Suriye notları 1: Sınır

Bazen Türkiye'nin sınırlarından çıkmak hayatın sınırlarından çıkmakla aynı anlama geliyor.
Bazen Türkiye'nin sınırlarından çıkmak hayatın sınırlarından çıkmakla aynı anlama geliyor.

Gerçeği olmadığı gibi gerçeğinden daha güzel hayallerin de olmadığı bir ülkedesiniz sınırı geçince. Umudu diri tutacak pek çok şey olmasına rağmen her şey bir felaketin habercisi de olacakmış gibi bir his peşinizi hiç bırakmaz bu topraklarda.

Eskiden insanlar mecbur değillermiş bu kapıya. Sabah hazırlıklar yapılır, süslenir püslenir sınırın Suriye tarafından Türkiye tarafına geçilirmiş bir düğün veyahut başka bir davet için. Akşama bilenler yolunu izini bilir dönerlermiş bir başka ülke olan Suriye tarafına. Öyle ki bazılarının büyüklerinden dinledikleri bu hikâyeler o kadar da uzak bir "eskiden" hikâyeleri değil. Şimdi ise sınırlar kalın duvarlarla, termal kameralarla, adını bilmediğim bir sürü teknik ve çabayla korunuyor. Bu hâliyle ise başka hikayelerin konusu oluyor. Sınırlar zihinsel sınırlar olmadığı müddetçe hep aşılma isteği uyandırır gibi geliyor bana. Bununla birlikte adına güvenli bölge dedikleri kocaman bir hapishanede yaşıyorsanız bir gözünüz hep sınırın diğer tarafına bakıyor. Üstelik sınırın diğer tarafına geçtiğinizde geride onca şey bırakmış olacağınız hâlde. Onca şey derken anılarınız, büyüklerinizden dinlediğiniz hikâyeler, aileniz, sevdikleriniz...

Öncüpınar gibi diğer hudut kapılarını legal ya da illegal yollardan geçmek hayli zor. Parası olana bu yokluk ülkesinde de açılmayan kapı kalmıyor. Bir şekilde yolu bulunuyor ya da yolu yapılıyor sınırı geçmenin. Ama sınır nasıl geçilirse geçilsin aslında hep yeni bir dramın sınırlarının içerisine giriliyor. Akşamları Azez'den baktığında Kilis'in ışıklarını görenler Kilis'te yaşayan akrabalarının yüzünü göremiyor. Ya da Antep'te yaşayan bir anne İhtimlat'ta, Soran'da, İdlib'te yaşayan oğluna sarılamıyor. Öncüpınar sınır kapısında tırlar, askeri ve sivil araçlar, ambulansların yanı sıra cenaze arabaları da sıraya giriyor. Türkiye'de ölmüş bir Suriyeli kelimenin her anlamıyla toprağına dönmüş, kavuşmuş oluyor. Bazen de bir bakıyorsunuz siyah bir torbanın içinde bir çocuk bedeni aranan çantalar gibi açılarak incelendikten sonra sınırdan geçiriliyor. O da ambulans ya da cenaze arabalarıyla getirilen diğer ölüler kadar şanslı olmasa da kendi topraklarında defnedilmek üzere bir sınırdan bir başka sınıra giriyor. Hem hayatın sınırından hem de ülkemizin sınırlarından...

Bazen Türkiye'nin sınırlarından çıkmak hayatın sınırlarından çıkmakla aynı anlama geliyor. "Deve bir kuruşa ama bir kuruş yok" ifadesiyle dile getirilen yokluğun ülkesinde ölüme daima yaklaşılır. Ölümün oturmadığı bir sofra başı, ölüm duygusunun yer almadığı bir sohbet halkası yoktur. Bu yokluk ülkesinde bolluk içerisinde olan tek şey ölümdür. Ölüme yaklaşmak emeklilik hayalleri olan insanların ölüme yaklaşması gibi doğal ve olağan değildir. Belki de bu yüzden cenazeler hızlıca defnedilir. Ölüm karşısında beklenmediklik duygusu çok hissedilmez. Her ne kadar Allah'ın kaza ve kaderi sorgulanmaz olsa da burada sıralı ölümlerden çoktur sırasını başkasına savanların ölümleri. Birbiriyle alakası olmayan iki şey gibidir ölüm ve hayat. Birbiriyle alakasız iki şeyin birbirini hatırlatması gibi durmadan birbirini hatırlatmaktadır.

Gerçeği olmadığı gibi gerçeğinden daha güzel hayallerin da olmadığı bir ülkedesiniz sınırı geçince. Umudu diri tutacak pek çok şey olmasına rağmen her şey bir felaketin habercisi de olacakmış gibi bir his peşinizi hiç bırakmaz bu topraklarda. Çıplak ayaklarıyla gülen bir çocuk sizi umut var kılsa da soğuğa alışmış o ayakların o gecenin sabahına ayak basacağının garantisini kim verebilir?