Serçelerin şarkısı ya da fıtratın ahengi

Dünya bir alışkanlıktır. İnsana göre olmayan hiçbir şeyin sonsuza kadar hüküm sürmesi de mümkün değildir.
Dünya bir alışkanlıktır. İnsana göre olmayan hiçbir şeyin sonsuza kadar hüküm sürmesi de mümkün değildir.

Mecidi’nin çirkin ve narin serçeleri şarkılarını söylemeye devam ediyorlar. Dinlemeye değer bulunmayan ötüşleriyle hiçbir zaman fark edilmeyeceklerse de narinlikleriyle var olmayı ve zarafetle yürümeyi sürdürecekler elbette. Dünya bülbüllerin peşinde. Varsın öyle olsun.

Mecidi’nin filmografisinde önemli bir yeri olan 2008 yapımı Serçelerin Şarkısı (Avaze Gonjeshk-ha) filmi de bu çabanın en estetik örneklerinden biri olarak göze çarpıyor.
Mecidi’nin filmografisinde önemli bir yeri olan 2008 yapımı Serçelerin Şarkısı (Avaze Gonjeshk-ha) filmi de bu çabanın en estetik örneklerinden biri olarak göze çarpıyor.

Ateş topuna dönen bu dünyayı çocukların peygamberliğinde kurtaracağına inanan bir yönetmenin düş evreni. Daha güzele, daha iyiye ve daha zarif olana doğru bir iç yürüyüş denemesi olarak, fıtratın diliyle insanın özündeki hazineye odaklanmak. Bu hâl, sanatın anlam kapılarını kalbindeki anahtarla kurcalayan Mecidi’nin esas meselesidir. Sinema Mecid Mecidi’nin vizöründen yaklaşık olarak böyle görünüyor, bu sebeple ilk filminden bu yana çok katmanlı bir derin kargaşanın değil, açık bir esenlik bildirisinin resmini çizmeye çabaladığına şahidiz. Mecidi’nin filmografisinde önemli bir yeri olan 2008 yapımı Serçelerin Şarkısı (Avaze Gonjeshk-ha) filmi de bu çabanın en estetik örneklerinden biri olarak göze çarpıyor. Filmin, serçe ve şarkı ikilemiyle daha isminden başlayan ironik taarruzu, yönetmenin karakter konumlandırmasını göstermesi açısından yaslandığı paradoksu da kendi anlamına dâhil ediyor.

Şöyle diyor Mecidi; ‘’Serçelerin sesleri çok güzel değildir, bu bir paradoks. Ama beraberinde çok narindirler. Benim karakterlerim de aynı serçelere benziyor.’’Mecidi’nin çirkin ve narin serçeleri şarkılarını söylemeye devam ediyorlar. Dinlemeye değer bulunmayan ötüşleriyle hiçbir zaman fark edilmeyeceklerse de narinlikleriyle var olmayı ve zarafetle yürümeyi sürdürecekler elbette. Dünya bülbüllerin peşinde. Varsın öyle olsun. Film açılır, perde bir başka dünyayı çarpıcı bir imgeyle kesmeye başlar. Zihnimiz kamaşır biraz. Kentin dışındaki bir sessizliğin içinde Kerim’i görürüz o anda. Kerim’i ve elçisi devekuşunu. Mecidi, dev kanatlara sahip olmasına rağmen uçamayan bu enteresan kuş cinsini, dünyalık yüklerinden kurtulamayan “insan”a benzetir, kanatlanmak için arınmak ve biraz hafiflemek şarttır.

Filmin açılışıyla birlikte karşımıza çıkan devekuşu metaforunu, hikâyenin seyri açısından Kerim’in doğruluk elçisi olarak anlayabiliriz.

Ama insan gitgide ağırlaşır, yüklerini arttırır, fazlalıklara boğulur. Oysa insan kanatlarıyla (fıtrat) mümkün, yükleriyle (modernite) eksiktir. Filmin açılışıyla birlikte karşımıza çıkan devekuşu metaforunu, hikâyenin seyri açısından Kerim’in doğruluk elçisi olarak anlayabiliriz. İnsan-ı kâmile uzanan bir yolculuğun aşamalarına tanıklık ederek Kerim’in tekâmülü üzerinden ilerleriz zaten. Geleneğe özgü bir duraksayış olarak dalgınlık, yani insanın kendisiyle baş başa kalması, modernitenin varlığına açık bir saldırı olmasa da bir anlığına onun kudretini yok sayma girişimidir. Kerim’in dalgınlığı çalıştığı çiftlikteki bir devekuşunu kaçırmasına sebep olmuştur. Hatasını düzeltmek için her yolu dener. Devekuşu kılığına girer, dağlar boyunca koşar, kovalar ama bir türlü yakalayamaz hedefini.

  • Bu hatayla (sınav) birlikte Kerim için kırdaki dervişlik bitmiş, kentteki varoluş başlamıştır. İnsanın dağdaki yalnızlıktan şehirdeki kaosa gelişiyle yaşadığı bocalama, bir çıkış aramanın iki yoluyla karşımıza gelir. Kerim, kızına işitme cihazı almak için, oğlu Hüseyin ise ailesinin bir ömür geçim sıkıntısı çekmemesi için çalışmaktadır. Kerim, kentte dünyeviliğin pençesinde, Hüseyin yetiştireceği balıklar için kuyu temizliğindedir. Dünya-kuyu arasında roller film boyunca değişir. Kerim, kirli bir kuyuya düşen kızının işitme cihazını aramasıyla kendi hikâyesini başlatacaktır.

Kır dervişliğinden kent kaosuna

Dalgınlığı sebebiyle işinden atıldığında adalet kavramını sorgulayan Kerim’in elinde kalan, yalnızca bir devekuşu yumurtasıdır. İşinden aldığı bu tazminatı çaresizce döndüğü evinde menemen yaptırarak komşularıyla paylaşmasının, varsıl olmanın anlamı üzerine yeniden düşünmeyi sağlayacak kadar derin bir güzelliği vardır. Sonuç olarak -bizim inandığımız biçimiyle- zenginlik, kalbin sınırlarıyla ilgili bir şeydir ve yoksul olmanın aslında yoksun olmakla hiçbir ilgisi yoktur. Kerim’in yolculuğu sırasında yaşadığı açmazları, Tapduk Hoca’nın Yunus’a seslendiği minvalde okuyabiliriz. Yani, Kerim’in üstüne fena hâlde dünya kokusu sinmiştir. Kendisine meyledene karşı nimetlerini fazlasıyla göstermesiyle meşhur bir gam küresinin alametleri hakkında konuşmak şart. Aşırı hırs ve mal biriktirme arzusunun, insanın kalbini yavaş yavaş zehirleyen bir tarafı var muhakkak.

Dünya bir alışkanlıktır.
Dünya bir alışkanlıktır.
  • Dünya bir alışkanlıktır. İnsana (fıtrata) göre olmayan hiçbir şeyin sonsuza kadar hüküm sürmesi de mümkün değildir. Kerim’in hiç ihtiyacı olmadığı hâlde bir köşede üst üste yığarak biriktirdiği eşyaların altında kalarak ezilmesinin, bu bağlamda (dünya-hırs) filmin en çarpıcı anlarından biri olarak kayıtlara geçmesi mümkün. Ana hikâyeyi sürükleyen bir imge olarak mavi kapının varlığı, Kerim’in hırsına temsiliyet kazandıran bir görsel güce sahiptir. Eşinin, işe yaramayacağını düşünerek komşusuna verdiği eski bir ahşap kapının peşine düşerek arzusuna esir olan Kerim, kapıyı bulduğu anda olanca kuvvetiyle -bir dünyayı omuzlanır gibi- yükünü sırtlanacaktır. Gittikçe ağırlaşan dünyalık yüküyle birlikte varlığını uçsuz bucaksız çorak bir tarlaya süren Kerim, tepeden bakan kamera, mavi rengin bütün ayrıksılığıyla kadrajı büyülemesi ve alt açıdan görünen yüzündeki o çarpıcı anlamın etkisiyle dünya-insan-hırs gerilimini yansıtır.

Filmdeki genel duygunun/ mesajın zirveye tırmandığı bu sahnede, kapının yükünü Kerim’le birlikte paylaşıyorsunuzdur sanki. Çok sarih bir biçimde omuzlarımızı ödünç almayı başarır burda Mecidi. Zaten yönetmenin derdinin, bu dünyayı/hayatı birlikte omuzlayabilme duygusuyla eşdeğer olduğuna ikna olmak hiç zor değil. Kerim’in yolculuğu, kır dervişliğinin anlamından modern kent kaosunun zoruna doğru ilerleyen bir hatta demini alırken, açmazların, ilahi adaletin ve ahlâk vurgusunun ortasından geçecektir. Helal yoldan elde etmediği bir buzdolabını satmaya çalışırken, sokaktaki bir kamyonetin kasasında filmin açılış sekansındaki elçiyi (devekuşu) görmesi, hatasından dönmesine ve mükafatlandırılmasına sebep olacak olaylar silsilesini başlatır.

 Yine aynı şekilde, hak etmediği bir parayla satın aldığı eriklerin poşetinden dökülerek nehre karıştığı sahne, helal rızık dışında bir yol olmadığının altını çizer.
Yine aynı şekilde, hak etmediği bir parayla satın aldığı eriklerin poşetinden dökülerek nehre karıştığı sahne, helal rızık dışında bir yol olmadığının altını çizer.

Devekuşu imgesini, kendisiyle savaşan benlik ya da doğruluk yolu olarak anlayabiliriz, zaten filmin sonuna kadar, yumurtaları ya da bizatihi varlığıyla Kerim’in hayatına müdahale eden gizli bir el gibi konumlandırılır devekuşu metaforu. Yine aynı şekilde, hak etmediği bir parayla satın aldığı eriklerin poşetinden dökülerek nehre karıştığı sahne, helal rızık dışında bir yol olmadığının altını çizer. Baba ve çocuklar arasındaki ilişkinin boyutları fedakârlık sınırına dayanarak, o sınır üzerinden tanımlanır sıklıkla. Babasının işitme cihazı almak için çırpındığını gören kızı Haniye, duyuyormuş taklidi yaparak bu sınırı taçlandırır sözgelimi, ya da portakal suyunu sevmediğini söyleyerek elindeki içeceği babasına ikram eden gönlü tok bir oğul görürüz.

Bazı yollar bazı adresler

Hüseyin’in hayalleri, arkadaşlarıyla birlikte taşıdıkları balık dolu bidonun yere devrilmesiyle her iki anlamıyla da suya düşer. Yine de çocuk masumiyeti, betonun üzerinde görkemli bir yas töreniyle çırpınan turuncu-kırmızı balıkları yaşatmaya ve nehre (hayat) kavuşturmaya yetecektir. Bu duygusal sağanağın altında kalarak ıslanan Hüseyin ve arkadaşlarının avuçlarından kayıp giden umutlar, geriye kalan tek bir balığın hatırına yeşermeye devam eder. Hayat durmaz çünkü. Bir kamyon kasasının arkasında yaralar sarılır ve elde kalan son balığın anlamına tutunarak, Kerim’in ağzından yankılanan o güzel Azerbaycan türküsüne omuz verilir; Yalan Dünya. Kerim’in, biriktirdiği eşyaların altında kalmasıyla kırılan ayağı alçıya alınmıştır. İnsan kendine kalır bazen.

  • Ve ruhunu duyar o anda. Kerim’in gözünde dünya, yeni anlamına taşınmıştır artık. Evinde yattığı sırada odasına giren bir serçenin, kişisel tekâmül yolculuğunun simgesi olarak okunması mühim bu yüzden. Serçenin, sıkıştığı odadan gökyüzüne doğru bizzat Kerim’in elleriyle azat edilmesinin anlamı; sıkışmış, hapsolmuş ve nihayetinde özgürlüğüne kavuşmuş bir adamın kurtuluşunun ilanıdır. Filmin sonunda kendisine doğru koşan devekuşu sürüsünü gördüğünde, artık ruhunu arındırmış/nefsini terbiye etmiş bir adamdır Kerim. Böylece serçe şarkısını söylemeye başlar. Serçelerin Şarkısı, Mecidi’nin her filminde işaret ettiği tanıdık güzelliklerle örülü fıtri bir film. Kıymetli açılardan çekilmiş bir adalet ve ahlâk fotoğrafı aslında. Nihayetinde bir tekâmül hikayesi elbette ve önerisi ya da arzuladığı sonuç -izleyicilerin kalplerinde çağıldayacak- derin bir tefekkürdür.

Film, insan-ı kâmile doğru giden yolların adresleri hakkında düşünmeyi teklif etmesiyle de ayrıca kıymetli. Bidonda açılan delikten dökülenlerin balık yerine dünyalık olması da mümkündür, her daim yeniden başlayanların yardımcısına şükretmenin vesilesi de. Allah’ın ikramı ve nimetleri bitmez-tükenmez. Şüphesiz, O her şeyin en iyisi, en güzeli ve en doğrusunu bilir; şerler ve hayırlar bir bütünün içindedir, elbette insan bunu bilmez ya da unutur. Hayat mümkün sınavların toplamıdır. İnandığın kapılar bir bir yüzüne kapanabilir mesela, ama Allah’ın kapıları sonsuzdur ve dağıtılmış/ dağıtılacak bütün rızıklar ebediyen teminat altındadır. Bu bağlamda Kerim karakterinin adalet sorgulamasıyla başlayan serüveni, ilahi adaletin tecellisini her veçhesiyle tecrübe etmesiyle son bulurken, aslında, iç dünyanı düzeltmeden dış dünyayı suçlayamazsın mesajına net bir şekilde varılır.

Bir sahnede arkadan yırtılan gömleğinin ona yeni bir gömlek olarak geri dönmesindeki işaret de bu duruma dâhildir, elinde kazmayla yıkmaya gittiği kuyunun aydınlığında kendini yeniden inşa etmesi de. Tevekkül et ve kalbini Allah’a yasla! Çünkü O isterse çamurlu bir kuyu bile, içinde kırmızı balıkların dans ettiği dev bir berrak akvaryuma dönüşür. Kerim’in uğruna kalpler kırıp, uzun yollar aştığı dünyalığını simgeleyen mavi kapı, bir köpek kulübesinin üstüne fırlatılmış olarak görünür filmin sonunda. Mecidi’nin manevi anlatısı bir kıssa gibi hitama ererken, yani aslında başka bir hikâyeye eklenerek yeniden başlarken, yine o kamyonetin arkasında buluruz kendimizi, duymamız gereken şarkının kulaklarımızdaki hikayesiyle; yalan dünya!