Sezai Karakoç ve beş fotoğrafı

Sezai Karakoç
Sezai Karakoç

Sezai Karakoç'un neredeyse 60 yaşına kadar hemen hemen hiç fotoğrafı yayımlanmamıştır. Bununla birlikte üniversitedeki öğrencilik yıllarında ve çalışma hayatında arkadaşlarıyla çekilmiş birkaç fotoğrafı vardır. Bunları, geçtiğimiz yıllarda, birkaç arkadaşımla bir kandil gecesi Üstad Karakoç'u evinde ziyaret ettiğimizde, konu fotoğraftan açılınca meraklı sorularımız üzerine lütfedip bizimle paylaşmıştı.

Çağdaş Türk şiirinin büyük ustası ve öncüsü şair, mütefekkir Sezai Karakoç, hayatı boyunca şöhretten ve gösterişten özenle kaçınmıştır. O'nun bu ahlâkî titizliği bütün yaşantısına yansımıştır. Şahsının ve özel hayatının; konusu tek kelimeyle "İslâm" olan davasının ve eserinin önüne veya yerine geçmesine izin vermemiştir. Bu tutumunun bir uzantısı olarak bırakın "medyatik" olmayı, uzun süre fotoğrafı bile bulunmayan bir "ünlü" olarak biliniyordu Karakoç. Hiç televizyonlara çıkmamış, panellerde, şölenlerde, fuarlarda, imza şovlarında hiç görünmemiş, poz verip fotoğraf çektirmemiş bir "ünlü"! Sezai Karakoç'un askerlik veya üniversiteye kayıt gibi mecburî sebeplerle çekilen vesikalıkları saymazsak, neredeyse 60 yaşına kadar hemen hemen hiç fotoğrafı yayımlanmamıştır. Bununla birlikte üniversitedeki öğrencilik yıllarında ve çalışma hayatında arkadaşlarıyla çekilmiş birkaç fotoğrafı vardır. Bunları, geçtiğimiz yıllarda, birkaç arkadaşımla bir kandil gecesi Üstad Karakoç'u evinde ziyaret ettiğimizde, konu fotoğraftan açılınca meraklı sorularımız üzerine lütfedip bizimle paylaşmıştı.

1990'da Diriliş Partisi kurulduktan sonra ise "genel başkan" sıfatıyla çok yoğun çalışmış, bir yandan haftalık Diriliş dergisi yayımlanırken -ve her sayıda en az iki başyazı yazarken- bir yandan da İstanbul başta olmak üzere pek çok şehirde meydan konuşmaları yapmış, konferanslar ve açık hava toplantıları düzenlemiştir. Yine bu çalışmalar kapsamında 1990'dan 2015'e kadar 25 yıl boyunca neredeyse her hafta cumartesi akşamları halka ve basına açık sohbet toplantıları düzenlemiştir ki bu konuşmalar toplamı, basılı Karakoç külliyatına âdeta yeni ve aktüel bir külliyat daha eklemiştir. (Bu kayıtların bir an önce çözülüp kitaplaşması düşünce hayatımız için büyük önem taşımaktadır.)

İşte bu yoğun konuşmalar, toplantılar, ilden ile koşturmalar sırasında çoğu ne yazık ki kötü makineler ve fotoğrafçı olmayan kişiler tarafından, haberli veya habersiz olarak bazı fotoğrafları çekilmiştir. (Karakoç'un meydan konuşması, konferans ve sohbetlerinin büyük çoğunluğunun ses kaydı tutulmuştur. Bazı konuşmalarını, toplantı öncesinde bir tür başmakale olarak kendisi önce kaleme almış; konuşmasını da bu makaleyi açıp genişletmek biçiminde yapmıştır. Nisan 2007'den Ağustos 2019'a kadar olan dönemdeki 198 konuşmanın videosuna internetten ulaşıp izleme dinleme imkânı da vardır. Meraklılarının indirip arşivlemeleri de mümkündür. Bu yazıda size Üstad Sezai Karakoç'un az sayıdaki fotoğraflarından 5 tanesini ve her birinin fikir ve sanat hayatımıza ışık tutucu yönüyle kısa hikâyesini anlatacağım. İkisi sırlı üçü âyan bu 5 fotoğrafın bağlamını, yeni tarihli olandan en eskiye doğru bir sıralama ile yazacağım.

5. FOTOĞRAF:

6 Aralık 2013 tarihli bu fotoğrafta Üstad Sezai Karakoç'la Cemalettin Latiç'i Karakoç'un ofisinde ayakta görüyoruz. Latiç, Karakoç'a son şiir kitabı Serebrenitsa Cehennemi'ni imzalamış; ayakta takdim ediyor. Bosna'nın kahraman ve gazi Devlet Başkanı Aliya İzetbegoviç'in cezaevi arkadaşı olup savaş sırasındaki Bosna millî marşının da şairi olan Cemalettin Latiç, İmam-ı Âzam konusunda uzman bir İslâm hukuku profesörüdür. Bu ziyaret sırasında şans eseri ben de orada bulunduğum için birinci ağızdan bazı detayları anlatacağım. Prof. Dr. Cemalettin Latiç, Karakoç'a, gençlik yıllarından beri eserlerinden ve fikirlerinden haberdar olduğunu, istifade ettiğini ve eğer izni olursa bütün şiir kitaplarının toplandığı Gündoğmadan'ın tamamını veya içinden yapacakları bir seçmeyi Bosna'nın ünlü Türkoloji profesörleriyle birlikte Boşnakçaya çevirmek istediklerini söyledi. Kendisinin iyi derecede Arapça ve İngilizce bildiğini, Karakoç'un bu dillere çevrilmiş şiirlerinin çevirisini bizzat yapmak istediğini de ekledi. Son derece heyecanlı konuşan Latiç'in tercümanlığını da beraber geldikleri eski İstanbul Milletvekili Hüseyin Kansu yapıyordu.

Üstad Karakoç, ziyaretten duyduğu büyük memnuniyeti vurgulu biçimde ifade ettikten sonra Bosna savaşı sırasında yurdunu kahramanca savunan Müslüman Bosna halkının erdeminden ve bilhassa Aliya İzetbegoviç'in bu mücadeledeki onurlu duruşundan; dirayetli liderliğinden övgüyle söz eden veciz bir konuşma yaptı. Karakoç'un konuşmasından, Bosna'yla ilgili her gelişmeyi; her uluslararası adımı üzülerek ve hayıflanarak takip ettiği anlaşılabiliyordu. Karakoç, bir İslam toprağı olan ve esasen korunup savunulmasından bütün Müslümanların sorumlu olduğu Bosna'yı korumaya topyekûn bir destekle gidemediğimizi, buna rağmen Aliya ve arkadaşlarının cesur ve kahramanca bir savunma mücadelesi verdiklerini söyleyerek Bosna şehit ve gazilerine Allah'tan rahmet diledi.

Bu şerefli mücadelenin bir mensubu ve Aliya'nın arkadaşı olarak kendisini (Latiç'i) misafir etmekten büyük memnuniyet duyduğunu söyledi. Yaklaşık 10 dakika boyunca temposu hiç düşmeyen ve dinleyenlerde büyük saygı uyandıran konuşması ilerledikçe, Sezai Karakoç, sadece Bosna'nın değil; bütün İslâm milletinin ve memleketlerinin en büyük ve en kahraman bir savunucusu; gazi alpereni olarak yeniden biçimlendi âdeta. Necat Çavuş'un O'nun için yazdığı şiirde söylediği gibi, "Atının üstünde, ordusuz bir Alparslan" gibiydi o an. Konuşmasını bir kere daha hoş geldiniz ve teşekkürle bitirince sustu. Hepimiz, fark edilecek bir süre boyunca sustuk. Şiir ve çeviri konusuna ise hiç girmedi. Cemalettin Latiç, Karakoç'un bu mücâhidâne konuşmasına teşekkür ettikten sonra bir süre daha susuldu. Latiç, konuyu tekrar şiire ve çeviriye getirmek için söze başladığında Karakoç, kibarca, bir şairin şiirlerinin başka bir dile çevirisinin, o ülkedeki edebiyat okurundan bir talebin doğması sonucu yayınevlerince doğal yoldan yapılacağını söyledi.

Ancak Türkçe dışındaki dillerden henüz böyle bir okur talebinin yayın ve çeviri mekaniğini harekete geçirmediğini; talebin henüz oluşmadığını, dışarıdan bir destekle; bir tür zorlamayla çevirmenin gereksiz olduğunu ve biraz daha beklenmesinin uygun olacağını söyledi. Latiç ısrarcı olduysa da Karakoç, "Yayınevlerinin usulüne uygun talebi olursa, olabilir" diyerek konuyu bağladı. Daha sonra Cemalettin Latiç, Bosna savaşı sırasında yapılan soykırımlardan en ağırının yaşandığı Serebrenitsa soykırımını konu ettiği ve Türkçeye Serebrenitsa Cehennemi adıyla çevrilen kitabını imzalamış olarak Sezai Karakoç'a sundu. Karakoç, büyük bir nezaketle ayağa kalkıp masanın önüne doğru ilerleyerek kitabı aldı; teşekkür etti. Latiç tam bu sırada "Acaba beraber bir fotoğrafımızın çekilmesine müsaade eder misiniz?" diye sordu.

Karakoç, odadakilere bakınca biz bunu "izin onayı" olarak anladık ve Hüseyin Kansu ile ben cep telefonlarımızı çıkarıp bu pozu çektik. Bu heyecan verici sahneden sonra hemen hemen hiç görmediğimiz bir şey daha oldu. Sezai Karakoç, Cemalettin Latiç'e toplu şiirler kitabı Gündoğmadan'ın giriş sayfasına uzun bir metin yazarak imzaladı ve hediye etti. Ne yazdığını uzaktan göremediğimiz için hepimiz merak ettik. Karakoç imzalı bu Gündoğmadan nüshasının, Prof.Dr. Latiç tarafından özenle korunduğunu tahmin edebiliriz.

4. FOTOĞRAF:

16 Mart 2012 tarihli bu fotoğrafta da yine yurtdışından bir ünlü şairin Sezai Karakoç'u ofisinde ziyaret edişini görüyoruz. Yahya Kemal'in hemşehrisi Üsküplü ünlü Türk şair İlhami Emin ve Sezai Karakoç. (1931'de Radoviş'te doğan şair İlhami Emin, öğretmenlik ve gazetecilik yaptı. Tito'nun danışmanlığı ve tercümanlığı görevinden sonra Kültür Bakanlığı Müsteşarı olarak atandı ve buradan emekli oldu. 1965'te Sesler dergisini çıkardı. Anadolu kökenli Balkan Yörüklerinden olan Emin'in en meşhur kitapları Gülkılıç, Gülçiçek, Güldün, Yörükçe ve Taş Ötesi'dir. Çocuk kitapları da bulunan şairin hiçbir eseri Türkiye'de henüz basılmamıştır.) İlhami Emin, 2012 yılındaki bu ziyaretin ardından Karakoç'la tanışma mutluluğunu anlatan bizce çok önemli bir yazı yazmıştır. Fotoğrafın hikâyesini de o yazıdan öğreniyoruz. Yine o yazıdan öğreniyoruz ki şair İlhami Emin, İstanbul'da Pendik Belediyesi'nce düzenlenen bir edebiyat etkinliği için davet edildiği sırada 12 Mart günü program bitiminde kendisi için bir arabayla bir de mihmandar görevlendirilmiş, İstanbul'da nereyi gezmek, görmek isterse oraya götürüleceği söylenmiştir.

Bunun üzerine o ise doğrudan "Beni Sezai Karakoç'a götürün" demiştir. Üsküp'e dönmeden önce İstanbul'daki kızı Bilge'nin yanında bir hafta kalmaya karar vermiş ve Pendik'ten ayrılırken belediye yetkililerine, "Beni Sezai Karakoç'la buluşturacak kişi manevi kızım ya da oğlum olur!" diye tembihlemiş. Nihayet 16 Mart günü Pendik Belediyesinden "Zeynep Hanım", kalmakta olduğu kızının Beylerbeyi'ndeki evine gelerek İlhami Emin'i Karakoç'la buluşturmak için götürmüş. Görüşmeden bir ay sonra yazdığı "Sezai Karakoç ile Görüştükten Sonra Mutluluk Mozaiğim de Tamamlanmış Oldu" adlı bu yazıda büyük mütefekkir ve şair Sezai Karakoç'la karşılaşma heyecanını şöyle anlatıyor İlhami Emin: "Derin Han'ın ilk katında bulunan o daracık mekânda, dünyanın en geniş gülümseyişiyle baş başayımdır. Sadece boyu ve yaşıyla kendimden küçük Sezai Karakoç karşımdaydı. Manevî varlığımızın geçmişini bugünlerimizden çok yarınlarımıza taşımakla Yaradan tarafından yüklendirilmiş, gültahta kılıcını kuşanmış çağdaş bir Sarı Saltuk misali alperen ile tanışma fırsatı buluyorum."

Üsküp Türklerinden şair İlhami Emin, yaşça Sezai Karakoç'tan büyüktü. Hasta olan kendisi ve eşi, 2019'da TBMM Başkanı Prof. Dr. Mustafa Şentop'un himayesiyle Türkiye'ye getirilmiş ve tedavi görmüşlerdi. İlhami Emin, 28 Nisan 2020'de 89 yaşında vefat etti. Haberi duyunca Kuzey Makedonya'da; Üsküp'te yaşayan oğlu Rıfat Emin'i aradım, başsağlığı diledim. Bu fotoğrafı da Sayın Rıfat Emin'den aldım. O'nun bana söylediğine göre merhum şair İlhami Emin, Cağaloğlu'nda Derin Han'daki Diriliş dergisi idarehanesinde kendi ricası üzerine Sezai Karakoç'la çektirdiği bu fotoğrafı çerçeveletip evinin başköşesine koy muş ve eve gelen herkese mutlaka gösterip anlatıyormuş. Fotoğrafın aslı, çerçeveli olarak hâlen Rıfat Emin'in evindedir.

3.FOTOĞRAF:

Sezai Karakoç Bey, Diriliş Partisi Genel Başkanı olarak partili bir gurup genç arkadaşıyla 1993 yılında 4 günlük bir yurt gezisi yaptı. Diriliş Partisi'nin il ve ilçe teşkilatlarıyla yerinde bayramlaşmayı amaçlayan bu geziye kurban bayramında bayram namazından hemen sonra çıkıldı. Üç ayrı arabayla Karakoç dâhil toplam 12 kişilik ekibe büyük bir iltifat olarak ben de kabul edildim. Hâlbuki benim partide resmî bir görevim yoktu. Diriliş'in ofisinde gezi hazırlıkları konuşulurken Üstad'a "Ben de gelebilir miyim?" diye sormuş, "Tabii, gel. Erkenden yola çıkacağız, bayram namazından hemen sonra burada ol!" cevabını alınca da sevinçten uçmuştum. Gezinin gidiş yolu, Pendik, Gebze, Adapazarı ve Kastamonu üzerinden Boyabat, Samsun, Giresun ve daha doğuda Görele ilçesine kadar uzanıyordu. Dönüş yolu ise yine Samsun, Çorum üzerinden Kırıkkale, Ankara, Eskişehir ve Bursa duraklarından oluşuyordu.

Genel Başkan Sezai Karakoç, bu güzergâh üzerinde Diriliş Partisi'nin il veya ilçe teşkilatının kurulmuş olduğu yerlere giderek partinin binasında bayramlaşacak; teşkilatın bulunmadığı yerlerde ise sadece namaz vb. zaruri ihtiyaçlar için durulacaktı. Bayram sabahı erkenden buluştuk. İki arabaya 9 kişi bindi, üçüncü arabada ise üç kişiydik. Ben, Üstad'ın oturduğu bu arabada, ön koltuktaydım. O sıra henüz cep telefonu yoktu fakat üç arabada da birer telsiz vardı ve araçlar hareket hâlindeyken aramızda telsizle haberleşiyorduk. Diğer iki araç önden gidiyor, biz onları takip ediyorduk. Yolculuktaki ilk sabah namazı için durduğumuz yer, bir köy yolu sapağı idi. Ana yoldan az içerideki bu köyün adı Kayı köyü idi. Kayı köyü sakinleri, kendi köyleriyle ana yolun birleştiği kavşağa bir cami yapmışlardı. Arabalardan inip karanlıkta camiye doğru yaklaşınca kereste ve demir yığınları görüp caminin henüz tam bitmediğini ve ibadete açılmadığını anladık. Gene de inşaat hâlindeki camide namaz kılmak üzere yaklaştık. O zaman caminin duvarı dibinde yığılı kerestelerin yanında 9-10 yaşlarında bir oğlan çocuğunun dikildiğini gördük.

Önden yürüdüğü için çocuğu ilkin Üstad fark etmişti. Üşümemek için babasının ceketini giymiş, ceketin etekleri çocuğun dizlerine kadar uzanıyor ve elleri uzun kolların içinde kayboluyordu. Sezai Karakoç, yaklaşıp çocuğa "Selâmünaleyküm" diye selâm verdi. Çocuk "Aleykümüsselâm" dedi. Üstad, "Cami henüz bitmemiş, öyle mi?" dedi, çocuk, "Evet ama yakında bitecek inşallah! Malzemeler alındı!" dedi. Hepimiz toplandık ve konuşmalarını dinledik. Karakoç çocuğa "Peki sen ne yapıyorsun bu saatte burada?" diye sordu. Çocuk büyük bir ciddiyetle, "Ben buranın bekçisiyim. Yol kenarı olduğu için babam beni malzemelerin başına bekçi dikti." dedi. Karanlıkta çok fark edemesem de Üstad'ın heyecanlandığını, duygulandığını sezdim. Hatırladığım kadarıyla "Evet, tabii, yol kenarı, beklemek lazım." gibi bir karşılık verdi. Namazdan sonra yola devam ederken Üstad, "Ne güzel, dedi. Anadolu hareket hâlinde; canlı! Kendi camilerini inşa ediyorlar. Herkes işin bir ucundan tutuyor. Çocuğa da görev vermişler" dedi. "Fark ettiniz değil mi, köyün adı Kayı Köyü idi" diye ekledi.

Sonraki saatlerde şahit olduğumuz bu olayın heyecanıyla sık sık milletimizin diriliş ruhunu övdü; gördüklerinden sevinç ve mutluluk duyduğunu ifade etti. Arabalardan inip mola verdiğimiz bir başka yerde, diğer arabalardaki arkadaşlarla da bu heyecanını paylaştı. Hatta bir ara "Hani bir çocuk şarkısı vardı, nasıldı onun sözleri"…dedi, sonra yine kendisi hatırlayıp devam etti: "Sen ne güzel bulursun / Gezsen Anadolu'yu / Dertlerden kurtulursun / Gezsen Anadolu'yu!.. Evet, Anadolu; güzel yurdumuz, aziz milletimiz her türlü derdin devasıdır!" İkinci gün öğleden sonra Üstad Karakoç bana, "Öndeki arabalara haber ver, Kastamonu yol ayrımını geçmesinler" dedi. Ben de bu talimatı telsizle öndeki arabada bulunanlardan Halil İbrahim Kaymak'a ilettim. Ancak öndeki arabadan, "Kastamonu'da teşkilatımız yok, oraya girmiyoruz" dediler. Bunun üzerine Üstad, "Hayır, hayır, Kastamonu'ya gireceğiz. Orada ziyaret edeceğimiz biri var, öyle söyle" dedi. Ben bu talimatı telsizle aktarınca, tamam dediler ama aralarında "Kim acaba" diye konuşmalarını duydum.

Hatta kendi aralarındaki konuşmalarda Mehmet Ali Verçin'in Halil'e "Karakoç, Kastamonu'da birini mi ziyaret edecekmiş! Kim o şanslı kişi!?" dediğini duydum. Bu sözleri telsizden duyunca doğrusu ben de merak ettim. Sonra bir talimat daha verdi telsizle iletmem için. Kastamonu yol ayrımına gelince öndeki iki araç durup bizi bekleyecek ve Üstadın içinde bulunduğu bizim araç öne geçerek onlara yol gösterecekti. Sezai Karakoç'un "Kastamonu'da ziyaret edeceğimiz biri var" dediği Şeyh Şaban-ı Velî hazretleri imiş; araçlarla dosdoğru gidip dergâh camiinin önünde durduk. Abdest alıp namazı kıldıktan sonra Üstad bize Şeyh Şaban-ı Velî'den, o yolun büyüklerinden söz açtı, bilgiler verdi. Sonra yine bu şehirde medfun Müfessir Ali Efendi'den ve tefsirinden bahsetti. Bize, "Esnafa sorun bakalım, çevrede onun adına bir şey var mı?" dedi.

Bir külliye, bir cami veya medrese, bir türbe olup olmadığını birkaç dükkâna girip sorduk. Bilen çıkmadı. Oradan biraz ilerlemiştik ki bir sokak tabelasında "Müfessir Ali Sokağı" yazısını gördük. Yolumuz o sokaktan geçmiyordu, fakat Karakoç, Müfessir Ali Efendi'yi anmak ve kendisine Fatiha okuyup dua etmek için adının verildiği o sokakta yürümemizi istedi. "Bari bunu yapalım" dedi. Kendisi önde biz arkada hep birlikte Müfessir Ali Efendi'nin adının verildiği o sokağı boydan boya yürüyüp Fatiha okuduk, dualar ettik. Tavaf ederken duyulan coşku ve heyecanın bir benzerini yaşadık. Bu fotoğraf işte o gezide, Kastamonu'yu ilk gördüğümüz yerde çekildi. Ortadaki gözlüklü, takım elbiseli Sezai Karakoç'un solunda ikinci sırada ellerini önünde kavuşturmuş olan benim. Üstad, bu fotoğrafta tam 60 yaşında. Guruptaki arkadaşlar 23 ile 33 yaş arasında, ben 29 yaşındayım.

Fotoğraftakilerin adları soldan sağa doğru şöyle: Abdülaziz Karakoç, Prof. Dr. Durmuş Günay, Mehmet Ali Verçin, Yener Sonuşen, arkada Süleyman Başköylü, Sezai Karakoç, Mustafa Kirenci, Şaban Abak, Ebubekir Yüksel, arkada Uğur Çapkın ve Fatih Tatari. Fotoğrafı çekense 33 yıldır Karakoç'un hizmetinde bulunan sevgili dostum Halil İbrahim Kaymak'tı.

2.FOTOĞRAF:

Kayıtlara geçmesi bakımından, henüz hiçbir yerde yayımlanmamış olan; Sezai Karakoç'un kişisel arşivinde muhafaza ettiği iki önemli fotoğrafın varlığından söz etmek isterim. Bunları ve vesikalıklar dâhil beş-altı diğer fotoğrafını, 2008 veya 2009 yılında birkaç arkadaşımla bir kandil gecesi Üstad'ı evinde ziyaret ettiğimizde, konu fotoğraftan açılınca meraklı sorularımız üzerine lütfedip bizimle paylaşmıştı. Hatırladığım kadarıyla o gün Karakoç'un evinde rahmetli Hamit Can, Mehmet Cangir, Mustafa Kirenci ve Mevlana İdris de vardı. Bunlardan birinde, Sezai Karakoç'la Cemal Süreyya, Ankara'da; A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi'nin ön bahçesinde kol kola görülüyorlar. 1950-54 arasında SBF'de okudukları ve aynı sırada oturdukları yıllarda çekilmişler. Fotoğrafta Cemal Süreya, Sezai Karakoç'un koluna girmiş ve ayağını da kelebek yapmış olarak poz vermişler. Karakoç kıvırcık saçlı, takım elbiseli, Süreyya ise aklımda yanlış kalmadıysa kazak ve pantolon giymişti.

Yılı 1952 veya 1953 olmalı. Fotoğraf, Cemal Süreya'nın hayat hikâyesini tam ve doğru anlamak için de büyük önem taşıyor. Sezai Karakoç'un 1949 yılında; daha lisedeyken Necip Fazıl Kısakürek'e mektup yazıp Büyük Doğu'ya şiir gönderdiğini, Necip Fazıl'ın bu mektuba dergiden cevap yazıp şiiri de yayımladığını biliyoruz. Yine "Rüzgâr", "Yağmur Duası" ve dört ayrı şiirden oluşan "Monna Rosa"ları 1951 ve 52'de yazdığını da biliyoruz. Cemal Süreya'nın ise ilk şiiri 1953'te Mülkiye dergisinde çıkan "Şarkısı Beyaz" şiiridir. Dolayısıyla bu fotoğraf, Cemal Süreyya'nın henüz "şair" olarak bilinmediği zamandan kalma son fotoğraf olabileceği gibi; "Şarkısı Beyaz"ı yeni yazmış genç bir şairin ilk fotoğrafı da olabilir. Sezai Karakoç, konuşmalarında pek çok defa okula başladıktan sonra Cemal Süreya ile çok yakın arkadaş olduklarını, üç yıl aynı sınıfta, aynı sırada oturduklarını ve aynı evde kaldıklarını söylemiştir.

Cemal Süreya da doğrudan Sezai Karakoç'u anlattığı veya adını andığı çok sayıdaki yazısında, konuşmasında bu yakın arkadaşlığı hep vurgulamış; O'na olan sevgisini ve büyük hayranlığını dile getirmiştir. Modern Türk şiirinin iki büyük şairi olarak ünlenecek bu iki arkadaşı, bütün doğallığı içinde okulun bahçesinde bir fotoğrafta görmek; bunu bizzat Sezai Karakoç'un evinde yaşamak gerçekten heyecan vericiydi. Fotoğraf, dikey kartpostal ebadında ve siyah-beyazdır.

1.FOTOĞRAF:

Üstad Sezai Karakoç'un evinde o akşam, konu bir yerde film ve fotoğraftan açılmıştı. Üstad, ülkemizin bilim, sanat ve devlet adamlarının, gelecek kuşaklara aktarılmak üzere uzun ve detaylı belgesel filmlerinin çekilmesinin gereğini anlatıyordu. Bu konuda duyarsızlığı ve geç kalmışlığı eleştiriyordu. "Adam ölüm döşeğinde, pijamalar içinde, bitkin, eli ayağı titriyor; sen gitmiş mikrofonu adeta burnuna sokarak ‘efendim sizi tanıyabilir miyiz!' diyorsun! E biraz geç kalmadın mı kardeşim! Tanıyamazsın! Bugüne kadar tanımadıysan tanımayı da hak etmiyorsun!" Karakoç'un bu sözleri üzerine TRT'nin Cemil Meriç'le ölümünden önce hasta yatağında yaptığı çekimler gözümün önüne geldi. Tarif, maalesef birebir uyuyordu. Sohbetin konusundan ilhamla mektup ve hatıratın yanı sıra fotoğraf ve filmin de belge değeri taşıdığını söyleyip bir "Sezai Karakoç ve Diriliş" belgeseli yapılmasının gerekliliği fikrimi açmak istiyordum.

Hamit Can ve başka bazı arkadaşlarla böyle bir belgeselin gerekliliği hakkında zaman zaman aramızda konuşuyorduk. Fakat fotoğrafa bile mesafeli duran Karakoç'un bu konuya nasıl yaklaşacağını kestiremiyorduk.( Sonraki yıllarda "Gündoğmadan" adıyla bir belgesel film yapıldı.) Konuya girmek için, "Efendim, sizin, Üstad Necip Fazıl Kısakürek Bey'le bir fotoğrafınız var mı?" diye sordum. "Var ama varlığını ben de unutmuştum. Bundan birkaç yıl önce Malatya'dan bir arkadaşım getirdi. Unutmuştum. Görünce varlığını ve çekilişini hatırladım" dedi. Çok heyecanlanmıştım. "Duruyor mu efendim, sizde mi?" dedim. "Duruyor" diyince bu sefer nerede çekilmiştiniz, nasıl bir fotoğraf, siz kaç yaşındaydınız gibi peş peşe yeni sorular sorduk. Bilhassa rahmetli Hamit Can'la benim ısrarlı sorularımız üzerine, Üstad yerinden kalkarak, "Durun, madem merak ettiniz, getireyim" diyerek özel odasına girdi. Hepimiz nefesimizi tutmuş beklerken elinde tuttuğu fotoğraflarla geldi.

Gelirken de çok tatlı bir gülümseyişle "Adımız fotoğraf çektirmeyen adama çıkmış ama birkaç fotoğrafımız var!" dedi. Zaten neşeli olduğumuz için gayri ihtiyari yüksek sesle gülüştük. Bize getirme zahmetinde bulunduğu altı-yedi fotoğrafın hepsini burada anlatmayacağım. Edebiyat tarihimiz bakımından "belge" değerindeki bu fotoğraflardan Cemal Süreya ile olanı anlattım, en önemlisini ise sona sakladım. Görmekten gerçekten büyük heyecan duyduğum bu fotoğrafta genç Sezai Karakoç, Üstad Necip Fazıl Kısakürek ve Osman Yüksel Serdengeçti birlikte görülüyorlar. Aralık 1953 tarihinde Ankara Garı'nın Gençlik Parkı'na bakan ana bina merdivenlerinin üstünde çekildikleri fotoğrafın hikâyesini de o gece Karakoç'un bize anlatımından özetliyorum. Üstad Necip Fazıl Kısakürek ve Osman Yüksel Serdengeçti Ankara'da Ulucanlar Cezaevi'nde, düzmece Malatya suikastını azmettirme iddiasıyla ve tamamen suçsuz olarak yatmaktadırlar.

Karakoç, okuldan arta kalan zamanında hem Serdengeçti'nin yazıhanesine bakmakta hem de sık sık bu iki kıymetli insanı cezaevinde ziyarete gitmektedir. (Karakoç, hatıratında da "1953 kışını Serdengeçti yazıhanesinde geçirdim diyebilirim" diye bu durumu ve o dönemi detaylı anlatmaktadır.) Osman Yüksel Bey, 6 ay sonra tahliye edilir, bu sefer ikisi birlikte ziyarete giderler. Üstad Necip Fazıl ise bir kamerî yıl sonra, yani 355 gün yattıktan sonra serbest kalır. Cezaevinin çıkışında Necip Fazıl'ı Osman Yüksel Serdengeçti ile Sezai Karakoç (bilebildiğim kadarıyla, sadece bu iki kişi) karşılar. Birlikte Denizciler Caddesi'ndeki Boğaziçi Lokantası'na giderler. Yemekten sonra Üstad Necip Fazıl'ı İstanbul'a uğurlamak için Ankara Garı'na götürürler. Bu sırada olayı duyan Karakoç'un bazı arkadaşları da uğurlamak için gara gelmişlerdir. Fotoğrafı onlardan biri çekmiş olmalı. Ankara tarihî gar binasının Gençlik Parkı'na bakan taş merdivenleri üstünde 7 kişilik siyah beyaz ve yatay kartpostal ebadındaki bu fotoğrafta tam ortada Üstad Necip Fazıl Kısakürek duruyor.

Vakur, alnı ak, başı dik! Paltosu omuzlarında ve boyunbağı var. Sağında Osman Yüksel Serdengeçti ve solunda Sezai Karakoç duruyorlar. Hava soğuk, hepsinin paltoları var. Üstad'ın 1903, Karakoç'un 1933 doğumlu olduklarını hatırlarsak bu fotoğrafta Necip Fazıl 50 ve genç Karakoç 20 yaşındadırlar. Fotoğrafın ortasındaki bu üçlünün sağ ve sol başlarında ikişerden dört kişi daha vardı ve onların kim olduğunu merak etmiştik. Üstad, yerinden kalkıp yanıma gelerek fotoğrafı elimden almadan parmağıyla işaret edip, "Bunlar da benim arkadaşlarım. Üstad Necip Fazıl'ın tahliyesini o sırada haber alıp uğurlamaya gelmişlerdi. Kim olduklarını tahmin edebiliyorum fakat fotoğraftan maalesef tam çıkaramıyorum." dedi. Yirminci yüzyılın Türk düşünce ve edebiyat tarihi bakımından son derece kıymetli; belge değerindeki bu fotoğrafları Sezai Karakoç'un bize göstermesi hem bir tür bilgi paylaşma hem de bizim için büyük bir iltifattı. Bülbülün kırk şarkısı varmış, kırkı da gül üstüne derler! Bülbüle de böylesi yakışır zaten. Sezai Karakoç'un fotoğraflarının hikâyesi de özünde bir bülbül hikâyesidir ve tek aşkı tabii ki Gül-i Muhammedî'dir.

Ömrünü, dehasını, emeğini İslâm milletinin ve İslâm medeniyetinin dirilişine adamış; bıkıp usanmadan her vesileyle Müslümanları birleşmeye ve birlik olmaya çağırmış bir dava adamı; bir büyük şair! Hem Yunus'un, Mevlâna'nın, Gazzâlî'nin, İbn-i Ârâbî'nin; hem Fuzulî'nin, Şeyh Galib'in, Muhammed İkbal'in, Mehmet Âkif ve Necip Fazıl'ın yaşayan gerçek varisi! Şöhretten, sadece şahsî hayatı için çalışmaktan, mal mülk edinmekten kaçınmayı erişilmez seviyede başarmış; Allah rızası için millete adanmış bir hayat! Habersiz çekilmiş olanlar dışında az sayıda fotoğrafı var; ancak her gününü fotoğraflasaydı bile sonuç değişmeyecekti. O gün evde kim vardı? Benden başka emin olduğum üç kişi vardı, Halil İbrahim Kaymak, rahmetli Hamit Can ve Mevlana İdris Zengin. Hikâyeci yazar Mustafa Şahin, Mustafa Kirenci, Mehmet Ali Verçin ve Mehmet Cihangir ise Üstad'ın evine beraber gittiğimiz veya orada karşılaştığımız arkadaşlarımdan oldukları için o sırada orada mıydılar, emin olamıyorum.