Start tabancasıyla intihar eden adam

Düşünsenize kendinize benzemekten en uzak olduğunuz anın öylece donup kaldığını!
Düşünsenize kendinize benzemekten en uzak olduğunuz anın öylece donup kaldığını!

Çok düşündüm ben o adamı. Geceleri düdük çalıyor, saat yerine kronometre kullanıyor, uzun bir ikindiyi nerede bitireceğini bilemiyor, kavuşurken “hoşça kal”, ayrılırken “merhaba” diyordu. Çok düşündü o adam beni. Yarış bittikten sonra değil başlamadan koşmanın ve start noktasına gelince bir adım daha atmamanın modası hiç geçmeyen bir melankoli olduğunu ikimiz de biliyorduk.

Bekâr evlerinde, yurt odalarında çok kaldım ben. Hayatımın önemli bir kısmında mavi bir bez çantaya hepsini sığdırabileceğim kadar eşyam oldu. Kitaplarım ise rutubetli depolarda, kömürlüklerde, bir gün kat çıkmak umuduyla açık bırakılan çatılarda zebil oldu. Arkamdan bir kovalayan varmış gibi yaşamaya çok alıştım. O günlerden kalma bir alışkanlık olsa gerek evden çok hızlı çıkarım ben.

Bir yıl boyunca kaldığım, DMO damgasının dövme gibi sırtımızda iz bıraktığı yurt binasında her gece saat 3 gibi birisi uzun uzun düdük çalardı. Hani şu hakemlerin bir maçı başlatırken çaldıklarından.

Öyle ki sokağa indiğimde daha kimse hazırlanmamış olur evde. Otel odalarını yadırgamam. Uyumak için rahat aramam. Lautreamont’un kendi hayatını “bazalt”a benzetmesi gibi soğuyup istemediği bir biçimde taşlayan bir magma akıntısı olmak istemedim hiç. Düşünsenize kendinize benzemekten en uzak olduğunuz anın öylece donup kaldığını! Böyle garip düşüncelerimi ikili ilişkilerimde asla dile getirmeyip kamuya açık bir alanda kaleme almak da evsizlik zamanlarından kalma bir alışkanlık. Halka açık bir yerde konuşmak istiyorum sadece. Kendimle ancak halka açık bir yerde buluşabiliyorum.

Ben öyleyken yani aslında ben böyleyken, ne kadar çok ben dedim, biraz da bu yüzden, beni geceleri en çok uyandıran insanı hiç tanımadığımı söylesem bilmiyorum inandırıcı olur muyum? Bir yıl boyunca kaldığım, DMO damgasının dövme gibi sırtımızda iz bıraktığı yurt binasında her gece saat 3 gibi birisi uzun uzun düdük çalardı. Hani şu hakemlerin bir maçı başlatırken çaldıklarından. İlk başlarda yataktan sıçrayıp koridora dökülürdüm diğer herkes gibi. Daha sonra alıştım.

Düdük çaldığı zaman kalkıp, bir sigara içiyor, elimin altındaki bir şiiri okuyor, sonra tekrar yatıyordum. Düdüğü kimin çaldığını asla öğrenemedik. Kimse düdük falan çalmıyor deselerdi de ben ikna olurdum zaten. Fakat bir yıl boyunca her gece çaldı o düdük. Bu adamın kim olduğu hakkında tahmin yürütmek, onu enselemeye çalışmak yurt hayatının rutinlerinden olmuştu çoktan.

  • Yeni gelen Konyalı çocuk mu yoksa Londralıların karartma gecelerinde Luftwaffe uçaklarını gökyüzünde ilk fark eden bekçilerden biri mi? O günlerde her ikisi arasındaki olasılık oranı benim için oldukça yakındı. Gece ile gündüzü karıştırdığım, roman karakterleri ile arkadaşlarımı eşleştirdiğim, olur olmaz şiirlere konuk olduğum bir ara dönemdeydim.

Derken bir gece düdük çalmadı. Yine de uyandım. Fakat sabaha kadar uyuyamadım. Uyandıran olmayınca, uykunun anlam kaybına uğradığını ilk defa o zaman fark ettim. Gel zaman normal bir evde, alarmlarla, mesailerle bir arada yaşamaya başladıkça karartma gecelerini ve düdük sesini unuttum. Evden hala dışarı fırlıyor, olur olmaz uyanmaya devam ediyordum lakin. Sonra Osman Konuk’un Melankoli 2012 şiiri ile karşılaştım.

yurt binasında her gece saat 3 gibi birisi uzun uzun düdük çalardı. Hani şu hakemlerin bir maçı başlatırken çaldıklarından.
yurt binasında her gece saat 3 gibi birisi uzun uzun düdük çalardı. Hani şu hakemlerin bir maçı başlatırken çaldıklarından.

Öyledir, şiirle ancak karşılaşırsınız, birden yolunuza çıkar. her yıl yeni modelleri çıkıyor melankolinin içimden bir ses gelmiyor, hayır bazen geliyor içimden bir ses, sesin dısarıdan geldigini söylüyor Yıllar sonra o uzun ve bitimsiz koridorda birisi yeniden düdük çalmıştı sanki. Kendimi evlerden ya da odalardan dışarı atmıyordum, kendimi kendimden dışarı atıyordum. Çünkü içimdeki bir ses, sesin dışarıdan geldiğini söylüyordu. “Ben, başkasıydı.” çarpıcı bir sey yazmak istiyorum, aklıma bir sey gelmiyor ne zaman aklıma bir sey gelmese, içimden bir ses: start tabancasıyla intihar eden adamı düsün Çok düşündüm ben o adamı. Geceleri düdük çalıyor, saat yerine kronometre kullanıyor, uzun bir ikindiyi nerede bitireceğini bilemiyor, kavuşurken “hoşça kal”, ayrılırken “merhaba” diyordu. Çok düşündü o adam beni. Yarış bittikten sonra değil başlamadan koşmanın ve start noktasına gelince bir adım daha atmamanın modası hiç geçmeyen bir melankoli olduğunu ikimiz de biliyorduk.

Son günlerde çok kelimesini çok kullanıyorum ısıklar açılmıstı, mikrofonlar, herkes çok sık kahramanca evlerinden çıkıyorlar, vampirlerden korkmadan kırmızı kravatlar takarak ve birbirlerine katılarak çok degerliler, çok konusuyorlar, az ölüyorlar iki ayak, kırk ayakkabı; az ayak, çok ayakkabı tek madonna kırk kürk, çok manto tek yalnızlık Hayat, ince bir omuzdan kayıp yere düşen bir pelerin gibi ayaklarımızın dibinde toplanırken bu çıplaklık kaç aynaya sığabilir? Açılar ve ışıklar, yansımalar ve tekrarlar; lavları soğutup taşlaştırırken, yüzümüzdeki o tek ve kestirilemez ifadeyi mutlak kılan kaç değişken vardır? Bilmiyorum sayı veremem. Türkler sayı veremediklerinde kırk derler fakat. Kırk demenin bana öğrettiği şudur; X sonsuza gittikçe ben sıfıra yaklaşırım. Daha önce söylemiş miydim hesap kitaptan anlamam fakat matematiğim iyidir benim. Son günlerde ne kadar çok ben diyorum. Kırk bir kere.