Süleymaniye'ye bakabilmek ve dokunabilmek

Süleymaniye, onun taşına dokunabilmemizle, onunla aynı dünyayı paylaştığımızı bize hissettirirken, onun bütününe dokunma arzumuza rağmen dokunamamakla da onun bizim dünyamızdaki özgün, ayrıksı ve yücelik duyuran yerini inşa eder.
Süleymaniye, onun taşına dokunabilmemizle, onunla aynı dünyayı paylaştığımızı bize hissettirirken, onun bütününe dokunma arzumuza rağmen dokunamamakla da onun bizim dünyamızdaki özgün, ayrıksı ve yücelik duyuran yerini inşa eder.

Süleymaniye'ye hiçbir zaman dokunamayız. Dokunduğumuz şey her zaman onu oluşturan taşlardan biridir. Buna rağmen yine de ona dokunma isteğiyle dolmamız boşuna değildir. Bu istek, bizim dünyadan karşılık alma çabamızın bizi yönelttiği dokunma ihtiyacından kaynaklanır.

Süleymaniye'ye bir bütün olarak bakmak, bakışı kaydırmaktan başka bir şey değildir. İster daha yukarıda bulunan bir yerden, isterse bir fotoğraf karesinden ona bakmayı deneyelim, bakışımız elimizde olmadan her seferinde yuvarlanır, yanlardaki tam ve yarım kubbelerden düşer. Süleymaniye'ye ancak bir ele gelmezlik üzerinde anlaşarak bakabiliriz. Süleymaniye'ye bakan göz bir bakıma eldir. Ama bir körün gözünün eli. Gözdür ama kavisli ve yuvarlak çizgileri, birbirlerine hareketi devrederek titreşen parçaları yoklamak, küçük küçük ellemek, evirip çevirerek canlandırmak zorundadır. Yapı, gözün kendisine yapışmasını engeller. Bakış her seferinde, bu hareketi hem başlatan ve hem de sabitleyen, yapının dağılıp gitmesine engel olan kubbeye tırmandıkça aşağıya doğru dökülmek zorunda kalır. Aslında bakışın dökülmesi, binanın dökülmesinden başka bir şey değildir. Dışında herhangi bir süsleme ve kaplaması olmayan bu devasa yapı, çıplak taş kütlenin yaratacağı kuntluk ve durgunluk temsilinden hiçbir iz taşımaz.

Çünkü Sinan bu çıplak yapıyı titreşimle ve akışla kaplamıştır. Süleymaniye'ye bakış böylece dokunmaya dair bir deneyimle doluverir. Ama bu bakış sadece görme ve dokunma duyularını değil, bakışın yuvarlanmasının örtülü ve yumuşak sesini de içermesi sebebiyle işitme duyusunu da çağırır. Bu ses, kurşun kubbelerden sekmenin yaratacağı bir çınlama değildir ama. Bakışın titreşimleri kurşun kubbelerdeki sertliği giderir, dökülme sesi yumuşar ve bir yutkunmayı yansılar. Bu akışı, titreşimi ve hareketi içinde bakarken, Süleymaniye, kubbesinin tepesine kondurulmuş aleminden tutulmak, yukarı doğru çekilmek zorunda gibi durmaktadır. Aleminden tutan gizli bir el onun bir cibinlik, bir çadır, bir tennure gibi açılarak yere dökülüvermesini, daha da doğrusu yığılıvermesini önlemektedir. Bu el onu bırakıverdiğinde, birbirine yaslanmış kubbeler büyüklüklerine göre çatırdayarak ya da kıtırdayarak, sarsıntıyla ya da tıkırtıyla aşağıya dökülüverecektir.

Bu yüzden bakış, aşağıya döküldüğü her seferinde, bir endişeyi gidermek üzere kubbenin tepesini görmek, kubbenin hala orada olduğunu tespit etmek için tırmanır. Süleymaniye'den bakışı düşürmeden sabitleyebilmenin bir yolu, duvarlardaki pencereli yüzeye tutunmaktır. Bakışın yorgun düşmesini geçici olarak önleyen bu tutunuş uzun sürmez. Bakış, pencerelerden koparak, bir kubbe demeti olan Süleymaniye'nin yüzeyine kayıverir. Ve yine, kubbelerin kavislerini sıyırmaya, soymaya başlar. Bakışın kubbeler üzerindeki hareketi kaymak ve sıyırmak gibi kavisli ve tekdüze olmayan fiilleri çağırır. Böyle olmasının tek sebebi kubbelerin kavisli çizgileri değildir. Kubbe, yaysı gerginliği sebebiyle, bir yandan da narinliği, durduk yerde çıtırdayıp çatlamayı duyumsatır. Gergindir ve yırtılmaya adaydır. Nefesini tutmuş, altındaki yüzeyi yutarcasına örtmüş, bunu yaparken kaslarını sonuna kadar germiştir. Süleymaniye'de gezinen, kayan ve sıyıran bakış, kubbeleri yırtmadan ve çatlatmadan dolaşır.

Okyanusa dokunan kimsenin okyanusun birkaç litrelik suyuna dokunduğunu görürüz. Ama yine de bu kısmi ve sınırlı dokunma ona, okyanusun haritada kapladığı yerinin doğruladığı büyüklüğünün havsalada yarattığı zorluğu aşmayı sağlayabilir.

Bakış, tüldür ve kavisleri uçuşarak gezinir. Süleymaniye'yi seyreden bakışın bulabileceği en tekdüze hareket belki de kubbenin oturduğu çemberi dolaşmaktır. Bakış, kayma ve sıyırma hareketlerinden çıkar ve çemberi yalayarak dolaşır. İster kaysın ister sıyırsın ya da yalasın, bakışın delici olmaya imkan bulamadığı, daima gezintiyi deneyimlediği bir yüzeydir Süleymaniye. Bu, bakışın bir heykeli izlerken, taş hakkında oluşan, taşın yeterince sert olup olmadığına dair olan kafa karışıklığıyla karşılaşmasına da yol açar. Bu kafa karışıklığı sebebiyledir ki, heykellerin sergilendikleri mekanlarda bulunan "dokunmak yasaktır" uyarısının da akla getirdiği gibi, bir heykelle karşılaştığımızda ona dokunmak isteği duyarız. Bakış, Süleymaniye yüzeyinde, bakmanın yarattığı mesafeyi aşma yönünde, dokunma, işitme, tatma duyularının boca edildiği duyusal bir karmaşanın içine düşer. Bunun sebebi, Süleymaniye'nin göze, akışkanlığıyla, kavisleriyle, parmak uçlarını tahrik eden kubbe pütürleriyle, dokunarak kavranabilecek bir ele gelirlik, bir ergonomi telkin etmesi ama buna mukabil bu dokunmanın sadece bakışla sınırlı olmak zorunda kalması olabilir.

Yapının kıvrımları dokunma duyusunu uyarsa da, bakış bunu, boyutlar ve mesafe sebebiyle vekaleten üstlenir. Ve aslında bakmak hiçbir zaman dokunmanın yerini tutamayacağından, bakış, doygunluğa ermemiş bir halde yorulmakla yetinir. Süleymaniye'ye hiçbir zaman dokunamayız. Dokunduğumuz şey her zaman onu oluşturan taşlardan biridir. Buna rağmen yine de ona dokunma isteğiyle dolmamız boşuna değildir. Bu istek, dokunma üzerine bir kitap yazmış olan Gabriel Josipovici'nin işaret ettiği, bizim dünyadan karşılık alma çabamızın bizi yönelttiği dokunma ihtiyacından kaynaklanır. İçinde bulunduğumuz dünya bize sadece bakarak karşılık vermez, ona dokunduğumuz zaman bedenimiz de düşünmeye ve duymaya başlar ve aynı dünyayı paylaştığımız duygusunu bizde pekiştirir.

Josipovici, gerek kendisinin Los Angeles'a geldiğinde karşı koyamadığı okyanus suyuna dokunma arzusunu ve gerekse Roma'ya giden arkadaşının hissettiği güçlü dokunma isteğini yorumlarken, dokunmanın kişiye orada "kişisel" olarak bulunduğunu hissettirdiğini, dokunduğu şeyin varlığını dokunan kimseye ve dokunan kimsenin varlığını da o nesneye kanıtladığını söyler. Okyanusa dokunan kimsenin okyanusun birkaç litrelik suyuna dokunduğunu görürüz. Ama yine de bu kısmi ve sınırlı dokunma ona, okyanusun haritada kapladığı yerinin doğruladığı büyüklüğünün havsalada yarattığı zorluğu aşmayı sağlayabilir. Aynı şekilde Süleymaniye de kütlesi ve hacmiyle bir ele gelmezlik aşılar. Ama ona kısmen dokunmak, onun imgelemdeki yerine bir düzeltme yapar ve insanla Süleymaniye birbirlerini doğrulamış, kanıtlamış, birbirlerine eğilmiş olur.

Süleymaniye, onun taşına dokunabilmemizle, onunla aynı dünyayı paylaştığımızı bize hissettirirken, onun bütününe dokunma arzumuza rağmen dokunamamakla da onun bizim dünyamızdaki özgün, ayrıksı ve yücelik duyuran yerini inşa eder. Süleymaniye, dokunulurluk duyuran ama dokunulmazlık yaşatan yönüyle bizde aynı anda yakınlık, akranlık, uzaklık ve haşyet duygularını besler. Onun üzerine durmadan konuşabilmemizin sebeplerinden biri işte bu bizi bıraktığı aradakalmışlıktır.