San Marco Meydanında Allahu Ekber

Cins oturum
Cins oturum

Cins Dergi ahalisi olarak ‘artık yeter, oturup konuşalım’ dedik. Oturup konuştuk. Bu odur:

İsmail: Yusuf bey, iki aylığına Türkiye’de olmamanın avantajı ne biliyor musun? Neyin önemli, neyin önemsiz olduğunun çok ciddi farkına varabiliyorsun.

Yusuf: Uzaktan bakmanın sağladığı bir imkân…

İsmail: Tam öyle demeyelim ona ama şöyle bir durum oluyor gerçekten. Burada bir tartışma patlıyor ve o esnada sen Kojnic’te, balıkçılık yaparak geçimini temin etmeye çalışan ama profesyonel bir basket takımında da basket oynamaya gayret eden bir şehit çocuğunun derdini dinliyorsun. Dolayısıyla Türkiye’de patlayan siyasi tartışma mı önemli, o şehit çocuğunun basketbol oynama hayali mi önemli, ikisi arasında bir tercih yapmak zorunda kalıyorsun. Hani mesela Aysel Tuğluk’un annesinin mezarıyla ilgili, buraya terörist gömdürmeyiz meselesinden üç gün sonra haberim oldu. Üç gün sonra haberim olunca gündeme ait hiç bir şey kaçırmamış olma hissi uyandı bende. Aslında çok saçma, sahte bir gündem bindirmesi yaşayan bir ülke Türkiye… Yazarken de böyle oldu. Bilmem fark ettiniz mi? İki aydır sadece ilkesel yazılar yazıyorum. Yani gündemin peşinden koşmaktansa, kendi gündeminin takipçisi olma meselesi bana çok daha iyi geldi.

Yusuf: Buna katılıyorum fakat şöyle bir şey de var, Türkiye’nin gündemi, evet sahici değil. Türkiye’nin gündemi evet bindirilmiş bir gündem. Fakat Türkiye adım adım büyük bir zorluğun kıyısından geçiyor. Bu bütün sahiciliğiyle gündeme yansımıyor belki. Gündemdeki gerilim, bütün yersiz başlıklarına rağmen, sanki o uçurumun kenarında olma hissinin yansımaları gibi. Bir referandum meselesi var malum. Kadim bir Türk şehri olan Kerkük var. Bunun etrafında dönen bir tartışma. Dolayısıyla Aysel Tuğluk’un annesinin mezarıyla ilgili olan tartışma da Kerkük’ten bağımsız okunabilir mi, açıkçası emin değilim.

Furkan: Türkiye’de insanlar bugünkü bir meseleye 5 yıl sonra olmak istedikleri yerden bakıyorlar. Bu belki hepimiz için geçerli. Kendimizi hayal ettiğimiz o yere doğru gidebilmemiz için gereken adımları, bugünkü meseleyle yorumluyoruz. Bu da işte sanal gündemi besleyen bir şey haline geliyor. Özellikle duyarlılık meselesi... İnsani hassasiyeti olan herkes bir cenazeye yapılan saygısızlıktan rahatsız olur. Sen bundan rahatsız olmayacak birini tanıyor musun? Fakat bu duyarlılıksa, bu insanlık namına yapılan bir tepkiyse bunun bir istikrarının olması gerekir. Bir cenazeye yapılan saygısızlık elbet kötü bir şeydir fakat ondan daha kötüsü 20 yaşındaki gençlerimizin şehit cenazelerinin bizlere gelmesidir. Onların düğünlerini yapacakken cenazelerine katılmak daha ağır bir şeydir. Bu gündemin arasında eriyen bir şey haline gelirse ve bunu konuşursak sadece, bir şeyleri atlamış oluruz. O atladığımız şey de senin o uçurumun kıyısında beklediğimiz ana tekabül ediyor.

Yusuf: Belki şudur İsmail abinin söylediği... Sağlıklı konuşamıyor olmamızın bir sebebi olarak... Evet, cenazeye yapılan saldırı hiç bir şekilde mazur görülebilecek bir şey değil. İnsanlık dışı bir eylem. Diğer taraftan Aysel Tuğluk’un terörist sevici olduğu gerçeğini de aynı somutlukta yan yana konuşabilmek gerekiyor. Türkiye’de yapamadığımız bir şey bu. Dışarıdan, özellikle eski Türk coğrafyası dediğimiz Balkanlar’dan Türkiye’ye bakınca bu sağlıklı bakış açısına mı ulaşıyoruz acaba? Bunu görebilme imkânı mı sunar orası?

İsmail: Ben, şu eski Balkanlar bizim coğrafyamız meselesine katılmıyorum. O coğrafyalar bizim falan değil. Eskiden bizim olmuş ama şimdi bizden daha çok Almanya ve Rusya’nın. Biz de kendimizi kandırıyoruz. Konya’nın Meram Belediyesi bir kasabanın görülür yerine bir tane havuz yaptı diye oralar bizim olmuyor. Bakir İzzetbegoviç sonrası dönemde -ki bir daha aday olmayacak- Türkiye’nin desteklediği belirgin bir başkan adayı yok. Koca İstanbul Büyükşehir Belediyesi oraya kültür günleri etkinliği açılışına gidiyor, Saraybosna Belediye Başkanı Abdullah Skaka, Türkiye’nin para harcadığı o açılışa gelmiyor. Almanlar bir yıkık kilise çanı onarsalar ve daire başkanı düzeyinde bir katılım gösterseler; Abdullah Skaka oraya koşarak gidiyor abi. Bosna’da herkesin konuştuğu şey Abdullah Skaka’nın bu dönem ya da sonraki dönem Bosna’ya başkan olacağı... Ve senin bununla ilgili yapabildiğin hiç bir şey yok. Abdullah Skaka’yı FETÖ ve Almanya çok ciddi destekliyor ve Bosna’nın başkanlığına hazırlıyor. Sen ne yapıyorsun?

Yusuf: Şimdilik olumsuz bir tablo çiziyorsun ama ona bir şerh düşmem lazım. Tarih, bu yüzden bizim için aydınlatıcıdır. Biz bugünü dünden hareketle konuşuyoruz. Düne nazaran bugün iyiyiz. Biraz buradan bakınca istediğimiz düzeyde değil ama istediğimiz düzeyde olmaması için bir gerekçe yok. Çünkü biz Rumeli’ye bir kayıkta 8 kişi ile çıkmış bir milletiz.

Aykut: Şimdi orada siyasi olarak ne yapılıyor bilmiyorum ama TİKA’nın bir çok ülkede olduğu gibi orada da bir sürü restorasyon çalışmaları var. Yunus Emre Enstitüsü belki var. Çalışma yapılıyor mu bilmiyorum hakikaten, bileniniz var mı diye soruyorum.

İsmail: Yunus Emre Enstitüsü Balkanlar’ın her yerinde var ama ne yaptıklarına dair bir fikrim yok. TİKA’nın ne yaptığını iyi biliyorum. Çok güzel işler yapıyor. Abi bak, bir yerle 600 yıllık bir ilişkin varsa, sekiz kişi bir salla çıktıysan, orayla çok yapısal siyasi, politik, kültürel bir işbirliğinin olması gerekir. Bu yok Balkanlar’da. Var diyenle sabaha kadar tartışırım. Gümülcine’ye gidiyorsun başka dert buluyorsun, Saraybosna’ya gidiyorsun başka, Üsküp’e gidiyorsun başka dert dinliyorsun. Bir dünya dert var ve bu dertleri çözecek bir devlet aklı yok. Daha mı iyi? Süleyman Demirel’den daha iyi. Çünkü her şey Süleyman Demirel’den daha iyi. Herkes demiyorum, her şey diyorum. Süleyman Demirel Bosna Savaşı'nın bitmeme gerekçesi biliyorsunuz.

Yusuf: Balkan coğrafyasıyla ilgili bir aklımız var mı derken, teorik bir şeyden söz ediyoruz. Bu dursun. Şuanda meşhur olduğu için TEOG tartışması bağlamında söylüyorum, Türkiye’nin mesela kendi has ve doğrudan bir gündemi olarak bir eğitim aklı var mı? Maalesef onun için de yok demek zorunda kalıyoruz. Bunu söylerken tabi bugünkü iktidarı kayıtlı tutarak söylemiyorum. Cumhuriyet ve hatta Osmanlı’nın son 150 yılını katarak söylüyorum. O tarihten beri bizim bir eğitim disiplinimiz yok.

Mustafa: Bana kalırsa eğitimin ötesinde 1940’lardan beri savaş halindeyiz. Daha doğrusu savunma halindeyiz. Bu savunma hali bizim temel uğraşımız haline geldi. Gündemimiz yapay ama biz bunu suni yollarla çözmeye çalışıyoruz. Bu da bizi sürekli olarak savunmada bırakıyor. Bir cenaze haberiyle karşı karşıya kalıyoruz ve onu siyasal, insani, sosyal ve stratejik açılardan falan değerlendirip bir karara ulaşmaya çabalıyoruz. Ve bu yoğun çaba bizim tüm vaktimizi işgal ediyor. Kendi kişisel gündemimiz adına Balkanlar’ı dert ettiğimiz zaman yanılmıyorsam bir çatışma yaşıyoruz. Tam kişisel gündemimiz hakkında bir şeyler yapalım diyoruz ama yapay gündemin savunmasından yorulmuş bir halde kalakalıyoruz.

Yusuf: Savaşan birine senin elbisen niye çamurlu, sorusunu soruyor gibiyiz.

Mustafa: Konuyu biraz kopartacağım ama şunu da ekleyeyim; Sosyal medya başlarda bir maske takıp anonim söz söyleme alanıydı. Bence artık insanlar bu uğraştan sıkıldı ve daha güzel bir şey keşfetti. Artık insanlar sosyal medyada maskesini indirip istediğini söyleyebiliyor. V For Vendetta filminde binlerce insan maske takıp nasıl sokağa çıkıyorsa, o adam da burada maskesini çıkartıyor ve binlerin içine karışıyor. Böylelikle hırslarını, yalanlarını, karalama çabalarını kalabalıkların içinde rahatlıkla dile getirebiliyor. Memleket kaygısı güden de her oraya atılan lafa bir savunma geliştirmeye çalışıyor. Dolayısıyla gündemimiz burada tıkanıp kalıyor.

Yusuf: Konu yine İngilizlere geldi.

Aykut: Neydi o İngilizlerle ilgili Kızılderililerin söylediği bir söz vardı.

İsmail: Onu sen de mi alıntılayacaksın. Alıntılama yeter.

Aykut: Yok, ben Yusuf’a alıntılattıracaktım.

Selman: Furkan abiye öteki sözü söylettirelim, kayıtlara geçsin.

Furkan: Bunu basmaya cesaretiniz var mı?

Aykut: Abi o sözün daha vakti var. Ben önce şunu söylemeliyim. Yedi Korku diye bir roman okuyorum. Hristiyan veya ateist bir Boşnak’ın eseri.

İsmail: Bir Boşnak’ın Hristiyan olması söz konusu değil. O bölgedeki halk için söylüyorum. O bölgedeki halkın Müslüman’ına Boşnak, Katolik’ine Hırvat, Ortodoks’una Sırp denir. Dolayısıyla Hristiyan Boşnak diye bir şey yok. Ama mesela Emir Kusturica denen hayvan oğlu hayvan ‘ben Hristiyan oldum, Ortodoks oldum’ dediği anda Sırp oluyor. Yani Boşnaklık etnik bir aidiyeti de tanımlıyor meselesine ben soğuğum. Boşnak dediğin Müslüman, Müslüman dediğin eşittir Türk. Çünkü bir Boşnak ilmihalinde der ki; “Ne zamandan beri Türksün? Cevap: Kalu Belâ’dan beri.”

Aykut: O zaman, o bölgede yaşayan ve ne olduğunu şuan bilmediğim multikültürel yazarın romanında bir yerde şöyle bir şey geçiyor. Çok bunaltıcı bir havayı ve terli halini tasvir ederken “baklava şerbeti gibi yoğun” diyor. Bu noktaya mı geldi yani? Baklava bizim değil mi? Bunu biz hiç kullanmadık, bizim niye hiç aklımıza gelmedi? Bu kadar iyi oturmuş bir tasvir üstelik.

İsmail: Vallahi ben “tuza değmiş koruk” tasvirini kullandım Aykut bey.

Aykut: Sen koruk değince benim şu aralar Furkan Çalışkan’dan bir söz duymayı canım çekiyor sürekli.

Furkan: Mayınlı alana giriyoruz yani öyle mi?

Aykut: Soruyorum o zaman. Troçki’nin bir sözü vardı Furkan Bey. Hadi bir söyle.

Furkan: Peki, tamam: “Şimdi iktidar olduk ve bütün alçaklar bizden yana” diyor Trokçi.

İsmail: “Şimdi iktidar olduk ve bütün alçaklar bizden yana” cümlesi abi, değişmez bir gerçektir.

Aykut: Grupta da yazdım ya, bir Şeyh Edebali havası yok mu? “Şimdi iktidar olduk ey oğul ve bütün alçaklar bizden yana” yazsan da olur yani.

İsmail: Zaten biliyorsunuz, bir komplo teorisi olarak denir ki; Troçki Müslüman olmak üzereyken öldü.

Aykut: Abi bir adam iyiyse eninde sonunda Müslüman olmalı veya olmak üzeredir.

Furkan: Troçki nedir abi? Şimdi biz bir grup Türk Üsküdar’da toplanmış Troçki konuşuyoruz. Neden? Troçki Kızıl Ordu’yu kuran adam. Kızıl Ordu’yu kurarken Sovyet toplantılarında masanın altından 3.sınıf Fransızca aşk romanları okuyan bir adam. Troçki bir romantik. Troçki bir idealin romantize edilmiş hali. Gerçeği Stalin. Bizim gibi gerçeklerle yetinemeyenler her zaman Troçki’nin hakkını teslim eder. Bütün mesele bu.

İsmail: Bütün eski Yugoslav bâkiyesi için bir şey anlatılır. Bunu birçok yerde duymuştum ama beni en çok etkileyen Saraybosna-Zeljeznicar maçına götüren bir taksici ile yaptığım konuşma oldu. Bu arada Zeljeznicar yani benim tutmadığım takım, Saraybosna’yı uyduruk bir penaltıyla yendi. Aliya dizisi çekiyoruz dedim. “My man. But, Bakir is not” dedi. Peki dedim, Bakir değilse Radonçiç mi? “Hayır, hayır. Benim adamım Tito” dedi. Bütün Balkan coğrafyası için tek bir gerekçesi var bunun. Çünkü Tito bütün Yugoslav coğrafyasını Stanlin denen beledan ne yapıp edip uzaklaştırmayı başarmış. Bu onlar için unutulmaz bir şey. Bu, Tito’nun Müslüman, Hristiyan herkesten hayır duası alması manasına geliyor. Üstelik Boşnaklar’ı belirgin şekilde ezmiş olmasına rağmen... Aliya bile kitaplarındaki ona bir şekilde yer bırakıyor. O da mesela enteresan. Aradan biraz süre geçince hissettiğimiz bir şey. Ama şu deminki bahse devam edersek; “Türkiye, Balkanlar, Avrupa falan ne oluyor?” meselesinde şu oluyor mesela, Sırp bölgesinde beni bir Boşnak polis durdurdu. Hatalıydım, biraz fazla hız yapmıştım. Bana ceza kesecekti. Arabanın plakasını çok fark edemedi ama ehliyetimdeki T.C. ibaresini ve Türk bayrağını görür görmez göz kırparak “buyur geç” dedi. Türkiye'nin anlamı nedir, biraz budur. Mesela 2 Polonyalı otostopçu çocuk aldım arabama. “Biz Türkiye'ye gelmek istiyoruz ama kız arkadaşımın başının açıklığı sorun olur?” mu dediler. Türkiye'yi hangi ülke zannediyorsunuz bilmiyorum ama Türkiye sizin zannettiğiniz ülke değil dedim. Biz develerle seyahat etmiyoruz orada. Çünkü deve yok Türkiye'de. Birtakım develer var ama onlara binilmiyor. Onlar bize biniyor. Avrupa'da ilginç bir Türkiye ve anlamları meselesi var. Ortadoğu'ya gittiğimizde bambaşka bir tablo var ama Avrupa'ya gittiğimizde çok ilginç anlamlarla ve çok tuhaf bağlamlarla karşılaşıyorsunuz.

AUSCHWİTZ’DE IDRİB MARŞI…

Yusuf: Bir şerh düşeyim konuyu değiştirerek. Bosna dedin, oyuncularımız dedin. Aliya dizisi için oradaydın. Merak etmiyor değiliz. Ne oldu, ne kadarı bitti? Montaja başlanmış herhalde, dizide son durum ne?

İsmail: Bu en nihayetinde Türk televizyonlarında yayınlanacak bir dizi. Fakat şöyle bir şey oldu tabii; onlarca insan yanımıza gelip; “Okullarda çocuklarımıza Aliya’yı öğretemiyoruz” dediler. “Ancak evde anlatıyoruz.” Onlarca Boşnak gelip bize dua etti. “Allah sizden razı olsun. Sayenizde çocuklarımız Aliya’yı tanıyacak. İkinci olarak Sırplar bir açıklama yaptı. “Madem Aliya dizisini Türkler çekiyor, biz de Karadziç’in belgeselini yapacağız” diye. Ahmet Tezcan da “Çocuklara izletilmediği sürece başarılı olabilir” diye şık bir cevap verdi. Sırplar ve Hırvatlar çok ciddiler bu hususta.

Yusuf: Ne zaman izleyeceğiz peki?

İsmail: Biraz TRT’ye bağlı ama Kasım ya da Aralık aylarından birinde izleriz gibi geliyor bana. Bu arada başka bir şey söyleyeyim. Türkiye'de olmak ya da başka bir yerde olmak bağlamında Furkan bir şey anlatsın size. Venedik’te tanıştığı Romen bir profesörle ilgili...

Furkan: Onu yazamadım, burada anlatayım. Venedik San Marco meydanında İsmail ile Bekir Cantemir’i beklerken bir iskelede oturmuş Romanyalı bir profesörle muhabbet ediyorduk. Kendisi de bir hafta önce Safranbolu’daymış. Orada estetik ve mimari üzerine Türkiye'deki partnerleriyle çeşitli çalışmalar yapmış. Bembeyaz bir Romanyalı var karşımızda. Fakat o da İtalya'da bir zenci ve bunun farkında. Şöyle bir diyalog gelişti aramızda Romanyalı’yla; “Türkiye’de ne oluyor? Bir diktatörlük rejimine doğru giden, Avrupa değerlerinden kopan bir ülke var galiba benim anladığım.” dedi. Ben de Safranbolu evlerinden bunu mu anladın bu dedim. “Yok” dedi. “Ekipteki Türk arkadaşlarımız bana sürekli bundan bahsettiler. Biz akademik muhabbetten ziyade Türkiye'nin siyaseti üzerine konuştuk.” Sonra baktım ki abiye başka bir yerden yaklaşmak lazım. Biraz konuyu da değiştirmek için İonescu, Cioran ve Eliade’den bahsettim. 3 sevdiğimiz Romanyalı dedim. Üçlü için şunu söyledi; “Onlar Romanya'da kalsalardı, Romence yazsalardı bir şey olamayacaklardı. Bu hepimiz için geçerli. Ben de Romanya'nın dışında bir akademisyen olsaydım bugün bütün dünya belki de beni tanıyor olacaktı.” Bunu bir hayıflanma biçimi olarak söyledi. Bir orta Avrupalı için durum İngiliz sömürgesi altındaki bir Hintli’den farklı değildi durumu. Ve sonra şunu söyledim; “Bu sizin ulusal bilinciniz için çok kötü bir şey. Romence yazarak bir şey olamamak bir ulusal kimlik kaybı.” “Evet, bizim ulusal kimliğimiz yarım kaldı. Çünkü Türkler Karpatların kuzeyine geçmediler, güneyinde kaldılar.”

Yusuf: Vaay. Müthiş.

Furkan: “Ne demek istiyorsun” dedim. “Türkler eğer Karpatların kuzeyine gelselerdi bizim Romen kimliğimiz tamama erecekti. Romanya bir bütün olacaktı. Fakat Türkler orada kaldığı için biz biraz Macar, biraz Rus, biraz Bulgar, biraz Romen olduk.” dedi. “O yüzden de hiç kimse Romence yazarak bu dünyada hiçbir şey olamaz.”

Yusuf: O zaman dışına çıkmayım biraz mevzunun. Siz Venedik’teyken, fark ettiniz mi bilmiyorum, Venedik Belediye Başkanı, San Marco Meydanında birisi “Allahu ekber” derse vururuz diye açıklama yapmıştı.

İsmail: San Marco Meydanında “Allahu ekber” demiş bir insanım!

Yusuf: Kayıtlara geçsin diye söylüyorum o zaman. Vatikan’da Yunus’tan ilahiler okumuş insanız biz de.