Sır vergisi

Ne olursa olsun beklemeye değerdi galiba.
Ne olursa olsun beklemeye değerdi galiba.

Gözlerini hızlıca açtı falcı kadın. Bir sır fışkıracaktı sanki ağzından. Eliyle ağzını tuttu. Ses tonuna özenle giydirilmiş bir coşkuyla kehanetlerini sıralamaya başladı. Geçmişi ve geleceği, kasten yavaşlatılmış esrarengiz cümlelerle muhatabının kalbine çiviliyordu.

Bağdaş kurduğu eski bir halının üzerinde gözlerini kapatarak sessizce beklemeye başlayan falcının ne yaptığını anlamaya çalıştı ilk önce genç kız. Bir müddet sonra oradaki herkes gibi vazgeçti bundan. Anlamaktan uzaklaşmak iyi gelmişti ruhuna. Singapurluydu ve tam karşısında şaman olduğunu iddia eden çingene bir kâhin vardı. Ne olursa olsun beklemeye değerdi galiba. Transa geçmiş bir halde omuzlarını sağa sola oynatarak sallanan falcı kadının dudakları titremeye başlamıştı. Sıraya dizilmiş müşterilerine sunacağı kehanetleri doğurmaya hazırlanıyordu belli ki. Gözleri sımsıkı kapalıydı. Yeşil farla boyadığı gözkapaklarından saçılan gizem halesi tüm sokağı kaplamıştı. Büyükçe bir sedirin üstüne yan yana sıralanmış falcılar arasında; en kilolusu, en renklisi, en dövmelisi ve en yaşlısı oydu. Oldukça cazibeli bir görünüşü vardı. Kıdemi, bakışlarına da yansımıştı. Singapurlu turist kız, bir ayine tanıklık ediyormuşçasına saygıyla bekliyordu falcı kadının dünyaya dönmesini. Kalbinden geçen dileği kabul oldu.

Gözlerini hızlıca açtı falcı kadın. Bir sır fışkıracaktı sanki ağzından. Eliyle ağzını tuttu. Ses tonuna özenle giydirilmiş bir coşkuyla kehanetlerini sıralamaya başladı. Geçmişi ve geleceği, kasten yavaşlatılmış esrarengiz cümlelerle muhatabının kalbine çiviliyordu. Bilinen en eski numarayı kullanıyordu aslında, önemli bir şey anlatıyor gibi yapıyordu yani. Singapurlu turistin bakışları donuklaştı birden. Falcının coşkusuna eşlik edemiyordu bir türlü. Az evvel gelen Alman turiste söylenenlerin aynısı yüzüne karşı tekrar ediliyordu çünkü. Kocaman bir yalana hazırdı hâlbuki. Donuk bakışlarını silkeledi, ayağa kalktı. Gözü bir an için, falcı kadının oturduğu sedirin yanındaki tahta direkte asılı duran vergi levhasına takıldı. Sıradaki coşkuya karışmak için bekleyen kehanetlerin arasından geçerek, geleceğini sırtına atıp, geçmişine doğru yürümeye başladı.

DİRİLERİN SÖYLEMEDİĞİ

St. Petersburg mezarlığının gece bekçisi Alexey’in her gece büyük gürültüler eşliğinde tuttuğu nöbetleri artık neredeyse sıradanlaşmıştı. Gürültülerin kaynağı hakkında Alexey’in fazla bir fikri yoktu ama yanıtları hiç ürpertici bulmuyordu. Bronz Süvari olarak bilinen Büyük Petro heykelinin gece olunca bulunduğu meydandan ayrılarak dörtnala bütün caddeleri dolaştığına yemin edecek onlarca insanın yaşadığı bir şehrin en büyük mezarlığında bekçiydi en nihayetinde. İşini çok seviyordu, yaptığı işi korkunç bulanları anlayamayacak kadar çok. Zaten dirilerle yıldızı hiç barışmamıştı, ölülerle gayet iyi anlaşıyordu. Nöbetini devralıp kulübesindeki koltuğuna oturduğunda, kendisini sessizlik korosunun orkestra şefi gibi hissediyordu, gece inince müzik başlıyordu hemen içinde. Hitler’i öldüren şehirdi burası. Hitler’i öldürürken sokakları ceset yığınlarıyla dolup taşan, o günkü adıyla tarihin akışını değiştiren Leningrad. Ya da açık mezarlık. Şimdi hiç kimse mırıldanmak dahi istemiyor ama bir zamanlar ölüm bu şehrin sokaklarına kazınmış en uzun şarkının adıydı.

70 yıl sonra başka bir mezarlık ve Alexey. Nöbetinin gereğini ve mekânın kıymetini bilen bir mezarlık bekçisi. Biliyordu evet. Bolşevik Devrimi sonrasında yapılan baskılar sonucunda canlı canlı toprağa gömülen o 40 papazın mezarlıklarda dolaşarak dua vazifelerine devam ettiğini biliyordu mesela, büyükannesinden dinlediği hikâyelere inanıyordu çünkü. Sessizliğin bekçisiydi. Hikâyelerin, rivayetlerin, efsanelerin, masalların, yani şehrin ta kendisinin bekçisi. Şair Alexander Puşkin, Gerges d’anthes ile girdiği düello sonucunda yaralanıp kanlar içinde Alexey’in kulübesine gelmişti bir gece. Diriler asla bilemezdi bunu. Petersburg’lu bir kadın şair Alexey’e bakıp şöyle diyecekti o halde; “aynaya ayna görünür ancak düşünde / sessizliktir sessizliğin bekçisi”

Anna Ahmadova
Anna Ahmadova

YÜZÜNÜN PENCERESİNDE BİR DEMİR PERDE

Hep yasaklı, daima şüpheli, bir ömür sürgün ve kelimelerle ördüğü tahtında kardelen ruhlu bir kadın. Tehlikeli belki. Stalinizmin gölgesinde yeşermeye çalışan bir ağaç ve o uğursuz kara gölgeye rağmen tek ve hür. Anna Ahmadova. Şair. Bozgun çiçeği. Yüzündeki anlam’a demir perdeler çekilirken, şiiriyle bir başına ve yalınkılıç olmanın türküsü. Şiirleri kâğıtlara basılamasa da, hafızalara kazınır. Evet, tam olarak böyle olur. Elhak kâğıtlara değil hafızalara nakşedilenler ölümsüzdür ancak. Dünyaya vedasından yirmi yıl sonra yayımlanabilen bir kitabın sahibidir Anna. Stalin’in meşhur infazcısı, kanlı cüce lakabıyla anılan Nikolai Yezhov’u herkes gibi çok iyi tanımak zorunda kalacak bir hayat yaşar. Anıtlaşmış kitabı Requim’e yazdığı önsözün anlattıkları kadar -sözünü tutmuş- bir hayat; “Yezhov Terörü’nün berbat yıllarının 17 ayını Leningrad Hapishanesi’nin kapısında sırada bekleyerek geçirdim. Bir gün kalabalıktan biri beni tanıdı. Arkamda duran, daha önce ismimin bana söylendiğini hiç duymamış, soğuktan dudakları morarmış bir kadın… Hepimiz için artık tanıdık bir cansızlığın içinden sıyrılıp fısıltıyla (orada herkes fısıldardı) bana sordu, ‘bunu tarif edebilir misin?’ ‘edebilirim.’ dedim. Ve sonra, evvelce yüzü olan yerin üzerinden tebessümü andırır bir şey geçti”

DOSTOYEVSKİ’YE RASTLARSANIZ, ONU SEVDİĞİMİ SÖYLEYİN!

Tolstoy’un kendini kötü hissedince -belki de bir tedavi şekli olarak- Dostoyevski okuması ve terk ettiği evindeki başucu masasında Karamazov Kardeşler’in 389. sayfasının açık olarak durması… Aynı dönemde, aynı ülkede yaşayan iki yazarın hiç rastlaşamamış olması üzerine bazı notlar. Ve kocaman elleriyle hayatı doyasıya kucaklayan Tolstoy’un şu sözleri; “Birkaç gün önce kendimi kötü hissedince ‘Ölüler Evinden Anılar’ı okudum. Çok şeyi unutmuştum ve yeniden okudum. Puşkin dâhil modern edebiyatımızda bundan daha iyi bir kitap olmadığını belirtmeliyim. Dostoyevski’ye rastlarsanız onu sevdiğimi söyleyin.” Ölüler Evinden Anılar, Dostoyevski’ye rastlamak için çok iyi bir gerekçe. Tolstoy’un selamını söylemek için de elbette.