Sait Mermer: Düşüncelerimizi yenilemezsek, modern buzağılardan kurtulamayız

Sait Mermer
Sait Mermer

Tekke ve zaviyelere kilit vurulduktan sonra demokratik cemaat yapılaşmalarının önü açıldı. İngiliz meclisinde “Bu Türklerin elinden Kur’an’ı almadan biz bu Türkleri mağlup edemeyiz” denilmişti. Kur’an’ı Türklerin elinden nasıl alacaklardı? Onu İncilleştirerek. Türkçe Kur’an meselesi, meal meselesi burada devreye giriyor. Demek ki, Kur’an’a dönüş palavrası, Türklerin elinden Kur’an’ı almak içinmiş. İş fıkıh açısından da ictihad kapısı meselesiyle devreye sokuldu. Tamam, ictihad kapısı açık da, senin sırtında Hz. Ömer’in ve onun varisleri müctehid imamların gömleği yok iken, aksine Auguste Comte’un pozitivizm gömleği varken hangi akılla ictihad edeceksin?

İnsanın, ‘anlam’ın etrafında geçen dünya yolculuğunu ele alıyor İsa’nın Yamalı Gömleği. Ama gömlek İsa’nın değil, Yusuf’undu ve yamalı değil, yaralıydı. Nedir’ini siz açın istiyorum, İsa kimdir, gömlek nedir, neden yamalıdır?

Peşin olarak söyleyelim. Gömlek, hakikatte ne Hz. İsa’nındır, ne Hz. Yusuf’undur; gömlek, hakikatte Hz. Muhammed’in gömleğidir. Hz. Muhammed’den önce gelmiş ne kadar peygamber varsa Hz. Mu­hammed’in gömleğinden -tabiri caizse- kendilerine modellemeler yapmışlardır. Kumaş, Hz. Muhammed’in kumaşıdır. Her peygamber Hz. Muhammed’in kumaşından başka bir kumaştan kendilerine bir gömlek dikmediler. ‘Anlam’ da işte tam burada Hz. Muhammed’in ta kendisi olmuş oluyor. Anlam, kumaştır bu metaforda.

Bunu biraz daha açmamız gerekecek…

Bir askı düşünün. Ayaklı askı. Bizim öğrenci evlerinde çok olurdu o askılardan. Askının kolları var. Her koluna bir elbise asıyorsunuz. Bütün kolları elbiseyle dolunca askı elbiselerden görünmez olur. Hayal edelim ki, hayatında hiç askı görmemiş biri olsun. Yani zihnin­de böyle bir resim yok. İlk defa askıda asılı elbiselerin sıralı bir şekil­de yan yana durduğunu görünce ne düşünür? Yani askıyı göremiyor ama elbiseleri görüyor sadece. Ne düşünür? Elbiselerin altında bir tutamağın, bir dayanağın olduğunu düşünür. İşte Muhammedî anlam böyle bir askıdır. Askının her bir kolunda bir peygamberin gömleği asılı. Birinde Şit’in gömleği, birinde Nuh’un gömleği, birinde İdris’in gömleği, birinde Musa’nın gömleği, birinde İsa’nın gömleği. Hepsi de Hz. Muhammed’in kumaşından dikilmiş gömlekler. Bu, Hz. Muham­med (sav ) yeryüzüne teşrif edinceye kadar böyle; görüntü bu.

Her peygamber, Hz. Muhammed’in anlam’ından bir hisse sahibi olarak Vahiy aldılar ve “anlamı tamamlamak” üzere gönderildiler yani…

Elbette. Tabi burada hemen Hz. Muhammed’in gömleği nerede diye aklınıza gelecek, kaçınılmaz olarak. Her bir peygamberin gömleği Hz. Muhammed’in gömleğinden modellemeler demiştik ya! O yer­yüzüne doğduğunda Allah’ın O’na bizzat O’nun kumaşından diktiği gömleği giyinmiş olarak doğdu. Yani O gelinceye kadar gelmiş olan peygamberlerin gömleklerinin bir toplamı olarak tek bir gömlek bu. Yama değil ama. O ayrı bir mesele. Ona değineceğiz. Her pey­gamberin gömleği bir yönden kendisine hastır, bir yönden de Hz. Muhammed’den hissedardır. Buraya dikkat! Zaten Hz. Muhammed’in gömleğinden parçalar halinde “Hakikat-i Muhammediye/ Muham­medî anlam” askısına tarihsel sürenin işleyişi içerisinde asıldılar o gömlekler.

Peki, niye gömleği Hz. İsa’ya hasrederek daha doğrusu odaklayarak anlatma yolunu seçtiniz?

Modern zamanlar itibariyle Batı’yla bütün hücrelerimizle yüzleşiyo­ruz. Önceden kısmî bir yüzleşme vardı. Batı deyince nedir meselenin özü? Tabi ki Hıristiyanlık. Batı’nın içinden neyi çıkardığınız zaman Batı diye bir şey kalmaz? Tabi ki, Hıristiyanlığı. Bakın Grek felsefesi, Roma, Yahudilik gibi faktörler, Batı Hıristiyanlığının değişim sürecini hızlandıran faktörler. Hatta buna İslam faktörünü de ilâve edebiliriz. Reaksiyoner, karşıt bir faktör olarak. Tabi bunlar bir nev’i ilâve şeyler. Asıl olan Hıristiyanlık. Hıristiyanlık deyince meselenin ortasında duran şey ne? Hz. İsa. Hz. İsa’nın “anlam gömleği” yani. Konsüllerde Hz. İsa’nın bu gömleğini paramparça ettiler. Patristik inşâ döneminde bir yama, Skolastik dönemde bir yama, Aydınlanma döneminde bir yama. Halen yama atılmaya devam ediyor.

Öyleyse şöyle devam edebilir miyiz sorumuza? Çağdaş problemlerimizi anlamak için tarihsel olarak daha geriden ele alıyorsunuz meseleyi. Mesela, Batı’nın oluşumu bağlamında Yahudi ve Hıristiyanların başına gelenleri kitabınızın ilk bölümünde açıyorsunuz. Bu, bugünün anlaşılmasına katkı sağlamak için değil mi?

Muhakkak ki, günümüzün meseleleri modern zamanlarda birden­bire oluşuvermiş değil. Geçmişten gelen bir sürekliliği var. Gömlek metaforu üzerinden söylersek gelinen noktada gömlekte hangi anla­yışların yaması var? Tarihsel süreklilik meselesini üç tarihsel açıdan ele alabiliriz. Dünya tarihi, İslam tarihi ve Batı tarihi açısından. Dünya tarihi dediğimizde tarihi hangi noktadan başlatabiliriz? Açıktır ki, bu işin bir başlangıcı var, bir zamanımıza düşen payı var, bir de geleceğe doğru yürüdüğü bir istikâmet var. Dünya tarihi İlk İnsan’ın yeryüzüne ayak basmasıyla başlar. Hz. Âdem’in yeryüzüne doğuşu, insanın an­nesinden doğuşu gibidir. İnsan doğar, çocuk olur, büluğ çağı yaşar, gençlik çağına ulaşır, sonra kırk yaş dediğimiz olgunluk çağına erişir ve yaşlanır, ölür. İnsanın kendi tarihi ile dünya tarihi arasında böyle bir mütekabiliyet vardır. Şu halde dünya tarihinin çocukluk dönemi, Hz. Âdem; emekleme dönemi, Hz. Şit; emeklemeden sonra ayağa kalkış dönemi, İdris ve Nuh; büluğ çağı, Hud ve Salih; gençlik çağı, Hz. İbrahim dönemine tekâbül eder ve en son kırk yaş yani olgunluk dö­nemi Hz. Muhammed’le hitâma erer. Sonrası, âhir zaman. Artık Allah Rasûlü gelmiş, Kur’an inmiştir. İnsanlığın bütün verimlerinin en kâmil şekilde yeryüzünde göründüğü döneme girilmiştir.

Uzun zamandır etrafında döndüğüm bir mesele vardı, İsa’nın Yamalı Gömleği o meselede yürüyebileceğim yolu açtı: Batı, dünyayı görmeye çalışıyor, anlamıyor ki dünya görülmez, duyulur. Hem bunu açalım isterim hem de “Batı” ve “görmek” meselesini...

Hz. İsa, öyle bir hakikatle geldi ki, Onu gören Ona soru sorma takatini bile kendinde bulamadı. Sadece gördüler. Çünkü Hz. İsa, göze hitap edecek bir tebliğle geldi. Onu görmekten kulakları işitmedi. O, ölüleri diriltti, körlerin gözünü açtı. Bunları gördüler ama Onun “Ben bunları Allah’ın izniyle yapıyorum” sözünü işitmediler. İncil’in dili bir musiki metninin notaları gibiydi. Harf diliydi. Böylece Hz. İsa’yı görenlerin kulaklarına sadece İncil’in musikisi ulaştı; lafzî anlamı değil. Hâlbuki o musiki o notalara bağlıydı. Musikiyi notalardan ayırırsanız, musikinin üzerinde istenildiği gibi oynanır ve tahrif ettiğiniz musikiye yeni bir nota uydurmak durumunda kalırsınız. İşte İncil’in tahrifi böyle oldu. Batı müziği denilen şey de böyle dönüştürülerek oluştu­rulmuş bir şeydir. Hz. İsa’nın toplumu musikinin notaların­dan habersiz bir yandan İncil’in musikisini dinlerlerken Hz. İsa’yı da hayranlıkla seyretmekteydiler. Hz. İsa’nın dünyadan ayrılmasından sonra da görsel hayran­lıkları devam etti, Onu görsel olarak unutmamak için Onu resmetmeye başladılar. Hıristiyanlıkta ikonografinin gelişmesi böyle oldu… Gelinen noktada söylediğiniz şey önemli, Yusuf bey. Duymak meselesi. Hz. İsa’yı ve İncil’in mu­sikisinin ardındaki sözü işitselerdi bütün bunları bileceklerdi. Sadece gördüler, işitmediler. Hâlbuki dünya önce işitmey­le başlar görmeyle devam eder. Biz Hz. Muhammed (sav )’i önce işitiriz, “işittik itaat ettik” deriz; sonra sünnetini görerek sünnetiyle amel ederiz. Yani dünya işitme (duyma) önceliklidir. “İşitin ey yârenler” diyor, Yunus Emre. İşitmediğin şeyin hakikatini göremezsin.

Hz. Musa, Tur’a çıkınca ve geri dönüşü de uzayınca kavminden Samiri, mücevherleri eriterek bir buzağı heykeli yapmıştı. Musa’nın kavmi de buzağıya meyletmişti. Musa (as) dönünce öfkeyle buzağıyı yaktı, küllerini denize savurdu. Ama o fikir ortadan kalkmış olmadı. Modern dünyada da yeni Samiri’ler ve yeni Buzağı’lar var. Önce buzağı düşüncesini ortaya çıkarmak, sonra da buzağıyı yakmak gerekiyor. Ama bu içinde olduğumuz zamanlarda nasıl mümkün olacak?

Bugünkü mesele. Sanayi Devrimi meselesi. Sanayi Devriminin en görsel verimlerinden birisi otomobil, mesela. Nasıl çalışır otomobil? Benzini yahut ona benzer bir yakıtı koyarsanız, ancak o zaman hareket eder. Hareket etmesi için enerjiye ihtiyacı var. Normalde duran hare­ket etmeyen bir otomobil, bir demir yahut madde yığınıdır. Enerji ne veriyor o demir yığınına? Canlılık. Yani kısmî olarak bir hayat bahşedi­yor. Otomobil, yarı canlı bir biçimde ses çıkarıyor, yürüyor. Şimdi, Sa­miri ne yapmıştı? Madenleri eritip buzağı şekline getirmişti. Bu sırada eriyiğin içine Cebrail’in ayak bastığı topraktan alıp katmıştı. Cebrail’in bir sıfatı da Kur’an-ı Kerim’de “emin- güvenilir bir Ruh” olarak geçer. Ruh, bünyesinde bulunduğu cansıza canlılık verir değil mi? Demek ki, Cebrail’in yani Ruh’un ayak bastığı toprağa bu canlılık verici özellik sirayet etmiş ki, Samiri o topraktan Buzağıya katınca Buzağıda kısmî bir canlılık meydana geldi. Sorunuza dönersek, otomobili ve birçok teknolojik aygıtı harekete geçiren enerji kaynağı petroldür. Nerelerde yoğunlaşıyor bu petrol kaynakları? Ortadoğu’da. Ortadoğu, peygam­berlerin yoğunluklu olarak geldiği, yaşadığı yerler. Peygamberlerin ayak bastığı topraklara peygamberlerle sürekli irtibatlı olması bakı­mından onlara vahiy getiren melek Cebrail’in de yoğun olarak ayak basması kadar doğal ne olabilir? İşte petrol, Cebrail’in ayak bastığı topraklardan çıkarılıyor. Yani, Samiri gibi çağın Samirileri de tekno­lojilerine o topraktan petrol katıyorlar. O zamanda Samiri’ye uyanlar Buzağıyı bırakabildiler mi? Biz de kendi buzağılarımız olan teknolojik aygıtları terkedebiliyor muyuz? Cep telefonları mesela herkesin elin­de. Atabiliyor musun? Şimdi bunlardan nasıl vazgeçebileceğiz? O Bu­zağıyı Hz. Musa yaktı. Dikkat, Hz. Musa. O zaman biz de Musa’lığımızı ortaya çıkarabilecek “düşünce yenilenmesi” ne gitmemiz lâzım. Nasıl olacak? Kitabımızın ilk bölümüne “Düşüncenin Kalbini Yarmak” ismini koyduk. Önce, düşüncenin kalbini yarmak, sonra düşüncenin kalbini yıkamak gerek. Saf İslam Düşüncesini elde etmek. Tefekkürümüzün yenilenmesi lâzım. Aksi halde Buzağılardan vazgeçemeyeceğiz.

Gazali yaşıyor. Sizin de özel vurgunuz var Gazali’ye. Malum dolayımında çok tartışılan bir isim Gazali. Ziyade “bugünkü günlerimiz”in sorumlusu olarak gösteriliyor. Samiri ve Buzağı şurada durup kırılmayı bekliyor değil yani. Hamle yapıyor.

Meselenin üzerine isabet oldu bu soru. Gazali’nin derdi neydi o za­man? Gömleği yırttırmamak. Üstüne de yama yapılmasına müsaade etmemek. Az evvel birinci sorunun cevabında askı örneği vermiştik. Onun üzerinden yürüyelim. Muhammedî askıda peygamberlerin göm­lekleri vardı. Hz. Muhammed gelince o peygamberlerin mezhebleri “nesh” oldu. Neden mezhep dedim. İslam’ın peygamberleridir onlar, yolları da İslam’ın mezhepleridir. Hz. İsa’nın mezhebi, Hz. Musa’nın mezhebi gibi düşünülebilir. Hz. Muhammed gelince, Hz. İsa’ya indiri­len İncil, Kur’an’a katıldı; hakeza Hz. Musa’ya verilen Tevrat da. Ken­dileri de Hz. Muhammed’in Varlık bünyesine daha kâmil bir şekilde katıldılar, yani Hz. Muhammed’de yeniden var oldular. Bunları ne için söyledim? Peygamberlerin gömlekleri yerine Hz. Muhammed (sav) sonrası için sahabelerin gömleklerini görüyoruz askıda. Hz. Musa’nın gömleği, Hz. Ömer’in gömleği oluyor; Hz. Harun’un gömleği, Hz. Os­man’ın gömleği oluyor; Hz. İsa’nın gömleği, Hz. Ali’nin gömleği oluyor. Sahabeler, peygamberlerin kumaşlarından giyiyorlar gömleklerini. Yüzyirmidörtbin peygamber varsa, yüzyirmidörtbin sahabe var. Her sahabe bir peygamberin mirasçısı. İslam Düşüncesinin tarihî akışı devam ediyor. Peygamberler, Allah Rasulü’nün kumaşından giyindiler, demiştik. Sahabeler de Allah Rasulü’nün kumaşından giyindiler.

Gazali ne yaptı? Tercüme hareketleriyle İslam Düşüncesinin içine sızan muharref Neo-Platonist Aristoculuğun cübbeli sarıklı bir gö­rüntü içinde Hz. Ali’nin “hikmet” gömleğini yamama girişimine karşı çıktı. Hz. Ali kimdi? Hz. İsa’nın vârisi. Hz. İsa’nın öncesi de Hz. İdris. İdris’in mesleği terzilikti değil mi? Varlığın terzisiydi O, çünkü. Yunan felsefesi, “Varlık” meselesi üzerinden Hz. İdris’in gömleğine yama atılmasıyla ortaya çıktı. Yani Yunan Felsefesi dediğimiz şey, Hz. İdris’in gömleğinin yamalı bohça haline getirilmiş biçimidir. Hıristiyanlık yine aynı yolla Hz. İsa’nın gömleğine attı Felsefî yamayı. Sıra Hz. Ali’nin gömleğine gelince Gazali müdahalesi geldi. Gazali bunu yaparken reddiyeci bir üslup kullanmadı; eleştirel bir üslup kullandı. Meşşaî (Peripatetik / Yürüyen) tesmiye olunan Kindî, Farabî, İbn-i Sina gibi İslam Filozoflarının başını çektiği felsefi çizgiyi kritiğe tabi tuttu. Onla­rın attıkları yamaları sınıflandırdı. Küfre düştükleri, küfre düşmedik­leri noktaları işaretledi. Gazali’nin bakışındaki orjinallik şudur ki; inşa ettikleri buzağıya Cebrail’in ayak bastığı yerden “toprak katılmasına” karşı çıktı. Tamam, zihninizde bir Buzağı inşa etmişsiniz. Ama onu canlandırmak için hakikatten (İslam’dan) alıp ona katıştırmayın, dedi. Buzağıyı inşa etmelerine karşı çıktı ama karşı çıkmaktan da ziyade o buzağıyı İslam Düşüncesinin ruhuyla diriltmelerine yani ona İslam’dan bir ses katarak onu böğürtmelerine karşı çıktı.

HİNDİSTAN’I İŞGAL ETMEK İÇİN

“RABITA ŞİRKTİR” DEDİLER

Hira’ya gitmek için evinden çıkan fakat Hira’sını bulamayan geri dönerken de büsbütün evin yolunu kaybeden “modern Müslüman aklı”ndan söz edelim. Bugün olan biten konusunda daha eleştirel yaklaşıyorsunuz.

Daha eleştirel yaklaşmamın sebebi, bugün gelinen noktada saldırının top­yekûn Muhammedî gömleğe yönelik olması. Paramparça etme peşindeler. Yama yapma peşinde bile değiller. Bu­nun sebebi, açık bir şekilde Batıcılık. Bu takriben üç yüzyıllık bir niyet. Bu hareket tamamen Batı’dan geliyor ama kamufle olmuş biçimde. Gazali’den önceki ve Gazali dönemindeki hareket içerden bir hareketti. Hariciliği, Cehmiye, Mu’tezile gibi fırka­ları düşünün, bunların hareket noktaları içerdendi. Onun için Ebu Hanife olsun İmam Eş’ari olsun Gazali olsun eleştirel bir üslup kullandılar. Asla dönüş imkânını gözettiler çünkü. Ama şimdikiler dışarıdan ve bu Batı kaynaklı hareket, ya kendisini Müslüman kılığında kamufle ediyor yahut içimizdekileri kullanıyor. Modern Müslüman Aklı dediğimiz şey de içimizdekilere ait bir şey. Müslüman kılığında kamufle olmak maliyetli ve zor bir şey. Fakat Modern Müslüman aklının diğerine nazaran Batılılar’a hiç maliyeti yok desek yanılmayız. Konuyu çok uzatmak istemiyorum. Önce bir yenilgi psikolojisini yerleştirdiler. Neden yenildik? Kur’an’dan uzaklaştığı­mız için. Şu halde Kur’an’a dönmeliyiz. Nasıl döneceğiz? Kur’an’ın önündeki engelleri temizleyerek. Bu engeller ne? Kur’an’dan hemen sonra gelen Sünnet (Hadis). Bunu atmalıyız. Sünneti atmak için ne yapmalıyız? Sünnet’ten sonra gelenleri temizlemeliyiz. Bunlar ne? Fıkıh, Tasavvuf ve sâire. Kafası boşaltılmış Müslümanı işte böyle bir basitliğin içine soktular ve bu verdiğimiz sırayı hiç sektirmeden temiz­letme yoluna baktılar Batılılar. Mesela, “Rabıta şirktir” dediler. Bunu niye söylettiler biliyor musunuz? Hindistan’ı işgal etmek için. Rabıta, nihayetinde çok siyasi bir şeydir. İngilizler’den önce Hindistan’ı diğer etnik ve dini unsurlara nazaran azınlık olan Müslümanlar yönetiyordu. Bu yöneticiler Nakşibendi idiler. İngilizler bütün unsurlara demokrasi bilinci aşılayınca demokrasi, bütün rabıtayı bitirdi. Hinduizm adını verdikleri de bir din uydurdular ve bu dinle Müslümanlar dışındaki dini unsurları Müslümanlara karşı örgütlemiş oldular. Böylece Nakşi­bendilerin ağırlıkta olduğu Babür devleti elden gitti. Demokrasi bilinci Müslümanlar arasında da yaygınlaşınca şirke girmemek için! Müslü­manlar da demokrasiyi tercih ettiler.

Türkiye’de neler oldu peki?

Tekke ve zaviyelere kilit vurulduktan sonra demokratik cemaat ya­pılaşmalarının önü açıldı. İngiliz meclisinde “Bu Türklerin elinden Kur’an’ı almadan biz bu Türkleri mağlup edemeyiz” denilmişti. Kur’an’ı Türklerin elinden nasıl alacaklardı? Onu İncilleştirerek. Türk­çe Kur’an meselesi, meal meselesi burada devreye giriyor. Demek ki, Kur’an’a dönüş palavrası, Türklerin elinden Kur’an’ı almak içinmiş. İş fıkıh açısından da ictihad kapısı meselesiyle devreye sokuldu. Tamam, ictihad kapısı açık da, senin sırtında Hz. Ömer’in ve onun varisleri müctehid imamların gömleği yok iken, aksine Auguste Comte’un pozi­tivizm gömleği varken hangi akılla ictihad edeceksin? Bu yol açılınca, iş sahabe meselesine geldi. Kritik rollere sahip sahabelerin gömlek­leri teker teker askıdan indirildi. Böylece bu sahabelerin üzerinden Hz. Muhammed’in gömleği tamamen yırtılıp atıldıktan sonra sıra Kur’an’da. Hedef bu. Dikkatli olmalıyız.

Peki, “ortak” bir “şuradan başlayalım” diyebileceğimiz bir yer yok mu? Nasıl belirleyebiliriz bunu?

Nasıl toparlayabileceğiz bu dağınıklığı diye soruyorsunuz. Ehl-i Sünnet ve Cemaat yolundan ayrılmayarak. Hatta ben buna Türkiye Ehl-i Sünneti de di­yebilirim. Türkiye Ehl-i Sünneti derken kavramı daraltmıyorum; aksine daha geniş alıyorum. Ehl-i Sünnet bir mez­hep değil; ana hat. Tasavvuf da öyle; bir meşreb değil, ana hat. Birbirinin ön ve arka yüzü. Bu topraklara Ehl-i Sünneti kim taşıdı? Tarikatler… Ge­lelim “ortak” bir nereden başlayalım sorunuza. Cevabı çıktı ortaya aslında: Tekke ve zaviyelerin kapatıldığı nok­tadan; Kemalizmin tarikatleri çağ­dışı bulduğu noktadan; Modernist İslamcılığın Tasavvufa dair mese­leleri şirk saydığı noktadan. Zaten ilk soruda gündeme getirdiğiniz “anlam” meselesine düşünce tarihi bağlamında buradan geriye doğru hareket ederek ulaşabiliriz; ânımı­zı inşa edebilir, geleceğe yolculuk yapabiliriz.