Rüzgarın tersi şiirin düzü

Rüzgâra doğru yürümenin berkittiği suratlar ancak geriye dönüp baktıkları zaman yumuşarlar.
Rüzgâra doğru yürümenin berkittiği suratlar ancak geriye dönüp baktıkları zaman yumuşarlar.

Gezen tilkiler mezarlığında, yatan aslanların diktiği çiçekler soldu artık. Kendi tabutunu sırtında taşıyanlar bir gölgelik bulamadılar. Rüzgâra doğru yürümenin berkittiği suratlar ancak geriye dönüp baktıkları zaman yumuşarlar.

Göbeği yolda düşen çocukların hayatları boyunca yolda olacaklarını, sabit bir yerde uzun süre ikamet edemeyeceklerini, biraz da başıbozuk bir ömür süreceklerini söyler eskiler.

Kamyon kasalarında muşambalara dolanıp sınırı geçenler, develerin hörgüçlerine kundak yapanlar, dallara radyo asanlar, gümüş kemerleri emaye çanaklarla değiştirenler. Eskiler. Artık kimsenin eskisi olamayacak kadar eski olanlar…

Gezen tilkiler mezarlığında, yatan aslanların diktiği çiçekler soldu artık. Kendi tabutunu sırtında taşıyanlar bir gölgelik bulamadılar. Rüzgâra doğru yürümenin berkittiği suratlar ancak geriye dönüp baktıkları zaman yumuşarlar. Eskiyebilmek için yeterince yaşamak ne kadar zor. Yeterince yaşayanların suretlerinde bir belirip bir kaybolan o şiire dokunmaya çalışmak ne kadar yorucu. İnsan kendini birçok şeye benzetir fakat benim gibi çadır çivisine benzeten var mıdır bilmem.

Eskiyebilmek için yeterince yaşamak ne kadar zor. Yeterince yaşayanların suretlerinde bir belirip bir kaybolan o şiire dokunmaya çalışmak ne kadar yorucu.

Akdeniz’in kurumuş kan rengi toprağına çakılan bir çadır çivisi. Sökülen ve tekrar çakılan. Torosların rüzgarlarına dayanmaya çalışırken yuva yaptığı toprağı kanatan. Başka şehirler, başka ülkeler, başka dağlar…

Zihnimin çadırını tutmaya çalışırken, biriktirdiğim insanlar büyük heyelanlar gibi arzın üzerinden sonsuz bir denize dökülüyorlar. Şimşek çakması gökyüzünün bilinç kaybıdır demişti ihtiyar bir Boşnak.

Benim göğümde çakan şimşeklerin gözlerimi kararttığı anlarda ortaya çıkan şiir, sabah uyanınca açık unutulan bir lamba gibi gerçekliğin tavanında sallanıyor.

Yeterince yaşayanların suretlerinde bir belirip bir kaybolan o şiire dokunmaya çalışmak ne kadar yorucu.
Yeterince yaşayanların suretlerinde bir belirip bir kaybolan o şiire dokunmaya çalışmak ne kadar yorucu.

Sonra ceketimi alıp gidiyorum, şiirin kestiği cezayı düz yazıyla bağışlatmak umuduyla. Mesela o usulünce delirmiş Belgradlı, tam buradan, bu umudun içinden yazıyor. Paviç’in Sava’dan esen sert rüzgarlara karşı kril alfabesinden bir şemsiyeyi yüzüne tuttuğunu biliyorum. Çok uzun zamandır gardırobun içindeyim, çekip giden sadece ceketim aslında. Valizlerin, seyahat setlerinin, biletlerin, otel havlularının, konuşma oruçlarının, anlama diyetlerinin içinde çok güzel duruyor benim ceketim. Yanlış trenlere binip, son duraklarda uyuya kalıyor benim ceketim.

  • Omuzlarıma bir kepenek atıp dünyaya yayılmanın sessizliğini dinlemek isterdim oysa. Her an gitmeye hazır olmanın döneceğin yer gerçekten sana aitse mümkün olabileceğini anlıyorum artık.

Göbeğimin düştüğü yeri kazacağım günün o görkemli yalnızlığına kavuşmak için sözlükler şehrin meydanına toplanmalı. Üst üste kalın ciltlerin, güvercinler gibi açılıp beyaz saflarını dünyaya püskürttükleri o yığının bir kibritle devasa bir ateşe döneceğini görüyorum.

Ceketimi de ateşe atıp mesafeleri tutuşturmak istiyorum. Kısaltamadığın mesafeleri yakmak; buna şiir demek lazım.

Öyle kelimeler öyle kelimelerle yan yana gelsin ki alfabe ayaklansın, gramer kendi şeriatını uygulasın. Böylece şairlere suçları iade edilsin. Çünkü masumiyet suskunluğun biçimlerindendir.

Hangi şarkıydı o “kelebeğin karasız renklerinden” bahseden? Gitmek ile kalmak arasında yaşamın niteliğini bozan yanılsamaları aşkın yardımcı fiilleri haline getirirken ne olacağını zannediyorduk? Şarkılar bitti, kelebekler uçtu, portakallar sokaklara döküldü. Esirgenmedik, engellendik.