Ressam İlhami Atalay’la hayatına, Türk sanatına ve sanat eğitimine dair konuştuk

İlhami Atalay’la kendisini sanata götüren yolları, sanatı kaybettiğimiz zamanları, Akademi’deki sanat eğitimi metotlarını, Türk sanatının geçtiği ve geçemediği eşikleri konuştuk.
İlhami Atalay’la kendisini sanata götüren yolları, sanatı kaybettiğimiz zamanları, Akademi’deki sanat eğitimi metotlarını, Türk sanatının geçtiği ve geçemediği eşikleri konuştuk.

Akademi’yi ele geçiren paşalar burayı Osman Hamdi’ye teslim ederek, bu okulu kuruluş amacından saptırdı. Osman Hamdi ne yaptı? Kendisi asilzade sınıfından ve Batı hayranı bir insan olarak, o dönemde moda olan Fransız akademizmini bizim ülkemizde uygulamaya başladı. Fransız akademizmi neydi? Tıkanma noktasına gelen sanat anlayışının tekrar Eski Yunan’a dönüşüydü. Yani Osman Hamdi bizim Akademi’mizi Eski Yunan gölgesinde bir eğitim anlayışıyla ele geçirdi.

1948, Artvin-Arhavi doğumlu İlhami Atalay, Türkiye’deki Güzel Sanatlar eğitiminden sonra 5 yıl Berlin’de resim ve duvar halıcılığı alanında ihtisasını tamamladı. Yine aynı yıllarda Fransa, İsviçre ve İspanya’da resim, tekstil obje ve duvar halısı alanlarında çalışmalar yaptı. Türkiye’ye döndükten sonra 31 yıl sanat galerisi işletmiş olan ve resimleri yurtdışında onlarca ülkeden alıcılar bulan Ressam İlhami Atalay’la kendisini sanata götüren yolları, sanatı kaybettiğimiz zamanları, Akademi’deki sanat eğitimi metotlarını, Türk sanatının geçtiği ve geçemediği eşikleri konuştuk.

Resim, malumunuz tartışmalı bir sanat dalı olagelmiş geleneğimizde. Aramız öyle çok da iyi değil. Hatta bir parça cesaret bile istiyor. Siz, üstelik köyde bu cesareti nasıl buldunuz da resme yöneldiniz?

Sanatkâr, doğuştan donanımlı olarak doğuyor. Bence sanatkâr üç türlüdür: Doğuştan sanatkâr, değme sanatkâr ve çakma sanatkâr. Ben bir kabiliyetle doğduğum için çevremde hiç resim, ressam ve benzeri şeyler olmamasına rağmen; küçüklükten beri diyordum ki, ben ressam olacağım. Ama bu anne-babamın da kabul edeceği bir şey değildi. Ancak ben yine de bu istekle ta ilkokuldan beri devamlı resim çalışa çalışa bir sanatkâr olabilmek için mücadele verdim. Ama babam yaptığım bütün resimleri yok etti o ayrı…

Ailenizi ikna etmek zor olmuş olmalı…

Epey zor oldu. Babam Akademi'yi okutmak istemiyordu. İlk sene kazandım, babam okulu gezerken son sınıf öğrencilerinin çıplak modelle çalıştığı bir sınıfa girmiş yanlışlıkla. Çıplak modeli görmüş ve tabi babamı terlikle tabureyle kovmuşlar. Sonra babam elimden tuttu ve “Oğlum gel bu okulda insan okuyamaz” dedi. Ertesi sene yine orayı kazandım. Babam mimar olmamı istiyordu ama 2 sene de üst üste 25 alamayıp yarım puanla kaybettim mimarlığı, nasip değil işte. Kader denen bir şey var. Ama Akademi’yi hiç kursa gitmeden kazandım. Akademi’den pekiyi ile mezun olup Avrupa’ya burslu eğitime gittim.

Sanat hep vardı, biz sonradan keşfettik

Resmin yaşadığımız hayatla nasıl bir bağı vardır? Resim hayatı, hayat resmi nasıl besler?

Hayatla sanat zaten iç içe. Kâinatın özüne bakıyorsunuz aşkla ve sanatla yaratılmış. Kâinatta uyum var, denge var kompozisyon var, oran var, hesap var. E bunlar zaten sanatta da var. Demek ki sanat hep vardı ve biz sanatı sonradan keşfettik. Hayatımızda inişli çıkışlı ritimler, anlar var sanatta da olduğu gibi. Ancak insanlarımız bunu fark edecek hâlde değil. İnsanlar bakmaktan görmekten âciz. Hâlbuki sanat yapabilmek ve en başta insan olabilmek için hissedebilmek gerekiyor. Resmi besleyecek, sanatı besleyecek şey de histir. Ben mesela sanatsal hassasiyetimi devam ettirebilmek için tabiatla iç içe oluyorum hep. Ağaç dikiyorum, ağaç buduyorum, hayvanlarla ilgileniyorum her hafta bunları yaşıyorum. Haftada bir gün ders için İstanbul Tasarım Merkezi’ne geliyorum. Geri kalan zamanımı hep doğayla iç içe geçiriyorum. Türkü söylerim, dinlerim, doğayı dinlerim. O sesler o nameler de beni etkiliyor, beni hassaslaştırıyor. Çünkü sanatsal bir şey üretebilmek için hassaslaşmak lazım. Ama bu toplumu bu hassasiyetten uzaklaştırmak için her şeyi yapıyorlar. Televizyona bakın “öldürmek”ten başka bir şey yok. Üretmek yok. Ya da aile yaşantısını bozacak şeyler var televizyonlarda. Bunlar hep Türk halkını sanattan ve insanî yaşantıdan uzaklaştırıyor.

Peki, biraz daha açmak adına soruyorum. Sanat nedir ve ne işe yarar?

Sanat âşık olduğumuz, büyülendiğimiz güzelliklerin ta kendisidir. Güzellik ise, Allah’ın Cemal sıfatında gizli güzellik hazinelerinin sadece bir damlasının yeryüzüne saçılmasıdır bence. Biz insanlar güzelliğe meyilli yaratılmışız. Güzellikten anlayan varlıklar olarak yaratılmışız. Cenâb-ı Rab bizi yaratırken “Ben gizli bir hazineydim, bilinmek istedim” buyuruyor. Yani onun sanatını, kudretini bilelim diye yaratıldık. Bu yüzden biz de gözlerimizi düzeltmek zorundayız. Sanat bunun bir yoludur. Allah “Oku!” diye okuma yazma bilmeyen Peygamberimiz’e emretti. Bunu hepimiz biliyoruz ki, bu “kitap oku” anlamında değildir, kâinatı okumak anlamındadır. Kuran’ı okumak için “elif ba” öğrenmek lazım ama kâinatı okumak için başka bir dil bilmek, başka bir gözle bakmak lazım. Bu göz kalp gözüdür, hikmet gözüdür. Sanat kâinatı okumanın bir yoludur.

Ben muhafazakar değil, yenilikçiyim

Sanat anlayışınızı ve Türk toplumunun sanatla irtibatını konuşsak biraz…

Gelenekçilik eskinin titiz bir kopyacılığıdır.
Gelenekçilik eskinin titiz bir kopyacılığıdır.

Şimdi Ekşi Sözlük benim için demiş ki, “Müslüman camianın parlatmaya çalıştığı yeni gözbebeği” filan. Ben de diyorum, tam tersine böyle bir Müslüman camia yok, Müslüman camia beni parlatmaya filan çalışmıyor. Eğer bunu isteselerdi çoktan yapmışlardı. Demek ki ben, beni bilmeyen bir toplumun bayrağını salladım durdum senelerce. Bir de beni muhafazakâr olarak tanımlamışlar. Ben muhafazakâr filan değilim. Tam tersine ben yenilikçiyim. Gelenekçilik eskinin titiz bir kopyacılığıdır. Ama işte bu sanatı besleyen bir şey değil. Sanat bu şekilde ilerlemez. Ben buna bir farklılık getirmeye çalışıyorum, eskiyle yeni arasında yeni bir yorum olarak… Ama bunu da size ayrıntılı olarak anlatmam lazım buna da zamanımız yok.

Ama şunu söyleyeyim, bizim milletimiz sanatsız yaşanabileceğine inandırılmış bir millet. Müslümanlar sanattan uzaklaştırılmış. Açıkçası Batı bizim sanat yapmamızı istemiyor, bana kalırsa, bizim varlığımızı da istemiyor. Bizi terörist olarak görüyor ve öyle de gösteriyorlar. Bizim Müslüman ulema da nerdeyse çizgi çizmeyi bile yasaklamış.

Fetvaların bir derinliği yok, yüzeysel kalmış hep. Biri diyor fotoğraf çekmek haram, öteki diyor objektifin çektiği haram değil. Bir başkası diyor el ile çizilirse mahsurlu. E ama 2 milimetre odak uzaklığı olan gözümüz de bir mercek. Ben bu mercekle gördüğümü çizince nasıl haram işlemiş oluyorum? Ama öbür yandan o haram saymadıkları objektifle çekilen ne pornolar, ne insan ahlakını tahrip edici görüntüler var... Ama bunun fetvasını veren tüm bunları yani amaçları, sonuçları düşünmeden fetva veriyor. Örneğin, sinema konusunda adamakıllı bir fetva var mı? Yok.

Türk sanatına, Türk resmine de baktığımızda sanatkâr bir millet sanatsızlaştırılmış. 200 yıldan beridir bu millet yanlış bir sanat anlayışıyla karşı karşıya. Ki bence sanatsız kalmak ve cehalet ikiz kardeştir. Bu millet kasten sanattan uzak tutuldu. 19. yüzyılın sonundan itibaren biz sürekli savaşan ve bağımsızlık mücadelesi veren bir toplumduk. Bu dönemde aynı zamanda akımlar ortaya çıkmaya başlamıştı. Bizde sonrasında devam eden sanat anlayışı da hep Batı aklına uygun olarak sürdü gitti. O dönem yazılan kitapların hepsinin üstünde “Batı anlayışında Türk resmi” yazıyordu. Oysa yalnızca bizim anlayışımızdaki Türk resmini incelemeliydik. Kendi anlayışımıza uygun olarak resmimizi incelemeliydik. Neden o kitapların üstünde “Batı anlayışında” yazıyordu, çünkü amaç sadece Batı’ya entegre olmaktı. O yüzden o dönemlerden beridir, bizim “sanatkârlarımız” Batı’ya uymaya, Batı içinde erimeye can atar. Hâlbuki ortaya koymamız gereken sanat anlayışı bizim kendi düşünce anlayışımıza uygun olmalıdır.

Yeni bir şey ortaya çıkarabilmen için geçmişi özümsemen ve geçmişle meseleni halletmiş olman gerekir.
Yeni bir şey ortaya çıkarabilmen için geçmişi özümsemen ve geçmişle meseleni halletmiş olman gerekir.

Sanat akımlarını nasıl tanımlıyorsunuz peki bunların bizdeki aksi nasıl oldu?

“Türk resmi” dedikleri şey Avrupa'nın kötü tekrarı

Akım şöyle ortaya çıkar: Belli bir grup sanatkâr bir konu üzerinde belli bir metotla çalışmalar yapar ve yeni bir estetik teknik ortaya koyar ve yeni bir sanat felsefesi ortaya çıkmış olur. Daha önce ortaya çıkarılmamış bir estetik felsefeyle ortaya çıkar yeni bir akımla, ya da çıkmalıdır. Ama bizim Türk sanatçıların bir felsefesi yok. Geçmiş bir zamanda, Akademi’den mezun olan Türk sanatçıları Avrupa’da sergi açtılar. Orada röportaj yapmak isteyen bir gazeteci geliyor ve serginin küratörünü soruyor. Onları Nurullah Berk karşılıyor ve gazeteciler ona soruyorlar: “Türk resmi nerede?” Nurullah Berk diyor: “İşte budur Türk resmi”. Onlar da şöyle diyor: “Bu bizim sanat eserlerimizin kötü bir kopyası, bunlar Avrupa’nın her yerinde yapılıyor, bunun neresi Türk resmi? Ben gerçek Türk resmini görmek için geldim”. Bunlara bakınca Nurullah Berk de demiş ki, demek ki bizde bir eksiklik var. Bizim bütün bu yaptıklarımız Avrupa’nın kötü kopyaları.

Empresyonist yapmışlar empresyonistlerin kötü bir kopyası olmuş, kübist yapmışlar kübistlerin kötü bir kopyası…

En başta ne demiştik, sanatkârları ilhamları yönlendirir ama fikirsiz düşüncesiz de sanat olmaz. Bizim sanatçılarımızda bir düşünce, bir fikir yok. Bizimkiler Batı’dan sadece aktarmacılık yapıyor yeni ürettikleri bir şey yok. Yeni bir şey ortaya çıkarabilmen için geçmişi özümsemen ve geçmişle meseleni halletmiş olman gerekir. Daha sonra da bir yenilik üretmek adına o geçmişten nasıl sıyrılacaksın bunu düşünmen gerek. Ama globelleşmek derdine düşen bizimkiler, yerel değerlerden sıyrılmış.

Evrensellik meselesi yanlış yorumlanıyor…

Elbette. Evrensel olmak demek hiç kimsenin inkâr edemeyeceği, bütün dünyanın kabul edeceği bir güzelliği, bir estetiği ortaya koymaktır. Mesela kilimlerimiz, minyatürlerimiz evrenseldir. Ama Türk resmine gelince; Türk resminde boyuna Batı anlayışı var. Yani Fransa için Amerika için filan resim üretmişiz sanki; kendimiz için bir şey üretmemişiz. Her millet sanatta inancının ve kültürünün anlatımını bulmak zorunda. Her sanatkâr da kendi inancının, kendi kültürünün ve kendi milletinin idealini estetik olarak ortaya koymak zorunda. Bunu yapmak aslında evrensel olmanın yolunu açmaktır. Aksi takdirde evrensel olacağım diye başka kültürlerin içinde erirsin, yok olursun. Globalleşmek demek bütün milletleri tek elden sömürmek isteyen emperyalistlerin dünyayı tek bir ülke gibi yönetmek adına uydurdukları bir şey.

Bizim renkliliğimizi ne kadar kaybettiğimizi Afrika’ya gidince anlarsın.
Bizim renkliliğimizi ne kadar kaybettiğimizi Afrika’ya gidince anlarsın.

Globalleşmek demek milletsizlik demek, yerel değerleri kaybetmek demek. Yeni dünya düzeni bunu gerektiriyor güya. Davos’ta bile bunu tartışıyorlar. Bazı milletler direniyor, kendi kültürünü kendi rengini muhafaza etmek için. Bizim renkliliğimizi ne kadar kaybettiğimizi Afrika’ya gidince anlarsın. Giyim kuşamımızda her şeyimizde renksizlik, tek tiplilik var. Milli, yöresel kıyafetlerimizi kaybetmişiz, renklerimizi kaybetmişiz, duygusuzlaşmışız.

Ve en sonunda değer yargılarımızı kaybetmişiz. Akla karayı seçemez olmuşuz. Sanatı da sanatkârı da anlayamaz olmuşuz. Mesela bir makine halısına antika bir kilimi veriyoruz artık. Çünkü zevksizleşmişiz. Şimdi bak bütün makam sahiplerinin arkasında baklava dilimli bordo muşambalar asılıyor.

Milletvekillerinin, bakanların da dahi hepsinin arkalarında böyle bordo muşambalar asılı, her biri de elli bin, yüz bin değerde. Gel benim bir resmimi o fiyata al desem almaz. Ama sanata değer veren ülkelerde makam sahibi insanların arkalarında hep sekize on metre dev tablolar vardır. Bizde ise bak ki nasıl bir kültürsüzlük var. Peki, insan düşünüyor, ben hangi milletin temsilcisi, sanatçısı olacağım? Ekşi Sözlük benim için ne yazmış “İslami kesimin göz bebeği”. Nerede sanata kıymet veren İslami kesim var ki, ben de onların göz bebeği olayım? Keşke öyle olsa, ama değil. Bakın burada mahrumiyetler içinde öğrencilerime resim çalıştırıyorum. Nerede parlatılan İlhami Atalay?

Yeni bir şey ortaya çıkarabilmen için geçmişi özümsemen ve geçmişle meseleni halletmiş olman gerekir. Daha sonra da bir yenilik üretmek adına o geçmişten nasıl sıyrılacaksın bunu düşünmen gerek.

Akademi’nin sanat anlayışında yanlış olan neydi tam olarak? Siz nelere şahit oldunuz?

Akademi'miz kuruluş amacından saptırıldı

Abdülhamid demiş ki, bu millet genetik olarak sanatkâr bir millettir. Ve bu milletin içinden yeni sanatkârların yetişmesi için Akademi’yi kuruyor. Ama bu Akademi’yi ele geçiren masonlar ya da satılmış paşalar burayı Osman Hamdi’ye teslim ederek bu okulu kuruluş amacından saptırdı. Osman Hamdi ne yaptı? Kendisi asilzade sınıfından ve Batı hayranı bir insan olarak, o dönemde moda olan Fransız akademizmini bizim ülkemizde uygulamaya başladı. Fransız akademizmi neydi? Tıkanma noktasına gelen sanat anlayışının tekrar Eski Yunan’a dönüşüydü. Yani Osman Hamdi bizim akademimizi Eski Yunan gölgesinde bir eğitim anlayışıyla ele geçirdi. Arkeoloji müzesindeki heykellerin kopyasıyla akademi dolduruldu. Ben Akademi’de öğrenciyken, elli kişinin önünde birini üryan edip resmini çiziyorlardı. Sanki bir zaruret varmış gibi, tıp fakültesi değil ki bu! Yani başka bir kültürün sanat anlayışının gölgesinde bir eğitim var Akademi’de.

Eski Yunan’daki sanat anlayışı aslında hümanizme dayanıyor. Eski Yunan’da insanın tanrılaştığı, form olarak da kusursuz bir varlık olarak görüldüğü bir sanat anlayışı vardı. Aristo’ya, Platon’a, Socrates’e göre en büyük sanat eseri tanrısal bir görünümü olan insan bedenidir. Şimdi Batılılar Müslümanları neden sanatsız olarak tanımlıyorlar, çünkü biz insanı da Tanrı’yı da sanatı da onların anladığı gibi anlamıyoruz. Biz onlar gibi mihraplarımıza çarmıha gerilmiş İsa heykelleri asmıyoruz, camilere put koymadık ve bu nedenle “İslam’da sanat yasaktır.” diyorlar. Onlar bizim hâlâ daha sanat yaptığımıza inanmıyorlar.

  • Çünkü biz Âdem ve Havva’nın çıplak resimlerini, Allah’ın insan suretinde resmini yapmıyoruz. Michelangelo “Âdem’in Yaratılışı” tablosunda Allah’ı meleklerin taşıdığı yaşlı bir erkek suretinde resmetti.

Bu bizim anlayışımızda yok, Allah yaşlanmaz, doğmaz, doğurmaz, insan suretinde değildir. Bunlara bakarak aramızda ne kadar büyük farklar olduğunu görebiliriz. Ama ne oldu bizim Müslüman ülkemizde putperestlerin sanat anlayışında sanki bir ikonoloji enstitüsü gibi putlar üreten bir Akademi kuruldu. Ancak bu millet bunu benimsemedi, milletimiz böyle bir sanat yapma şekline lanet okudu. Kabullenmediği için de sanattan her gün biraz daha uzaklaştırıldı. O Akademi’den yetişen insanlar Yunan kafalı olduğu için zaten bu halkı da tanımadılar. Halka sürekli tepeden baktılar. Şimdi de o kafada bir “sanatçı” nın sergisinde halktan kaç kişiyi görebilirsin. Orada içkisi var, nü resimleri var orada İslami hassasiyete sahip kaç kişi yer alabilir?

Yunan heykellerinin gölgesinde niye eğitim alayım ki.
Yunan heykellerinin gölgesinde niye eğitim alayım ki.

Akademi’de öğrenciyken Athena heykelinin eline sigara tutuşturmuşsunuz ve buna benzer protest tavırlar sergilemişsiniz…

Sanatkârlar ilahlaştırıldı ve onlara tuhaf bir özgürlük tanındı

Biz 68 kuşağıyız. Şimdi biz orada öğrenciyken, hocalar sürekli dinimize ve kültürümüze hakaret ediyorlardı. Darwinizm gençler arasında çok modaydı ve özellikle Müslüman olduğundan şüphe ettikleri öğrencileri tespit edip dövmek için, onların yanında kutsallara hakaret ediyorlardı. Yarın komünizm gelecekmiş gibi komünizmin arefesini yaşıyorduk. O dönem 1965’lerde Amerika’dan gemilerle süt tozu getirildi ve zorla bütün çocuklara içirildi. Bu süt tozunun içinde ne vardı bugün hâlâ daha bilmiyoruz. Böyle faşizm dönemlerinden geçtik ve gençler sonraki dönemlerde birbirini yedi. Ben de Anadolu’dan gelen bir genç çocuk olarak bunların arasında bir de Akademi’nin eğitim anlayışına maruz kaldım. Yunan tanrılarını ezberlettiriyorlar, Yunan heykellerini yaptırıyorlar, çıplak modelle çalıştırıyorlar. Başka yeni bir düşünceye asla imkân tanımıyorlardı.

Gidip Topkapı Sarayı’nda bir çalışma yapsan hoca kıyametler koparıyor, bu gerici şeyi nereden çizdin diyor. Mesela biz Avrupa’ya burslu eğitime gittiğimizde, bizim pasaportumuzda “İslam ülkelerine seyahat edemez.” yazıyordu. Ama Avrupa ülkelerini gezebilirdik. Demek ki büyük bir kompleks vardı. Bunlar hep gerçek bunların hepsini yaşadım. O dönem Rutkay Aziz, Bedri Baykam, Tarık Akan “biz şeriata inanmıyoruz” bildirileri yayımlıyorlardı.

  • Bunlar o dönem çok modaydı. Devamlı etrafımızda dinimize, değerlerimize küfürler ediliyordu. Bütün bunları bilmeyen yaşamayan bir gençlik beni nereden anlayacak? Bütün sahte din adamları bizim gençlik dönemlerimizde meydana çıktı.

Biz o dönem öğrenciydik ve tüm bunlara maruz kaldık. Ama bu gençlere bunu şimdi anlatamam. O dönemden bu döneme, sanatkârlar ilahlaştırıldı ve acayip bir özgürlük tanındı onlara. Örneğin Müjdat Gezen, ne yaptı, ne kattı Türk tiyatrosuna da bu kadar gündemde. Tiyatrocularımız Hacivat ve Karagöz’ü hâlâ daha geçemedi. Sahneye koydukları ne peki, Shakespeare, Kral Çıplak, Mikado’nun Çöpleri, Midas’ın Kulakları, Leda ve Kuğu… Sen hâlâ daha buralardasın!(Sinirleniyor.) Sen sahneye çıkardığın beyaz peruklu tiplemelerle Shakespeare’i oynuyorsun daha. Senin Türk kültürü ve sanatına ne katkın var? Yahu komik ama insanlar bunları hâlâ büyük sanatkâr sanıyor!

Asimile olmadım diye beni bir "imalat hatası" olarak gördüler

Peki, İlhami Hocam nasıl bir özgüven vardı sizde ki, Akademi’deki o baskılara karşı durabildiniz?

Valla, o gün bugündür savaşıyorum. Hocaların uygulamak istedikleri metotlara karşı çıka çıka. Bizim Adnan Çoker adlı bir hocamız, o dönem uyuşturucu kullanarak resim yapma metodu üzerine çalışıyordu. Bilinçdışı açığa çıksın ve resme yansısın bundan da farklı bir sanat yapıtı elde edelim diye. Bu uygulamayı Cevat Dereli’nin atölyesinde yapmaya kalkıştı, ancak Cevat Dereli buna engel oldu. Amacı uyuşturucu kullanarak, sarhoş olarak resim yapmak… “Psychedelic art” diye bir şey çıkmıştı o dönem, bu uygulama yöntemini Akademi’de uygulamak istedi mesela. Danimarka ve Hollanda’dan gelen ve orada grup seksler eşliğinde güya sanatsal üretim yapan Anjeli’yi okulumuza davet ettiler ve o kadını çıplak bir şekilde sergi salonunda bekletip, uzvuna Kâbe resimleri koyarak sergilediler. Bütün bunlar Anadolu’dan gelmiş bir gence dokunuyordu işte. Bir insanı onlarca insan içinde soymak, zor geliyordu bana. O insanı küçük düşürmek demekti, benim inancıma, benim hassasiyetlerime tersti. Bu nedenle nefret ettim ve onların değerlerini de kabul etmedim. O hocalar, onların değerlerini kabul etmedim diye beni “imalat hatası” olarak gördüler.

Yani soruyordum sürekli Yunan heykellerinin gölgesinde niye eğitim alayım ki, niye ben üç metre dört metre Apollo’nun resmini büyüteyim ki? Niye? (Sesini epeyce yükselterek) Niye özellikle Yunan mitolojisini okutuyorsun bana? Akademi’nin amblemi bile baykuş. Baykuş nereden geliyor, Eski Yunan’da güzel sanatların sembolü baykuştu da ondan. Sen bu okulun amblemini bile Yunan’dan kopyalıyorsun, eğitim sistemini topyekûn Yunan’a dayandırıyorsun. Bu sanat eğitimi, bu kültüre bu insanlara göre değil. Bu nedenle Akademi’nin ilk hocaları Rumlardan, Fransızlardan oluştu hep. Bu toplumda yoktu ki bu anlayışı benimseyip bu dersleri verecek. E ama sonradan bu toplumdan da o kafada insanlar çıkardılar. Ah Ah! Dertler çok, dertler çok…

Osman Hamdi’nin Akademi’deki etkisini biraz daha açsanız, çünkü bugün de hâlâ önemli bir isim diye biliniyor…

Osman Hamdi “Kaplumbağa Terbiyecisi” diye bir tablo yapmış. Kendisini -güya asilzade aydın ya- resimdeki terbiyeci, Türk halkını da kaplumbağa olarak resmetmiş. Sonra “Mihrab”ı yapmış. O resimde rahle var, rahlede ne okunur, Kur’an; ama o sevgilisini resmetmişti o rahlenin üstünde ve o kadının ayakları altına da yırtılmış Kur’an sayfaları yerleştirmişti. Osman Hamdi, bu halkın inançlarına bu hakaretleri yaptığı hâlde, hâlâ daha büyük ressam ve Müslümanlar tarafından da böyle anılıyor.

Biz Hristiyanlardan, onların dinlerinden kültürlerinden ve dillerinden ne kadar farklı isek sanatımızın da o derece farklı ve kendine has olması gerekirdi. Müslüman’ın ölçüsü budur. Farklı olmamızın bir bedeli var ve o bedele göre bir sanat yapmamız lazım.

Akademi’den sonra yurtdışına eğitime gittiniz. Berlin’e. Kaç sene eğitim aldınız orada?

Avrupa’da bile değişen yunan sanat anlayışı bizde hâlâ değişmedi, çünkü kompleksliyiz

Buradaki 5 senelik eğitimden sonra, orada da 5 sene eğitim aldım. Ama orada çıplak model şartı yok. Ne istersen onunla çalışabiliyordun. Zaten o dönem artık Eski Yunan anlayışından da uzaklaşılmıştı. Eski Yunan anlayışında insana tapınıldığı için bedene dayalı bir sanat anlayışı sürdürülüyordu, ama Berlin’de değişen sanat anlayışı maalesef bizim gibi Batı hayranı, kompleksli ülkelerde değişmiyor. Biz bu kompleksi hâlâ daha atamadık üstümüzden.

“Müslümanın sanattan anlaması farz” demiştiniz bir söyleşinizde. Bunu da konuşsak bu arada…

Hayvanlar bile sanattan, güzellikten anlarken Müslüman sanattan nasıl anlamaz? Kuş bile sanatla kuruyor yuvasını. Kuşlar kadar da mı olamıyoruz?

Bir de ilginç bir cümleniz daha var: “Bir ressam resmine besmele çekerek başlamıyorsa orada bir sıkıntı var demektir.”

Şimdi resim yapmak günah diyorlar ya, ressam yaptığı resmin haram olup olmadığını o resme başlarken besmele çekip çekememesiyle anlayabilir. Bunun sağlaması budur. Eğer put yapıyorsan veya Allah’ı tasvir ediyorsan veya inancına ters bir durum varsa besmele çekerek başlayamazsın o işe. Hani her işin başı besmeledir ya. Ressam da eğer resminin başında besmele çekemiyorsa o resimde İslami bir sıkıntı vardır; en nihayetinde Allah’ın hoşnut olmayacağı bir işe besmele ile başlayamazsın, bunu bilirsin. Şimdi sen haşa Allah’ın resmini yapmaya kalksan besmele çekebilir misin?

Hayır.

Hah işte bunu demek istiyorum.

Ölçümüz budur yani.

Ölçü budur, biz Hristiyanlardan, onların dinlerinden kültürlerinden ve dillerinden ne kadar farklı isek sanatımızın da o derece farklı ve kendine has olması gerekirdi. Müslüman’ın ölçüsü budur. Farklı olmamızın bir bedeli var ve o bedele göre bir sanat yapmamız lazım.

Ressam aşk, heyecan, duygu ve enerji yüklü bir insandır.
Ressam aşk, heyecan, duygu ve enerji yüklü bir insandır.

Peki, Müslüman bir ressam olarak inancınızın sizi durdurduğu, sizi kendinizi başka şekilde ifade etmeye sevk ettiği anlar oldu mu?

Evet. Oluyor.

Şu anda da oluyor mu?

Elbette oluyor. Ben de hâlâ daha resimde yasak olmayan yolları bulmaya çalışıyorum. Figüratif bir şey nasıl soyutlanır bunu kendi talebelerime de anlatıyorum.

Burayı biraz daha açabilir miyiz?

Biz tabiatı öldürmeyiz, tabiatı farklı açılardan görmeye çalışırız


Yani yorum dediğimiz şey, eşyayı ne kadar farklı gördüğümüzle, görebildiğimizle alakalı. Yorumlanmamış her şey bize meydan okurcasına, bizi kendi varlığına esir alırcasına bir nesne olarak duruyordur karşımızda. Bir eşyayı bir nesneyi ne kadar yorumlayabilirsek, o kadar güçlü bir eser vermiş oluruz. Bizim inancımız soyut olduğu için tabiata bağımlı bir sanat anlayışını kabul etmiyor bizim sanatımız. Bize has sanat, tabiatı kopyacılık değil, olanı olduğu gibi yansıtmak değil olabildiğince yorumlamaktır. Ama Batı ölü bir tabiat ortaya koyar. Natürmort diyorlar işte ona, tabiatı öldürür ve bir ölünün resmini yapar gibi resmeder onu. Ancak biz tabiatı öldürmeyiz, tabiatı farklı açılardan görmeye çalışırız. Talebelerime de tabiatı nasıl farklı görebileceklerini anlatmaya çalışıyorum. Her akım her estetik anlayış da farklı bir görüşten ortaya çıkar, tabiatı okuma şekillerindeki farktan doğar zaten.

Annenizin geç yaşta başladığı bir ressamlık hikâyesi var. Buradan şunu sormak istiyorum, sanatla erken buluşmak ve sanata geç kavuşmak bu iki durumun sanatçıda ve sanat eserinde ne gibi etkileri olur acaba?

Yani şöyle erken başlarsan sanata, daha üretken olursun ve zamanın olur, zaman kazanmış olursun. Yeteneğini geliştirmek için zamanın olur ve sanatsal anlamda belli seviyeye gelerek ölürsün ama öteki türlü geç başlarsan zamanın olmaz. Annem gibi 77 yaşında başlarsan bir iki sene sonra ölürsün ve ilerleyemezsin.

Peki, geç yaşta sanata başlamış bir sanatçının ortaya koyduğu yapıtın sanatsal değer açıdan bir eksikliği olabilir mi? Merak ettiğim bu aslında.

Aslında olmaz çünkü 70- 80 yaşında bir kişi dünyayı bir çocuk gibi safça algılayıp o şekilde ortaya koyabilir. O açıdan sanatsal açıdan bir kaybı olmaz, çünkü sanat kişinin içinden doğan en naif anlatım biçimidir.

Resim güzel sanatların pahalı bir dalı nasıl cesaret ettiniz de devam edebildiniz? Kırsalda o imkânları nasıl bulabildiniz?

(Hafif sinirleniyor.) Heykelden ucuzdur ama.

Ama şiirle kıyas ettiğimizde de epey pahalı.

Sanatın hammaddesi aşktır

Haa… (Durup düşünüyor.) Benim zamanımda kâğıt bile yoktu. Boyayı filan nerede bulacaksın, çimento kâğıdına resim yapıyorduk. Kömürle resim çiziyorduk. Saman kâğıdı vardı, beyaz kâğıt yoktu. Beyaz kâğıda süt kâğıdı diyorduk. Ama şimdi herkesin her imkânı var da ne oluyor? Ortaya ne çıkıyor? Ama yokluk insanı daha fazla üretkenliğe sevk ediyor. Yani sanatın hammaddesi aşktır. Aşkla ilhamı bütün olmayan insandan sanat eseri ortaya çıkmaz.

Peki, sizce ressam tam olarak kimdir?

Ressam aşk, heyecan, duygu ve enerji yüklü bir insandır. Ve bu enerjisini diğer insanlara görsel olarak yayabilendir. Ama sadece görsel olarak değil, sözle de bu duyguları yansıtabilendir ressam. Yani bir felsefe yapıyorsun aslında her anlamda. Ressam kendine verilmiş ışığı insanlara her şekilde yayıp yansıtabilendir.

Aslında her insanın yaratışında bir kabiliyet vardır, ama kabiliyet tohuma benzer ekip sulamak gerekir ki, ortaya çıkabilsin. Orta yerde bırakırsan güneş yakar, kurt çalar ve rutubetli bir yerde saklayınca da fazla duramaz çürür. Sen kabiliyetini çürütünce Allah ne yapsın sana?

Resme başlamak isteyenler, nereden başlamalıdır?

(Gülüyor) Benim yanıma gelsinler hemen başlatayım. Önce tabi estetik dersi veriyorum, ben burada hiç akademi ve kurs görmemiş insanlara dahi resim öğretiyorum.

Peki son olarak, eserlerini beğendiğiniz bir ressam ismi verebilir misiniz acaba?

Erol Akyavaş vardı. Müslümanca bir sanat anlayışı vardı, yani sanatının kimliği vardı; ama hiçbir zaman Müslüman olduğunu açık edemedi. Çünkü Yahudi müşterileri vardı ve onları kaybetmek istemiyordu. Onun dışında Erol Akyavaş kadar sanatımıza yenilik getirebilecek başka kimseyi görmedim.