretmiş, bunları hukuka sokmuştur. Oysa vatan-daşlıktan çok, devlet-daşlık vardır. Zira aynı vatanda yaşamak ile aynı vatanda yaşamadığı halde aynı devletin tabiyetine bağlı olmak farklıdır. İlk fiili ve reel bir durum, ikincisi resmi bir statü. İlki nerde olduğunla ilgili, ikincisi hangi devlete ve hukuka tabi olduğunla ilgili. Bu ayrımlamaları halkın bir kısmının bir dönem vehimlerinin, kuruntularının bir ürünü olarak da düşünebiliriz neticede.

  • Halk-vatandaş ilk başlığıydı meselenin. Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana halk-akademisyen, halk-aydın, halk-bürokrasi hatta halk-siyasetçi arasında ilginç bir uzaklık ve uçurum olduğunu biliyoruz.

Halk-vatandaş ayrımında olmasa da diğer ayrımlarda bir gerçeklik olduğunu söyleyebiliriz. Bunda da bir kaç ayrım yapmak mümkün. Halk dışındaki kitlenin yani akademi, bürokrasi, siyasetçi, sanatçı vb. kendilerini kabul ettirmek zorunda oldukları kitle ile önce kendilerini onlardan ayırmakla işe başladıkları söylenebilir.

Sonrasında da bir üstünlük durumundan halka yönelerek sürekliği bir ‘eğitim’ çabası, bitmeyen bir yontma ideali. Böyledir bizim hikâyemiz. Köylerimiz geridir, fakirdir. Romanlardan, filmlerden kahramanlar fırlar ve köylere medeniyet görürler, oralara bilimin ışığını, oralara aydınlık düşünceleri. Bilinen konular ve süreçler. Ha bunlar geçmişte kalmış da değil, kendisini halk için bir aydınlatıcı, doğal öğretmen, doğal vaiz, organik aydın görenler hala var. Bu bir yabancılaşma sendromu.

Sorunuzla ilgili bir diğer ayrım meslek grupları bağlamında bir ayrım olarak okunabilir. Ama orada da şöyle bir sorun var. Mesela halk-fırıncılar, halk-marangozlar, halk-çiftçiler gibi bir ayrım yapılmıyor. Doğal bir üstünlük hali olarak kabul edilen bürokrasi, akademi, siyaset gibi kurumlar ile halkın arasında bir ayrım konuluyor. Evet bunun bir yanıyla da kabul edilebilir bir yanı var. Halkın bir parçası ve ferdi olmaktan uzaklaşanlar ile halk arasındaki ayrımı göstermesi açısından bu ifade ettiğiniz ayrımlar kabul edilebilir.

Yönetilen olduğu için ‘her şeyde ve her yerde yönetilmesi gereken’ gibi bir anlama uzanmış bazı odakların zihninde. Daha aşağıda olan ve ne yapması gerektiği kendisine devamlı söylenmesi gereken bir kitle, kendisi için iyi olanı bile bilemeyecek bir kitle...

Evet ifade ettiğim gibi cahil ve hasta, geri ve fakir şeklindeki tanımlamalar ile bir yere varılamadı, varılamayacak. Halkın yine kendi olarak kalması yoluyla ne yapılabilir meselesine sanırım 150-200 yıldır bir cevap aranmadı. Halkın bir transformasyon, evrim geçirmesi ideali, halkın bir malzeme yığınına dönüştürülüp ideolojilerce iğdiş edilmesini getirmiştir. Herkesin, her kesimin elinde reçete; halk ise hasta. İki yüzyıldır yanlış yapabileceğimiz ihtimali akla gelmedi. Asıl hasta olanlarımız okumuşlarımız, aydınlarımız, yazarlarımız, kendisini kurtarıcı görenlerimizse ne olacak? “Kurtarıcıyı kurtarmak” meselesi varsa ne olacak? Hasta olan devlet idiyse, ellerinde reçete olanlar hasta idiyse, bu halkı hastaların tedavi etmek için uğraştıklarını söyleyebileceğiz. Akla getirmediklerimizi akla getirmek gerekiyor. Bu halk geri, cahil, okumamış, kalın vs. vs. İyi de mutlu.

Evet huzurlu. Memnun. Neye göre cahil, hangi kriterlere göre geri ve fakir? Devleti olduktan ve bu devlet onun güvenliğini sağladıktan sonra bugün bile köylerimizde akıllı telefonu, sosyal medya hesabı, kütüphanesi olmayan insanlarımız var ve bunlar mutlu. İşte bunlar halktır ve milletin kılcalıdır. Kritik zamanlarda, zor dönemlerde bu kılcalın hareketi hayati önem taşır. Bu insanları şehirlileştirmek, onları bir tür aydınlanma sürecine eklemek ne kazandıracak? Tarlasını daha iyi mi ekecek, hayvanını daha iyi mi yetiştirecek? Hayır. Sadece kocaman bir kafa karışıklığı.

Toplumların ileri veya geri olmasına ilişkin modern paradigmanın söyledikleriyle yol alınamıyor. Vazgeçenler çok, biz de artık bundan geri durup, kendi kavramlarımızla, evet içini tarihimizle, değerlerimizle, inancımızla, kendi gerçekliğimizle doldurduğumuz kavramlarımızla yol almalıyız. Daha ulus-millet meselesini çözemedik. Batılıların ulus üzerine yazdıklarını getirip millet’in önüne dayıyoruz. Bir çözüm çıkmıyor, kocaman bir karmaşa. Bir de Türkiye’de son döneme kadar herkesin üniversite okuması gerektiği gibi kesin ve kat’i bir inanç vardı. Şimdi bu sarsılıyor. İnsanların meslek sahibi olması, kendi hayatını idame ettirmesi, ülkesine üretimi ile katkıda bulunması için illa ki üniversite bitirmesi gerekmiyor. Bu durum birazda Osmanlı’dan bize kalan çökme haliyle ilgili. Sürekli bir kalkınma, ilerleme, okuma çabası, abartılı bir şekilde bu yönde bir kampanya ve aciliyet hali. Osmanlı ne yazık ki bunu ruhumuza işledi. Bunun kökleri toplumun iki yüzyıllık psikolojisinde gizli.

Aslında bunu konuşmaya, 15 Temmuz gecesinden de başlayabilirdik. 15 Temmuz gecesi, neredeyse hiçbir meselede ana unsur olarak dikkate alınmayan bir şey varlığını çok net duyurdu: halk. Daha önce de darbeler oldu Türkiye’de. Ondaki tavır değişikliğini nasıl açıklamak gerekir?


15 Temmuz siyasetin, devletin, askerin, polisin, yargının değil halkın destanıdır.
15 Temmuz siyasetin, devletin, askerin, polisin, yargının değil halkın destanıdır.

Halk millet olduğunu hatırladı, olması gerektiğini gördü. Halk 15 Temmuz’da bir kez daha millet olduğunu gösterdi. Hesap edilmeyenler hesapları bozdu, yeni hesap için imkân sundu ve geri çekildi. İdarecilerin, bütün siyasi partilerin bu tavrı anlaması gerekiyor. Külliyedeki son mitingde Sayın Cumhurbaşkanı konuşmasını bitirdikten sonra platforma doluşanlar ile aynı anda yavaş yavaş Külliye bahçesinden ayrılanların görüntüsü çok anlamlıydı. Bu mesele önemli, “vazifemi yaptım, çekiliyorum. Şimdi sıra sende” diyen bir tavır bu.

Şunu da belirtelim; 15 Temmuz siyasetin, devletin, askerin, polisin, yargının değil halkın destanıdır. Diğerleri eksik ya da fazla görevlerini yaptı. Destanı yazan halkın ta kendisidir.

15 Temmuz sonrasındaki süreç için ne söylemek gerekiyor...

Üzerinde çok şey yazılan bu sürecin yeniden yapılanma anlamında bir imkana dönüştürülmesi gerekiyor. Devletin, toplumun, siyasetin yeniden yapılandırılması başlıkları altında çalışmalar belli takvimler çerçevesinde hayata geçirilmelidir. Topluma güven duygusu ve adalete inanç yeniden kazandırılmalı, bunun için elbette zaman ve belli aşamaları geçmek gerekiyor. Toplumun dinle kurduğu bağın sahihliği üzerinde yeniden düşünmek gerekiyor. Geleneği olan hareketlerin kendilerine çeki düzen vererek kılcalın inşası, diriliği ve irşadı yönünde çalışmalarını sürdürmeleri hayati öneme sahip. Din-devlet ilişkilerinin şeffaflık bağlamında yeniden yapılandırılması ve tanımlanması kaçınılmaz görülmektedir.

  • Temel ilkeler olarak şeffaflık, sahihlik, yerlilik, millilik, adalet, güvenlik olarak belirlenebilir. Bu temel ilkeler bağlamında bir çok alanda yenilikler, yapılanmalar hayata geçebilir. Hızlı, sağlam ve etkin bir yapılanmaya mecburuz. Aksi halde biz bu duvara daha çok çarpacağız.

Halk irfanından söz ediyoruz. Geri çekiliyor, ileri atılıyor, korkuyor, susuyor, cesaret gösteriyor, kabul etmiş görünüyor fakat hepsinin yedeğinde sınırlarını kendisinin çizdiği bir zihin haritası var ve onu unutmuyor. Böyle bir şey gerçekten var değil mi?


Toplumların ileri veya geri olmasına ilişkin modern paradigmanın söyledikleriyle yol alınamıyo
Toplumların ileri veya geri olmasına ilişkin modern paradigmanın söyledikleriyle yol alınamıyo


Halk irfanına gelmeden önce aslında bir tanımla da yapmak gerekiyor. Kıymetli ilim adamı Yalçın Koç’un Anadolu Mayası diye bir tanımlaması ve kitabı var. Anadolu’nun mayasının ne olduğunu, sürekli olarak bu mayanın nasıl aktarıldığını çözmemiz gerekiyor. Anadolu’da bir mayalama yapılmıştır. İşte bu maya yüzyıllardır aktarılarak bu zamana kadar gelmiştir. Dervişleri, gazileri unutmayacağız. Yunus’u, Mevlana’yı, İbnü’l Arabî’yi, Davud-u Kayserî’yi, Konevî’yi, Bursevî’yi, Eşrefoğlu’nu, Üftade’yi, Hacı Bayram-ı Velî’yi, Hacı Bektaş-ı Velî’yi, Hüdayî’yi, Gümüşhanevî’yi unutmayacağız. “İyilik yapanla kötülük yapanı bir tutma. İyilik edeni duadan unutma. İyiliği unutup kusuru saklayan dost değil, düşmandır. Dostunun hatasına dayanamayan ölüm hastalığında yalnız kalır. Dostun, gözün gibi olan insandır.” diyen Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretlerini. Allah hepsinden razı olsun. Bize bıraktıkları miras, bugün bu gelenek öyle ya da böyle bizi millet olarak diri tutuyor.

İrfan kılcalda net görülüyor. Milleti millet yapan büyük geleneğin kulaklara üflediği kelâm, o büyük kalbin kılcallara gönderdiği kan. Sözler, beyitler dinamik hafıza yoluyla değiştirilerek, yenilenerek, güncellenerek devam ediyor. Geliyor. Belirttiğim gibi halkın ezberleri ve refleksleri var, milletinse bilinci ve iradesi. Refleks doğal bir durumdur, sorun yok ama bunun bir adım ötesi bizim hareket noktamız olmalıdır. Yoksa iradi olmayan bir noktadan sonra devamlılık noktasında sorun yaşanabiliyor.

Devamlılık, süreklilik, kesintisizlik vb. durumlar. Neticede gelip durduğumuz nokta bir gelenek kuramama durumudur. 200 yıldır gelenek icadları ile gelenek kuramamanın acısını, ihtiyacını dindirmeye çalışıyoruz, hatta kendimizi bununla bir şekilde avutmaya, ikna etmeye girişiyoruz. Bu şekilde ne hakikate varılabilir, ne hakikat yolunda olabiliriz, ne de ülke, millet, inanç adına ortaya koyduğumuz idealleri somutlaştırabiliriz. Yokuşa tırmanıp tekrar tekrar düşmeye devam edeceğiz.