Nobel Talks, Alman Çikolatası ve Yurt Civarındaki Köy Çocukları

Cins Oturum
Cins Oturum

Puslu bir Londra günü… Elif Şafak evinden çıkıp, köşedeki butik kahve evinden kahvesini alıp yayıncısı ve menajeri ile buluşmak üzere onların büyük şirketine giriş yapar. Orada bir pazarlama grafiği toplantısı yaparlar. Görürler ki Elif Şafak’ın trendi aşağı iniyor. Oysa Elif Şafak’a başka misyonlar da yüklemişlerdir. Sırf bu pazarlama tekniği için, Elif Şafak’ın uluslararası kabul görmesi için Guardian’da üst üste Türkiye’de diktatörlüğün olduğunu söyleyen makaleler yazdırılmıştır. Ama kadın o kadar kötü bir yazar hâline gelmiştir ki onu artık Guardian da kurtaramaz.

İsmail: Aykut ne diyorsun Elif Şafak’ın açıklamalarına? Hani, ben biseksüelim ama bunu Türkiye’de açıklamaktan korktum, dedi. Nerde söyledi, Ted Talks’ta söyledi.

Aykut: Abi tam olarak neden korkmuş olabilir. Bir an gerçek olduğunu düşünelim bunun.

İsmail: Ben Elif Şafak’ın açıklamalarını Bülent Ersoy dinleyerek okudum.

Furkan: Bu bence yeterli bir cevaptır.

Aykut: Yani art arda intihal yaparken korkmadın da, Mevlana hazretlerini, tasavvufu sömürürken korkmadın da biseksüel olduğunu söyleyecekken mi korktun? Bu mu yani? Biz bu yaptıklarını hazmettiysek bugüne kadar, biseksüel olduğun gerçeğini de kaldırabilirdik aslında.

Bir tweet vardı, kimin attığını hatırlamıyorum da şimdi. Şöyle yazıyordu; sevgili Batı, şu kadına ne istiyorsa verin de rahatlasın. Başka türlü susmayacak. Nobel, verin de biz de rahatlayalım.

Furkan: Ben olanı söyleyeyim mi abi. Puslu bir Londra günü… Elif Şafak evinden çıkıp, köşedeki butik kahve evinden kahvesini alıp yayıncısı ve menajeri ile buluşmak üzere onların büyük şirketine giriş yapar. Orada bir pazarlama grafiği toplantısı yaparlar. Görürler ki Elif Şafak’ın trendi aşağı iniyor. Oysa Elif Şafak’a başka misyonlar da yüklemişlerdir. Sırf bu pazarlama tekniği için, Elif Şafak’ın uluslararası kabul görmesi için Guardian’da üst üste Türkiye’de diktatörlüğün olduğunu söyleyen makaleler yazdırılmıştır. Ama kadın o kadar kötü bir yazar hâline gelmiştir ki onu artık Guardian da kurtaramaz. Grafik aşağı gidiyordur. Eğriler çizilir ve sonuç ortaya konur ve menajeri dönüp Elif Şafak’a der ki; Elif sen biseksüel değil miydin? Böylece Elif biseksüel olur.

Aykut: Elif, hemen anlamaz tabii…

Furkan: Hemen anlamaz. Önce google’a sorar, oradan bakar, tamam, ben biseksüelim, der. Bütün hikâye budur.

Arda: Bir tweet vardı, kimin attığını hatırlamıyorum da şimdi. Şöyle yazıyordu; sevgili Batı, şu kadına ne istiyorsa verin de rahatlasın. Başka türlü susmayacak.

Furkan: Nobel, verin de biz de rahatlayalım.

İsmail: Humayun Azad diye Bangladeşli bir şair var. Kötü şair değil. Fakat Humayun Azad’ın biyografisinde şöyle yazıyor: “Yazdıkları yüzünden Fundamentalist İslamcılar tarafından tehdit edildi.”

Furkan: Çok iyi… Gideri var.

İsmail: Bak, kötü şair değil. Benim bir yayınevim olsa şiirlerini basmak isteyeceğim kaliteye yakın şiirleri var. Tamam, çok büyük şair değil ama fena da değil. Ve biyografisinde ‘Fundamentalist İslamcılar tarafından yazdıkları yüzünden tehdit edildi’ diye bir not var. Humayun Azad konusunda söyleyeceklerim bu kadar. Anlatabiliyor muyum ne demek istediğimi?

Furkan: İsmail, eğer öyle yazmasaydı sen bu ismi bilmeyecektin.

İsmail: Tabii, çünkü Frankfurt Kitap Fuarı’nda Bangladeş ülke seksiyonunun kataloğuna giremeyecekti.

Entelektüel biyografileri yeniden düzenlenmeli

Aykut: Abi o zaman Elif Şafak’ın yayıncısına çağrı yapalım. Bence bu cesur açıklamasını ve cesaretini biyografisine eklesinler. Korktuğu için yıllarca biseksüel olduğunu gizledi ve sonunda şu tarihte açıkladı. Çünkü Furkan’ın da söylediği gibi, yazarlığıyla birebir alakalı. Entelektüel biyografisinde kitaplarının falan yazmasına gerek yok. Böyle yazarların biyografilerini hazırlarken yaptıkları skandal açıklamaları eklemek lazım. 2004 yılında şunu yaptı, 2007 yılında eşcinsel olduğunu itiraf etti, 2010 yılında aslında biseksüel olduğunu açıkladı, 2013 yılında Ermeni tehciri dedi, diye yeni bir biyografi türü önerebiliriz.

Bugün orada Türkiye denildiğinde, Elif Şafak’ın adının Türkiye ile beraber anılması kaç puan? Yani böyle bir rezaleti biz sırtımızda taşıyoruz.
Bugün orada Türkiye denildiğinde, Elif Şafak’ın adının Türkiye ile beraber anılması kaç puan? Yani böyle bir rezaleti biz sırtımızda taşıyoruz.

Yusuf: Parantez açayım, Franfurt’a getireyim sözü. Orada daha genel bir fotoğrafı konuşalım. Bangladeşli miydi şair? Furkan’ın anlattığı gibi bu da: ama bu sefer puslu değil de yağmurlu bir Dakka sabahı diye başlar aynı hikâye. Aynı hikâye, dünyanın her yerinde var. Ve siz Frankfurt’a gidip gördünüz. O işin merkeziydi.

Furkan: O hikâyenin geneli Yusuf, kültür endüstrisi diye bir şey var ve biz bunu bazı kalın kafalılara anlatamıyoruz.

Aykut: Benim sorum da şu olacaktı, aynı mesele üzerinden… Bugün orada Türkiye denildiğinde, Elif Şafak’ın adının Türkiye ile beraber anılması kaç puan? Yani böyle bir rezaleti biz sırtımızda taşıyoruz. İşin asıl kötü tarafı bu. Ve işte, tam da o kültür endüstrisine geliyoruz.

Furkan: Bunun daha da can acıtıcısı abi, şimdi biz burada kendi kendimize köpürüyoruz, kızıyoruz, Batı’nın ikiyüzlülüklerini ortaya döküyoruz ama kendi kendimize. Ben Arda’yı ikna etmeye çalışıyorum, Arda Yusuf’u ikna etmeye çalışıyor, Yusuf Aykut’u ikna etmeye çalışıyor; hep beraber ikna oluyoruz ya da olmuyoruz.

  • Elif Şafak bizim için bir dalga unsuru fakat Elif Şafak’ın söylediği şeyler, Guardian’da yazdıkları ne yazık ki dünya çapında dolaşıma giriyor. Çünkü kültür endüstrisinin çarkları bizim çok dışımızda ve aleyhimize dönmeye, işlemeye devam ediyor.

İsmail: Şimdi abi, size Almanya’nın önemli bir TV kanalından bir haber. “Özgürlüğün şehri İzmir.” İstanbul ve Ankara gibi metropollerde diktatörya baskısı yüzünden yaşayamayan ve şeriat korkusuyla -böyle haberin metni- evlerine çekilmek zorunda olan kadınlar, İzmir’e göç ediyorlar ve İzmir’de yeni bir kadın devrimi başlıyor. İzmir’deki bir sokak eyleminden fotoğraflar, fotoğraflarda kadınlar dans ediyor falan… İzmir’deki değişimin ve direnişin motor gücü kadınlar, diye bir haber… Bizim niye haberimiz yok? Çünkü bizim haberimizin olması önemsiz. Bir algı oluşturuluyor ve böyle olunca Kaddafi’ye diktatör, Bush’a seçimle iş başına gelmiş Amerikan Başkanı diyoruz.

Aykut: Bunları söyleyince de; ooo siz işte kültürel iktidar diyorsunuz diye taş atılıyor. Birkaç ay önce Varlık Dergisi, kültürel iktidarla ilgili dosya yaptı. Yusuf Bey, dergime çöküp geri vermediği için, şu an örneklerle açıklayamayacağım, önümde değil dergi ama abi böyle bir rezalet yok ya. Bir, dosyayı hazırlayan hanımefendinin o uzun yazısını çok dikkatle okudum; bir kere makale yazmaktan bihaber. Anlatım bozuklukları, tashihler… Bu birdi. İkincisi, kültürel iktidar derken, bizim şunu söylediğimizi sanıyorlar her seferinde: Bizi devlet desteklesin ve biz kültürel iktidarı ele geçirelim.

İsmail: Çünkü geri düzeysizler abi. Burayı büyük harfle yazar mısın Arda? Düzeysizler.

Arda: Tabii.

İsmail: “DÜZEYSİZLER.” Kültürel iktidarı, Kültür Bakanlığı iktidarı zannediyorlar. Hem o düzeysizler öyle zannediyor hem bizim geri zekâlılar öyle zannediyor. İktidarı sadece devletle ilgili bir şey zannediyorlar. Mirgün Cabas denilen arkadaşımız ne yazdı; Meltem Cumbul denilen kadın… Bunu da “bold” yap Arda. Kadın, Semih Kaplanoğlu’nun elini sıkmadı diye Mirgün Cabas, bütün kötülükler iktidardan gelir, uzanmayan, muhalif bir elden zarar gelmez, falan gibi bir şeyler zırvaladı. Niye; çünkü iktidar kavramını sadece gündelik siyasetle ve sadece devletle sınırı zannediyor, büyük Türk düşünürü! Varlık da böyle zannediyor, bizim kendi arkadaşlarımız da böyle zannediyor. Kültürel iktidarı Kültür Bakanlığı iktidarı zannediyor.

Aykut: O dosyada görülen ve hatta Tanıl Bora’nın yazdığı o şey… Bu arada bu da parantez içinde yazılsın. (Ne Cins’miş ya! Doğru bir yere dokunmuş olacak ki taş ata ata bitiremediler.) Neyse, sürekli şunu diyorlar ya üstten üstten; kültürel iktidar istiyorsanız iyi eser yazın. Diyorlar ya üstten ve yılışık bir tavırla… Hayır, baktım, hep bakıyorum biliyorsunuz zaten ama o sayı özellikle baktım öykülere, şiirlere… Eğer mesele buysa, bitmiş zaten. Ortada ne öykü var, ne şiir var. Kusura bakmasınlar, yıllardır öykü de şiir de burada yazılıyor. Devlet desteğiyle iyi eser yazma gibi bir telaşımız yok; devlet desteğiyle eser yazma gibi bir telaşımız da yok. Biz zaten iyi eserler yazdığımızın farkındayız. Böyle bir kıskançlığımız, böyle bir hasedimiz de yok. Zaten hasedin kendisi Semih Kaplanoğlu’na yapılandır.

İsmail: Örneği başka bir yerden vereyim mi? Erol Akyavaş Türk resminin prensi olarak tüm resim çevrelerini çok heyecanlandıran bir genç ve sonra olgun ressam olarak hayata sızdı. Hep el üstünde tutuldu, Türkiye’deki resmin iktidarını elinde tutan çevrelerce. Ne zamana kadar?

Adamcağız “Vav” serisi yapana kadar. Bak kültürel iktidar falan derken bunu kastediyoruz. Bu dünyada da böyle.

Furkan: Hatta şöyle bir açalım mı abi onu; mesela sürekli bizi sıkıştırdıkları bir parantez var di mi, iktidara yakınlık, devlete yakınlık diye… İktidar, Türkiye’deki bir siyasi iktidarsa, devlet de bir Türk devleti ise bu bir sanatçı için çok kötü bir şey. Fakat devlet, Alman devleti ise, devlet Fransız devleti ise, devlet Amerikan devleti ise o devletle her şeyi yapabilirsin, özgürsün. O devletten para alabilirsin, burs alabilirsin, imkânlarından faydalanabilirsin…

Yusuf: Alman cumhurbaşkanıyla el sıkışabilirsin.

Furkan: Hepsi olabilir. Hepsi meşrudur. Ama devlet, Türk devleti ise o zaman abi sanatçılığına halel gelmiştir. İşte kültürel iktidar, özet olarak budur.

Aykut: Peki, bir amme hizmeti olarak Cins’te “Yeni Başlayanlar İçin Kültürel İktidar” diye bir sayfa olsa keşke. Sonra o kitaplaştırılıp belirli mecralarda bedava dağıtılsa. Ne bileyim Cihangir’de falan…

Erol Akyavaş Türk resminin prensi olarak tüm resim çevrelerini çok heyecanlandıran bir genç ve sonra olgun ressam olarak hayata sızdı.
Erol Akyavaş Türk resminin prensi olarak tüm resim çevrelerini çok heyecanlandıran bir genç ve sonra olgun ressam olarak hayata sızdı.

İsmail: Büyük hizmet olur.

Aykut: Küfredeceklerse, bilerek küfretsinler. Bunu sürekli izah etmek çok yorucu oldu abi.

Ankaragücü ne yapıyor?

İsmail: Ankaragücü, Adana deplasmanından 0-0’lık skorla dönmek üzere, hakem şimdi son düdüğü çalacak.

Arda: Umut Nayir oynuyor mu abi?

İsmail: Şimdi bitti abi, deplasmanda 1 puan fena değil. Geçmiş olsun çocuklara.

Furkan: Anlık skor haberimizi de verdik.

İsmail: Ya Almanya’nın neyini seviyorum? Çikolatasını seviyorum abi. Heidelberg’de Furkan’ın eniştesi bir yerden bir çikolata aldı geldi. O neymiş abi ya…

Furkan: Çok güzeldi.

İsmail: Bak çikolata iktidarı, Almanya’yla Belçika’dadır abi. Tamam mı?

Furkan: İtirazımız var mı?

İsmail: Buna da benim esasen şöyle bir itirazım var; çikolata dediğin, hâlâ bir sömürge hikâyesidir abi. Avrupa’da kakao yetişmez abi.

Furkan: Fındık da yetişmez. O çok sevdiğimiz çikolatalardaki fındık, Giresun’dan gider. Fındığın borsası nerededir Frankfurt’ta.

Aykut: Kakao nerde yetişir?

İsmail: Afrika…

Aykut: Onlar Afrika’nın kakaosunu alıp ahlakını almamış; biz de onların çikolatasını alıp ahlakını almayalım abi.

İsmail: İşte budur ya. Bak altını kazıyınca çıkan sömürgecilik hikâyesi diye bir şey var. Dünyanın en güzel çikolataları niye Belçika’da üretiliyor; çünkü Belçika Kongo’dan dünyanın en güzel kakaolarını getiriyor. Bu acayip bir sömürge hikâyesidir. Ben mesela Tanıl Bora olsam bunu yazarım. Ama o, yazmaz. Gider Gençlerbirliği yazar.

Çikolata dediğin, hâlâ bir sömürge hikâyesidir abi. Avrupa’da kakao yetişmez abi.

Furkan: Çikolatanın yolculuğuna ufak bir parantez açayım abi. Bizden bir parantez… O çok sevdiğimiz Alman çikolatası var ya; büyük, fındıklı olan… Nussknacker… Gurbetçilerimizin en çok hediye getirdiği çikolata. Bir keresinde o çikolatayı yerken, onu bana getiren gurbetçi abimiz şöyle demişti: “Sana çok güzel geliyor ama ben onu hayatta yiyemiyorum.” Dedim, abi hayırdır, neden yiyemiyorsun? Almanya’ya ilk defa işçi olarak gittiğinde kazandığı bütün parayı Türkiye’deki ailesine gönderdiği için öğlenleri yemek yiyecek parası olmuyormuş. Ve çok ucuz diye abi, yıllarca bu çikolatayı yemiş öğlen yemeği olarak. Ondan dolayı, diyor, ben artık bu çikolatayı yiyemiyorum. Bu da bir Kolonyalizm türü…

  • Aykut: Yalnız mümkün olsa da, İsmail Bey’in Heidelberg’de verdiği Almancı pozunu bir yayımlasak. Hakkaten o fotoğraf bizim o gurbetçiliğin hikâyesi. O fotoğraf üzerinden gurbetçilik anlatılabilir.

İsmail: Odur duruş abi. Hani, objektife doğru keskince bir bakış; objektifin dışına bakışını hiç taşırmamaya çalışırsın. Bacaklar birbirine olabildiğince yakın. Eller, dirseklerden hiç bükülmeksizin dizin üzerinde. Ve bir…

Aykut: Tedirginlik, tetikte olmak var abi.

İsmail: Aslında yerinde olmamak abi. Hem fotoğraf makinesi de bir yersizlik duygusu oluşturuyor. Yurt odalarında köy çocuğu gören var mı aranızda?

Furkan: Ben gördüm.

Aykut: Ben oldum.

O çok sevdiğimiz Alman çikolatası var ya; büyük, fındıklı olan… Nussknacker…
O çok sevdiğimiz Alman çikolatası var ya; büyük, fındıklı olan… Nussknacker…

İsmail: Yersizlik duygusu deyince benim aklıma o gelir. Acayip bir intizamın içinde hiç olmayacak bir şey gibi durur. Dali, bu tabloyu görse; yaptığı bütün resimlerden utanır. Adamın ele aldığı en temel duygu yersizlik duygusu… Yurt odasında bir köy çocuğu görse, bütün ezberi değişir.

Nedir aslında konuştuğumuz mesele, bütün hikâye? Yerinde misin değil misin abi? Sabahtan beri konuştuğumuz mesele bu. Elif Şafak belki de kendini Londra’da yerinde hissediyordur. Dolayısıyla Elif Şafak’a kızmıyorum. Kızıyorum ama bu bakımdan kızmıyorum. Çünkü yerini bulmuş. Nihayetinde, Mişima’ya değil, Ishiguro’ya Nobel verilen bir dünyada yaşıyoruz.

Furkan: Bu da çok güzel bir özet abi.

İsmail: Her şeye rağmen, Yaşar Kemal’e değil, Orhan Pamuk’a verdiler Nobel’i abi. Bak, her şeye rağmen… Çünkü Yaşar Kemal her şeye rağmen, hâlâ yerindelik duygusuyla yaşayan bir adam.

Furkan: Adana’dan, Çukurova’dan bir adam