Ne zaman bir Maori ölse, yağmur yağar

 Bizi öldüremezsiniz, biz gök ülkesine aitiz, öldürdüğünüzü sanıyorsunuz; bu da sizin lanetiniz.
Bizi öldüremezsiniz, biz gök ülkesine aitiz, öldürdüğünüzü sanıyorsunuz; bu da sizin lanetiniz.

Tüm dünyayı saran beyaz bir lanet, en sonunda onları da bulmuştu. Uzun bıçaklılar geldi bir gün Aoetaroa’ya. Dinleri, bulaşıcı hastalıkları, hırsları ve ateşli silahları vardı yanlarında. Uzun beyaz bulutları barut siyahına buladı uzun bıçaklılar. Ormanlar çocuk çığlıklarıyla yankılandı günlerce.

Devasa kanolarıyla yeni yurtlarına kavuşmak için Polinezya’dan bir bilinmeze doğru yola çıktılar. Fırtınalar, adam boyu dalgalar ve yağmurlar boyunca kürek salladılar. Yoruldular, rüzgarsız kaldılar, güçsüz düştüler, açlık çektiler. Aylar süren bu zorlu yolculuk sonunda, denizlerin kötülük tanrısına meydan okuyarak, okyanusla savaşa savaşa yeni evlerine geldiler. Bir gece vakti, ay ışığıyla aydınlanan bu kimsesiz, sessiz karaya ayak bastıklarında,

Masallardaki güzel yurt burasıydı. Savaşçı bir toplumdular. Yüzlerinde dövmeleri, sırtlarında vahşi hayvan derileri, ellerinde kısa bıçakları vardı.


“Pasifik’in sonsuz cenneti”ne geldiklerini düşündüler önce. Dev Moa kuşları karşıladı onları kıyıda. “Uzun beyaz bulutların ülkesi” anlamına gelen “Aoetaroa” adını verdiler bu topraklara. Yağmur ormanlarını, Kivi kuşlarını ve binlerce ateş böceğinin aydınlattığı Yıldız Kurdu Mağaralarını gördüklerinde nereye geldiklerini anlamışlardı. Masallardaki güzel yurt burasıydı. Savaşçı bir toplumdular. Yüzlerinde dövmeleri, sırtlarında vahşi hayvan derileri, ellerinde kısa bıçakları vardı. Köpekbalığı dişlerinden, keskinleşmiş kemiklerden ve sivri taşlardan yapılmış silahlarıyla evlerini korumaya çalıştılar.

  • Tüm dünyayı saran beyaz bir lanet, en sonunda onları da bulmuştu. Uzun bıçaklılar geldi bir gün Aoetaroa’ya. Dinleri, bulaşıcı hastalıkları, hırsları ve ateşli silahları vardı yanlarında.

Uzun beyaz bulutları barut siyahına buladı uzun bıçaklılar. Ormanlar çocuk çığlıklarıyla yankılandı günlerce. Bir Maori şefi, yüzünden sırtına doğru akan sıcak kana aldırmadan, tüm gücüyle arzı titretircesine haykırıyordu uzun bıçaklılara;

“Bizi öldüremezsiniz, biz gök ülkesine aitiz, atalarımızın ruhlarına karışacağız yalnızca, bizi öldüremezsiniz, uzun bıçaklarınız ve ağzından ateş çıkaran o demirlerinizin buna gücü yetmez, yağmurun şarkısına karışacağız işte en sonunda, burası bizim ve atalarımızın evi, bizi öldüremezsiniz, biz gök ülkesine aitiz, öldürdüğünüzü sanıyorsunuz; bu da sizin lanetiniz.” *Oruç Oruoba

Dublinli şair James Clarence Mangan'ın büstü.
Dublinli şair James Clarence Mangan'ın büstü.

Dublin'den öteye: Mangan'ın ''Türkiye'' dediği

Dublinli şair James Clarence Mangan’ın bir zamanların Kelt yurdu olan Anadolu topraklarına çok uzaklardan bakıp türküler söylemesinde bir sır vardır elbet. İrlanda Ulusal Marşı’nın da yazarı olan Mangan’ın, Türkleri ve Türkiye’yi aşan ilginç hikâyesi, bu toprakları aşkla sevmiş bir şairin duygu dünyasının kodları hakkında düşünmeye mecbur bırakıyor bizi. Mangan, kalbi ve aklıyla Türkiye’ye doğru bakıyor. Aradaki 4 bin kilometreyi mesele etmeden ve istikametini değiştirmeden duymaya çalışıyor Türk ilini.

“Oxford Antologie English Verse” bu güzel adamı “İrlandalı şairler” başlığı altında değil, “Türk şairleri” başlığı altında göstermeyi tercih ediyor mesela.


“Oxford Antologie English Verse” bu güzel adamı “İrlandalı şairler” başlığı altında değil, “Türk şairleri” başlığı altında göstermeyi tercih ediyor mesela. “Karamanian Exile/Karamanlı Sürgün”, “Three Khalenders/Üç Kalender” ve “Meadowy Bosphorous” gibi şiirlerinde yakaladığı Türkçe ses evreni, dâhil olduğu bu kültürel aidiyete attığı derinlemesine bakış ve tam ortasından seslendiği mesafeye hâkim duygusal gerilim; inanılacak, akıl alacak ve yorumlanacak gibi değil gerçekten.

İrlanda’ya değil Türkiye’ye seslenerek, yüzünü-kalbini Anadolu’ya dönerek ve Türk olmayı göze alarak söylemeyi tercih etmiş şiirini, gazelini ve şarkısını Mangan. Bu bir tercih midir, tam olarak anlaşılmaz. Mangan’ın Osmanlı Sarayı’nın ilgisini çekmek gibi bir derdi yoktur mesela. Şu sözler de ona ait; “Türk edebiyatını anlamak çok zor. Türkçe gramer okumakla, küçük izahları dinlemekle olacak iş değil bu.

O bilgiyle Osmanlıcayı yazıp okuyamazsınız. İşi ciddi tutmak, uzun bir süre için kendi memleketinizi unutmanız gerekiyor. Adeta yeminli bir Müslüman gibi olmalısınız. Osmanlıyı, Türk şiirini anlamak ancak böyle mümkün. Yani Avrupalılığın bütün eskimiş paçavralarından kurtulmak onları rüzgâra savurmak gerek…”

Feyruz.
Feyruz.

Feyruz'un sesinin Feyruz'a karşıt olduğu devir

  • Bir şair, bir şarkı ve bir şehir. Kabbani’nin Beyrut’u savaş yorgunu bir şehir. Kana susamışların çağında kandan usanmış bir şehir. Ölümlere, nefretlere ve yaslara doymuş bir şehir.

Öyle bir şehir ki Feyruz’u bile susturmuş. Bir şarkı, bir şehre küsmüş. “Feyruz’un sesinin Feyruz’a karşıt olduğu devir”, diyor Kabbani. Veciz bir söyleyiş, ürpertici güzelliğin sınırlarında geziniyor sanki. Öyleyse bir şairin

''Ben Beyrut'' derken söylediğidir;

“Bin dokuz yüz yetmiş beş yılıydı. Akdeniz’in omzuna güzel bir kadın uzanmıştı. Adı Beyrut’tu. Ailesi oybirliği ile onu particilik benziniyle yakmaya; benzersiz bir barbarlık ve vahşet töreninde küllerini denize savurmaya karar vermişti… Sonra kül devri geldi. Haydutların, kan dökücülerin devri. Asalakların, anarşistlerin devri. Çılgınlığın ve çılgınların devri. Kuşların gökyüzüne, bulutun yağmura, denizin balıklara, elmanın sağ yanağının sol yanağına, üst dudağın alt dudağa, Feyruz’un sesinin Feyruz’a karşıt olduğu devir geldi.”