Tarih bizim geçmişimiz mi?

İslam düşünce geleneğinde  dünyevînin zıttı dînî değil uhrevîdir.
İslam düşünce geleneğinde dünyevînin zıttı dînî değil uhrevîdir.

Şüphesiz İslam'ın bir Antik Çağı olmadığı gibi diğer geleneklerden de farklı olarak karşılaştığı bütün biçimleri terkip eden, içine alan ve onların sürekliliğini sağlayan bir özelliğe de sahiptir.

Modern tarih anlayışı geçmişi tarih yapmak olarak telakki edilebilir mi? Çünkü Aydınlanma sonrası Kant-Herder-Hegel bağlamında oluşturulan tarih felsefesi bir gerçeklik olan geçmişin tarihi midir yoksa bir kurgu ve inşa mıdır?

Yani "Beyaz Adam" dünyanın efendisi olduğunu anladıktan sonra önce evrimci tarih anlayışı ile kendini diğer insanlardan ayırt etmiş ondan sonra da kendine göre bir geçmiş ve tarih mi oluşturmuştur? Bugün modern çağ, yakın çağ, yeni çağ, orta çağ, antik çağ, ilkel çağ gibi tanımlamalara baktığımızda bunu rahatlıkla iddia edebiliriz. Sosyolojik dönüşümleri bile ilkel çağ, metafizik çağ ve akıl çağı olarak tasnif ve tertip eden modern insan, elbette ki hem insanın kökeni hem de diğer insanların kaderi olarak tarihi kendisi okuyacak, yazacak ve "takdir" edecekti. Nitekim öyle de oldu.

Yeni ve Yakın Çağı, Akıl, Aydınlanma ve Modern Çağ olarak mutlaklaştıran Batı düşüncesi doğal olarak kendisinin dışındaki bütün insanları ve toplumları ise Orta Çağ ile Kadim Çağ'a hatta İlkel Çağ'a hapsedecekti.

Aydınlanma süreci ile başlayan ve Hegel ile tarihin sonu söylemine gelen beyaz adam eksenli Batı düşüncesi insanlığın "en eksiksiz", "en mükemmel" ve "alternatifsiz" "ilkesi" haline getirildi. Bugün iki tip insandan, toplumdan ve ülkeden söz edebiliriz artık. Gelişmiş olanlar ve gelişmekte olanlar... Dolayısıyla modernizm artık insanlığın kaderidir!. 90'larda Fukuyama liberalizm bağlamında tarihin sonundan söz ederken aslında Hegel'in yaptığından farklı bir şey yapmıyordu.

Yine ve yeniden Batı düşüncesinin insanın ulaşabileceği nihai nokta olduğunu, insanın artık bu dünyada "cenneti" yarattığını, birtakım arızaların da bir müddet sonra kendiliğinden ortadan kalkacağını, artık insanlık için başka türlü düşünebilme, yaşayabilme hatta inanabilme imkanının kalmadığını savundu. Çünkü modernizmi ve liberalizmi Batı düşüncesi ve Batılı insanlar temsil ederken diğer ülke ve insanlar ise kaderlerini, modernleşme ve batılılaşma süreçlerini zamansal olarak tamamlamakla geçireceklerdi. Yeni ve Yakın Çağı, Akıl, Aydınlanma ve Modern Çağ olarak mutlaklaştıran Batı düşüncesi doğal olarak kendisinin dışındaki bütün insanları ve toplumları ise Orta Çağ ile Kadim Çağ'a hatta İlkel Çağ'a hapsedecekti. Mesela bu tasnife göre Hz. Peygamber Efendimiz Orta Çağ'da dünyaya gelmişti ve Müslümanlar hep Orta Çağ'da yaşamışlardı. Endülüs, Abbasiler, Selçuklular, Osmanlılar hep Orta Çağ'ın unsurlarıydı. İbn Sina, Ebu Hanife, İmam Gazali, İbn Arabi, Yunus Emre, Harezmi, Tûsi, Mimar Sinan, İbn Haldun vs. hepsi Orta Çağ düşünürleriydi. Peki Orta Çağ neydi?

Modern Batı düşüncesine göre Orta Çağ, modernleşmesini, gelişmesini tamamlayamayan, protestanlaşma ve kapitalistleşme süreçlerini yaşayamayan, içinde bulundukları karanlıktan henüz kurtulamayan, kısmen de kurtulma çabası veren insanların ve toplumların içinde bulundukları çağdı. Kendileri için 200/400 yıl öncesi bir süreç olarak kabul ettikleri Orta Çağ, kendileri dışındaki Müslümanlar dahil herkes için bugüne tekabül ediyordu. Son çeyrek yüzyıla kadar Batı düşüncesinde neredeyse tartışmasız kabul edilen bu telakki Müslüman ülkeler başta olmak üzere çoğu Batı dışı topluluklarda ise modernleşmeci aydınlar tarafından da kabul edildi ve içselleştirildi. Bu insanlar kendi tarihlerini modern tarih telakkisine göre yeniden yazdılar. Mesela bu anlayışa göre Abbasiler zamanında bir Altın Çağ olmuştu, sonra Gazali geldi aklı, felsefeyi, düşünceyi her şeyi reddetti ve Gazali sonrası bir gerileme ve duraklama dönemi başladı ve bu süreç bugüne kadar hala aşılamadan devam edegeldi.

Aydınlanma süreci ile başlayan ve Hegel ile tarihin sonu söylemine gelen beyaz adam eksenli Batı düşüncesi insanlığın "en eksiksiz", "en mükemmel" ve "alternatifsiz" "ilkesi" haline getirildi.
Aydınlanma süreci ile başlayan ve Hegel ile tarihin sonu söylemine gelen beyaz adam eksenli Batı düşüncesi insanlığın "en eksiksiz", "en mükemmel" ve "alternatifsiz" "ilkesi" haline getirildi.

İşin tuhaf tarafı Batı dışı toplumların nasıl düşüneceklerini nasıl yaşayacaklarını hatta nasıl inanacaklarını, kutsal metinlerini nasıl tevil ve tabir edeceklerini belirleyen modernist oryantalistlerin bu fikirleri ve kurguları bizde ciddi anlamda hala tartışılmıyor desek yanlış bir şey söylemiş olmayız. Kendi düşünce tarihini kendine göre yazma çabalarının bile tuhaflık olarak kabul edildiği ülkemizde bu tür tanımlamalar adeta dogma gibi kabul edilirken yine Modern Batı düşüncesi içinde ciddi anlamda sorgulamalar söz konusu. Batılılar öncelikle kendi orta çağlarının kastedildiği gibi hiç de karanlık olmadığını ciddi anlamda tartışmaya ve konuşmaya başladılar. Hatta modern düşüncenin izlerini ve göstergelerini bile Orta Çağ'da hatta Hristiyanlık içinde aradılar. Sonuçta Martin Luther, Calvin içerden insanlardı. Kendi orta çağları ile ilgili bu sarsılma elbette ki başka soruları gündeme getirdi.

  • O zaman Müslümanlar, Hintliler, Çinliler, İranlılar, Afrikalılar, Kızılderililer başta olmak üzere Batı dışı toplumların tarihleri, geçmişleri de bizim tanımladığımız gibi olmayabilirdi... Nitekim öyle de oldu.

İslam tarihi ve düşüncesi açısından belirtecek olursak, bilhassa Gazali paradigması ciddi anlamda sarsıldı. Belki de asıl altın çağın Gazali sonrası oluştuğu dillendirilmeye başlandı. Hatta daha da ötesi İslam tarihi açısından bir Antik Çağ, Orta Çağ, Altın Çağ veya Modern Çağ gibi tasniflerin kesinlikle yanlış olduğunun altı çizildi. Dolayısıyla bu tür tasniflerin tarihin belli bir döneminde bilhassa 18. ve 19. yüzyıllarda Batı'da ortaya çıktığı sabitlendi. Öyleyse bu evrensel olarak kabul edilemez ve insanlığa dayatılamazdı. Bu bağlamda Batı'da ciddi anlamda eserler ortaya çıkarken bizde hala Batılı şablonu terk etmeyen okuma biçimleri, tarih algısı devam etmekte. İslam Düşünce Atlası istisna tutulursa hala kendi düşünce tarihimizi kendi nazarımızla, reyimizle ve müşahedemizle yazma bağlamımız çok zayıf. Maalesef modernizmle eş zamanlı olarak İslam dünyasında ortaya çıkan modernist İslamcılığın indirgemeci yaklaşımı hala gücünü sürdürüyor. İslam düşünürleri her alanda geçmişlerini yeniden kurgulamak ve inşa etmek yerine onu tarihsel gerçekliğinde anlayıp kendilerine tarih ve ortak hafıza yapmak yerine hala modern ve liberal paradigmalara göre tevil ve tabirlerini sürdürmektedirler.

İslam düşünce geleneklerinde dînî/dünyevî ayrımı modern düşüncede ve Hristiyanlıkta olduğu gibi mutlak değil îtibaridir.
İslam düşünce geleneklerinde dînî/dünyevî ayrımı modern düşüncede ve Hristiyanlıkta olduğu gibi mutlak değil îtibaridir.

Ancak ilginç bir biçimde sözünü ettiğimiz bağlama dikkat çeken yazarlar da maalesef yine Batı'dan çıkmaktadır. Belki de anti- modernist veya post-modernist oryantalistler diyebileceğimiz söz konusu yeni kuşağın elbette ki birinci derdi kendilerinin de mustarip olduğu Batı modernitesinin tekçi, totaliter bağlamını bertaraf edip daha özgürlükçü ve çoğulcu bir sekülerlik elde edebilmek. Daha önce Türkiye'de Müphemlik Kültürü ve İslam kitabı ile tanıdığımız Thamos Bauer'in bir kitabı daha çevrildi: Neden İslam'ın Orta Çağı Yoktu (Antik Çağı'ın Mirası ve Doğu)... Bauer daha önceki kitabında da olduğu gibi modernitenin tek boyutluluğuna karşı çıkarak İslam düşünce geleneğindeki çok anlamlılığa atıfta bulunmuş bir bakıma başka türlü düşünebilmek ve yaşayabilmenin imkanını tarihsel olarak daha önce Müslümanlardan yararlanarak nasıl yaptıysak yine yeniden yapabiliriz demişti. İkinci kitap ise aslında bu bağlamın devamı mahiyetinde. Bauer, modern tarih anlayışının tek boyutluluğu ve dogmatikliğine karşı yine İslam tarihi ve düşüncesi zemininden araçsal olarak yeni bir imkân arayışından söz eder.

İslam Düşünce Atlası
İslam Düşünce Atlası

Batı tarihi ile mukayeseli bir okuma yaparak öncelikle Modernitenin İslam'ı ve Müslümanları hatta Çinlileri ve diğer toplumları nasıl Orta Çağ içine hapsedilemeyeceğinin gerekçelerini sunar. Her alanda verdiği örnekler kurgu değil gerçeğe tekabül eden unsurlardır. Bauer, kitabın ana fikrinin 2014 yılında Berlin'de ortaya çıktığını ve öğrencileri ve arkadaşları ile ciddi tartışmalar yaptığını belirtir. Bu minvalde sadece Batı dışı toplumlar açısından değil asıl Modern Batı toplumu ve düşüncesi açısından Orta Çağ kavramının yerli yerine oturtulması gerektiğiyle işe başlar. Bunun Batı toplumu için de bir avantaj sağlayacağını belirtir. Çünkü onun derdi daha öncekilerin Kilise'nin dogmatikliğini aşması gibi Modernite'nin dogmatikliğini aşmaktır. Bauer, kitap boyunca hemen her alanda İslam tarihi ve düşüncesinden verdiği örneklerle İslam tarihi ve düşüncesinin Modernitenin tanımladığı ve kurguladığı gibi olmadığını belirtir.

  • Okuma yazmadan kağıta, kitap çeşitliliğinden fizik ve matematik ilimlere, şehircilikten sosyal hayata kadar onlarca örnek üzerinden modernistlerin İslam ve Doğu tasarımının gerçeklikle bir ilgisi olmadığının altını çizer.

Bauer'in önceki kitabında da hissettiğim en temel hatası İslam dini açısından dinî/ dünyevî ayrımını ısrarla kullanması ve hatta bunu dünyevî lehine temellendirmesidir. İçinde yetiştiği Hristiyan ve modern gelenek bakımından anlamlı olan bu ayrımın gerçekte İslam tarihi ve düşüncesi bakımından anlamlı olmadığını fark edememesi ise ciddi bir eksiklik. Ya da yeni oryantalizmin bilinçli bir tavrı... Çünkü İslam düşünce geleneklerinde dînî/dünyevî ayrımı modern düşüncede ve Hristiyanlıkta olduğu gibi mutlak değil îtibaridir. Oysa bu gerek Modern düşünce ve gerekse Hristiyanlık bakımından mutlaktır ve dînî ve dünyevî birbirine zıttır.

İslam düşünce geleneğinde ise dünyevînin zıttı dînî değil uhrevîdir.

Dolayısıyla Bauer'in ısrarla asıl sekülerliğin İslam düşünce geleneğinde ve bir bakıma Müslümanların tarihinde var olduğu dilek ve temennisi, içinde yaşadığı geleneklerden kaynaklanan bir vehmin ötesine geçmiyor. Şüphesiz İslam'ın bir Antik Çağı olmadığı gibi diğer geleneklerden de farklı olarak karşılaştığı bütün biçimleri terkip eden içine alan ve onların sürekliliğini sağlayan bir özelliğe de sahiptir.

Ancak burada Bauer de tıpkı Batı düşünce geleneğindeki İlk Modernler gibi İslam düşünce geleneklerini ve tarihi birikimini araçsal olarak kullanmakta, tıpkı öncekilerin Kilise'yi yıkmak, rasyonel bir Tanrı ve din tasavvuru oluşturmak amacıyla araçsallaştırdıkları gibi kendisi de Modernite'nin tek boyutluluğunu yıkmak ve yine dünyevî ve çoğulcu bir sekülerlik boyutuna geçmek için İslam düşünce geleneğini ve tarihi birikimini araçsal olarak kullanmayı önermektedir.

Nitekim onun asıl muradı da hoşgörü çok anlamlılık ve çok kültürlülük bağlamında bir sekülerliktir. Diğer taraftan İslam'ın terkipçi yönüne dikkat çekerken onun müteâl bağlamını ısrarla görmezden gelmesi de dikkatlerden kaçırılmamalıdır. Bu yanıyla modern dönemdekilerden farklı da olsa yine de oryantalist bir bakış açısı söz konusudur.