Tarihçilerin başlangıç hikayesi

Dünya, ahiret gününün haftalarından bir hafta olup, ömrü yedi bin yıldır.
Dünya, ahiret gününün haftalarından bir hafta olup, ömrü yedi bin yıldır.

İslam düşünce geleneğinde sözü edilen anlatıyı hakiki anlamıyla bütüncül bir evren tarihine dönüştüren ve bir dünya tarihi tasavvurunun mukaddimesi hâline getirenler, gerçekte tarihçilerdir. Bunun en önemli sebebi, tarih kitaplarının karakteridir. Tarih kitapları, tefsir kitaplarından farklı olarak, bir konuyu tarihçinin ilgisi, bilgisi ve inşa gücüne bağlı olarak bütüncül şekilde anlatmaya imkân verir ve daha elverişli bir anlatım gücüne sahiptir.

Kurân ve hâdislerde yaratılışın başlangıcı, aşamaları, süresi ve sonu hakkında epeyce açıklama bulunur. Bu açıklamalar, erken dönemden itibaren bilhassa müfessir, muhaddis ve tarihçilerin dikkatini çekmiş ve İsrailiyyat sayılan bir kısım verilerle de meşbu hâle getirilerek işlenmiştir. Fakat muhaddislerin bir haberi kabul etme şartları, müfessir ve tarihçilere nispetle daha ağırdır. Bu bakımdan İslam'ın genel olarak âlem tasavvuru ve dünya tarihi anlayışının şekillendiği ilk metinler erken dönem tefsirleri ve tarih metinleridir. Özellikle tefsir metinlerinin genel bir tarih tasavvurunu kurmaya elverişli olmasının esaslı bir sebebi vardır: Bizzat Kurân'da bütün âlemin yaratışını konu edinen ayetler vardır ve bunların nasıl anlaşılacağı başından beri müfessirlerin ana uğraşlarından biri olagelmiştir. Bu bağlamda müfessirler, yaratışın başlangıcı, aşamaları ve sürekliliği, insanın mükellef kılınması ve akıbeti hakkında rivayetleri derleyerek ilgili ayetlerin yorumunun bir parçası hâline getirmişlerdir. Fakat tefsirlerde ilgili ayetlerde açıklama yapıldığından anlatının bütünlüğünü oluşturma, okuyucuya bırakılır ve okuyucu dikkati ölçüsünce müfessirin zihnindeki bütünlüğü keşfedip kendi zihninde yeniden inşa edilebilir.

Diğer deyişle tefsir, doğası gereği parçalı açıklama yapar ve parçaları birleştirme işini okuyucuya havale eder. Mesela günümüze ulaşan ilk tam tefsir olan Mukâtil b. Süleyman'ın (ö. 150/767) et-Tefsîru'l-Kebîr'inde oldukça ayrıntılı bir başlangıç hikâyesi barındıran pek çok nakil bulunmaktadır. Fakat bu nakiller, ilgili ayetlere dağılmış durumdadır ve özel olarak tecrit edilmesi gerekir. Bu bakımdan İslam'da başlangıç hikâyesinin veya kapsamlı bir âlem tasavvurunun oluşumu, oldukça eskiye gider. Zira Mukâtil b. Süleyman 80//699 yılı civarında doğmuştur ve en azından döneminde belirli çevrelerde kabul gören anlatıları bir araya getirmiştir. Mukâtil'in nakillerinin önemli bir kısmı, İbn Abbas gibi meşhur sahabilere veya tabiînin önde gelen isimlerine dayanır. Erken dönem tefsir kitaplarında gördüğümüz bütüncül anlatının kelâm kitaplarında karşılık bulmadığını belirtmek gerekir. Bunun muhtemel sebeplerinden biri, kesin bilgi arayışında olan Mutezile kelâmcılarının ilgili ayet ve hâdisleri müteşâbih kabul edip âlem tasavvurunu tamamen hudûs, parçacık ve yoktan yaratma kavramları üzerine inşa etmeleridir.

Hatta İslam düşünce tarihi boyunca kelâm geleneği daima bu kapsamda değerlendirilebilecek ayetlere kayıtsız kalmış, naslarla irtibatlarını yalnızca mevcutların vücuda gelmesi ve sürekliliği hususunda temel ilkelerin istihracıyla sınırlamıştır. Bu bakımdan erken tefsirlerde ve hadis mecmualarında bulduğumuz verilerin kelâmcılar tarafından neredeyse hiçbir şekilde dikkate alınmadığını ve kelâmın âlem tasavvurunun inşasında dikkate değer bir etkisi bulunmadığını söylemek mümkündür. Kelâmcılar yaratılışla ilgili hadisleri, mütevatir olmadığı için dikkate almamışlar, ayetleri ise yoruma muhtaç kabul ederek tefsir faaliyeti kapsamında değerlendirmişlerdir. İslam düşünce geleneğinde sözü edilen anlatıyı hakiki anlamıyla bütüncül bir evren tarihine dönüştüren ve bir dünya tarihi tasavvurunun mukaddimesi hâline getirenler, gerçekte tarihçilerdir. Bunun en önemli sebebi, tarih kitaplarının karakteridir. Tarih kitapları, tefsir kitaplarından farklı olarak, bir konuyu tarihçinin ilgisi, bilgisi ve inşa gücüne bağlı olarak bütüncül şekilde anlatmaya imkân verir ve daha elverişli bir anlatım gücüne sahiptir.

Bu bakımdan başlangıçta İslam tarihçilerinin daha çok siyer, megâzi ve nesep bilgisine hasredilmiş mesaisi, süreç içinde dünya tarihi tasavvuruna imkân verecek şekilde gelişmiştir. Hicrî üçüncü (Milâdî dokuzuncu) asırda bir umumi tarihçilik yaklaşımı gelişmiştir. Muhammed b. Habîb (ö. 245/860) el-Münemmak fî ahbârî Kureyş isimli eserinde Hz. Âdem'den başlayarak bütün peygamberlerin ve Kureyş kabilesinin soy kütüğüne ilişkin bilgi verir. Bu eser, erken bir dünya tarihi kurgusudur. Taberî'nin (224/839 - 310/923) Târîhu'l-ümem ve mülûk adlı eseri yaratılıştan 302 (915) tarihine kadarki olayları anlatan mütekâmil bir dünya tarihidir. 290 (903) - 303 (915-16) yılında kaleme alınan ve Taberî'ye "tarihçilerin babası" ve "tarihçilerin piri" unvanlarını kazandıran bu eser, İslam tarihçiliğinde de müstakil bir ekol oluşturmuştur. Ebû Hanife ed-Dîneverî'nin (ö. 282/895) el-Ahbâru't-tıvâl adlı kitabı, Hz. Âdem'den başlayarak sonraki bütün peygamberleri ve milletlerin tarihini ihtiva eden bir dünya tarihi kitabıdır. Ali b. Hüseyin el-Mesûdî (280/893 - 345/956) Mürûcu'z-zeheb adlı eseri de Hz. Âdem'den başlayıp peygamberleri, ardından coğrafi bölgeleri, bitki ve hayvan türlerini ve milletler tarihini ele alır.

Dolayısıyla bu eser de bir dünya tarihi olarak kurgulanmıştır ve kültürel unsurlara daha fazla yer vermesiyle temayüz ederek sonraki dönemde farklı bir tarihçilik anlayışının gelişmesine vesile olmuştur. Saîd b. Bıtrîk'ın (263/877 – 328/940) et-Târîhu'l-mecmû' adlı eseri de bir dünya tarihi olarak tasarlanmıştır. Bu eserler arasında Taberî'nin Târîhu'l-ümem ve mülûk adlı eserinin hususi bir yeri vardır. Zira bu eser, yaratılışın başlangıcına ve insanın tarihine ilişkin kapsamlı bir hikâye barındırır. Kitabın mukaddimesinde peygamberler ve hükümdarlardan her birinin hayatını ayrıntılı bir şekilde anlatmayı taahhüt eden Taberî şöyle der: "Bu bilgilerden önce yazılması uygun ve münasip görüleni baş tarafa geçirerek zamanı, onun başlangıcını ve sonunu anlatacağım. Yüce Tanrı zamanı yaratmadan önce ondan başka bir şey var mıydı, zaman fani midir? Zaman yok olduktan sonra Tanrının yüce ve kutlu olan zatından başka herhangi bir varlık kalacak mıdır? Yüce Tanrı zamanı yaratmadan önce ne gibi bir varlık mevcuttu? Zaman yok olduktan sonra ne kalacak? Sonra onu nasıl yarattı, o nasıl yok olacaktır?"1

Bu açıklamalardan sonra Taberî önce yönteme ilişkin bir açıklama yaparak eserde aktarılan bilgi ve haberlerin pek azı hariç tamamının senetleriyle birlikte verilmiş rivayetlere dayandığını, zira sözü edilen kişi ve olayların akıl ve istidlâlle bilinmeye elverişli olmadığını, bu haberleri gerçek dışı bulanların veya yadırgayanların, açıklamaların tamamen rivayetlere dayalı olduğunu dikkate alması gerektiğini belirtir. Yönteme dair bu izah, bizim buradaki meselemiz açısından hususi bir öneme sahiptir. Çünkü Taberî'nin yaratılış ve ilişkili meselelerdeki açıklamaları, tamamen rivayetlerden örülür. O, her bir konu hakkında birbirinden farklı rivayetleri sıralar ve içlerinden kendi şartlarına göre en sahihi hangisi ise onu tercihe der. Bu sebeple aşağıda yalnızca Taberî'nin tercih ettiği rivayetlerin oluşturduğu bütünlüğü arz etmeye çalışacağım. Taberî mukaddimede taahhüt ettiği şekilde zamanın tarihine önce zaman kavramını açıklamakla başlar.

Buna göre "zaman gece ve gündüzün saatlerinden ibarettir. Uzun ve kısa süren müddete de zaman denilir"( (Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, I, 21). Her ne kadar zamanın yaratıcısı olan Allah'ın bir başlangıcı ve sonu yoksa da zamanın ve yaratılışın bir başlangıcı ve sonu vardır. Çünkü zaman, gece ve gündüzün saatlerinden ibaret olduğuna göre başı ve sonu tespit edilebilir bir şeydir. Zamanın süresi hakkında farklı kanaatler ileri sürülmüştür. Kimileri yedi bin yıl, kimileri altı bin yıl olduğunu iddia etmiştir. Bu görüşler aslında Yahudiler, Mecûsîler ve Hıristiyanlar gibi önceki din mensuplarının kanaatleriyle ilişkili olmakla birlikte doğrudan Hz. Peygamber'den gelen rivayetlerle desteklenmiştir. Hatta İslam ümmetinin insanlık tarihindekine yerine ilişkin sahih rivayetler, bu kabil rivayetlerin temelini oluşturmaktadır. Bu sebeple Taberî her bir görüşün dayanağını oluşturan rivayetlerin ayrıntılı bir dökümünü sunar.

Lakin nakledilen hadislerin tamamının ortak paydası, İslam ümmetinin insanlığa biçilen ömrün, son kesitinde yer aldığıdır ve şu iki hadiste özetlenmektedir: (i) "Sizden önce geçip giden kavimlerin ömürlerinin müddetlerine nispetle, sizin ömrünüzün müddeti, ikindi namazı ile güneşin batması arasındaki zamana muadildir." (ii) "Ümmetim için dünyanın ömrü, ancak ikindi namazını kıldıktan sonra güneşin batmasına kadar olan vakit miktarındadır." Taberî önce altı bin yıl, ardından yedi bin yıl görüşlerini aktardıktan sonra şu kanaate varır: "Dünya zamanının başlangıcından sonuna kadar olan müddetinin yedi bin miktarında olduğu hakkında söylediğimiz sözler burada bitiyor. Delil ve tanıklar bu dâvanın doğruluğunu ispat etmiş olduğu için, bize söylenenlerin en doğrusu budur" (Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, I, 28).

Taberî'nin bu görüşü tercih etmesinin sebebi, buna dair rivayetlerin daha güçlü olduğunu düşünmesidir. Zira o, zamanın müddeti hakkında İbn Abbas'tan gelen şu rivayetin en sahih olduğu kanaatindedir: "Dünya, ahiret gününün haftalarından bir hafta olup, ömrü yedi bin yıldır". Bekleneceği üzere Taberî buradan hareketle dünyanın kalan ömrüne dair bir tahminde bulunur: Hz. Peygamber'in bulunduğu döneme kadar altı bin beş yüz yıl geçmiş ve dünyanın yarım günlük yani beş yüz yıllık bir ömrü kalmıştır. Taberî bu aktarım ve tercihlerinin nazarî zeminini de kurmak için zamanın, gece ve gündüzün yaratılmış olduğunu kanıtlayan bir bölüm açar, gece ve gündüzün yaratılmış olduğunu ifade eden (Enbiyâ 21/33) yahut buna delil teşkil edecek (Yasin 36/37-40) ayetleri de zikrederek kelâmcıların hudûs deliliyle uyumlu bir kanıtlama yapar. Taberî zamanı güneş ve ayın hareketleriyle ilişkili olarak anladığından zamanın müddeti ile genel olarak yaratılışın müddetini ayrıştırır ve zamanın yaratılışından önce yaratılanları da ayrı bir başlıkta ele alır. Onun birinci adımda belirginleştirdiği şey, dünyanın yaratılışıdır. Ona göre Allah zamanı, günleri, geceleri ve güneşle ayı yaratmadan önce, yeri ve gökleri yaratmıştır.

Konuyla ilgili pek çok rivayet sıralar. Bu rivayetler arasında bir kısım farklılıklar vardır fakat tamamı, günlere bölünmüş bir yaratılış sürecini tasvirde ortaktır. Taberî'nin kendisi şu rivayeti tercih eder: "Yahudiler, Tanrı elçisinin (ona salâvat ve selâmlar olsun) katına gelerek ondan yer ve göklerin yaratılışı hakkında sordular. Peygamber: Tanrı, yeri pazar ve pazartesi günleri yarattı, dağları ve mahlûkları için faydalı olan nesneleri salı günü, ağaçları, suyu, şehirleri, mamure ve harabeleri çarşamba günü yarattı. İşte bu dört gün içinde bu varlıklar yaratılmıştır. Yüce Tanrı kitabında şöyle diyor: ‘De ki, yeri iki günde yaradan Tanrı'yı mı inkâr ediyorsunuz? Ona mı ortaklar katıyorsunuz? Hâlbuki, o bütün âlemlerin Rabb'idir. O Tanrı ki, yerin üstündeki yüksek dağları yarattı, yen hayırlı ve bereketli kıldı, yerde herkesin ve her mahlûkun rızkını tâyin ve takdir etti. Bunları tam dört günde tamamladı, işte soranlara doğru cevap budur' (Fussilet, 9-11).

Allah Resulü sözüne devam edip dedi ki: Perşembe günü göğü, cuma günü yıldızları, güneşi ve ayı, melekleri yarattı. Bunları cuma gününün sona ermesine üç saat kala tamamladı. Bu kalan üç saatin birinci saatinde yaşayacak ve ölecek kimselerin ömürlerini takdir etti, ikinci saatinde mahlûkların istifade edecekleri maddelere dokunacak afetleri yarattı, üçüncü saatinde Âdem'i yarattı, onu cennete yerleştirdi, İblise Âdem'e secde etmesini emretti, o, emri yerine getirmeye yanaşmadığı için, son saatte cennetten sürüldü, diye sözünü bitirdiğinde, Yahudiler: "Ey Muhammed! Tanrı bundan sonra ne yaptı?" diye sordular. Allah Resulü, "bundan sonra arşı üzerine çıktı," cevabında bulundu. Yahudiler, sözünü tamamlar isen isabet etmiş olursun, Tanrı bundan sonra istirahat etti, dediler. Allah Resulü, bu sözlerinden dolayı onlara çok darıldı'. Bu münasebetle şu âyet indi: ‘Biz, gökleri ve yeri, yer ile gök arasındaki bütün mahlûkları altı günde yarattık, bize hiçbir yorgunluk arız olmadı' (Kâf 50/38)" (Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, I, 31).

Taberî zikredilen ayetlerden (yine burada zikretmediğimiz cennet ve cehennemden sabah akşam tabirleriyle bahseden ayetlerden) hareketle gece ve gündüzün dolayısıyla da ona göre zamanın yaratılışını önceleyen evre için "gün" ifadesini kullanmanın meşru olduğunu savunur. Buna göre "Güneş ile ay yaratılmadan önceki vakitlerin günler olarak adlandırılmasıyla, bizim kullandığımız takvime göre 12 aydan oluşan dünya yıllarından bin yıl kastedilir. Bu yılların günleri ve saatleri, güneş ile ayın felekteki dereceleri kat etmesiyle hesap edilir." (Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, I, 33). İlk bakışta Taberî'nin hesabında bir karışıklık olduğu zannedilebilir. Çünkü hem zamanın başlangıcından Hz. Peygamber'in yaşadığı zamana kadar altı bin beş yüz yıl geçtiğini söyleyerek dünyaya yedi bin yıllık bir ömür biçer hem de zamanın varlığından önce var olan mevcutların yaratılışını altı bin yıl olarak hesaplar.

Daha açık bir ifadeyle Hz. Âdem'den Hz. Peygamber'e kadar yedi bin yıllık dünya ömrünün altı bin beş yüz yılının tamamlandığını düşünür hem de zamanı önceleyen mevcutların dünya yıllarıyla altı bin yıla tekabül edecek şekilde altı günde yaratıldığını ve altıncı günün son saatlerinde Hz. Âdem'in yaratıldığını söyler. Fakat gerçekte herhangi bir karışıklık yoktur. Zira insanın dünyadaki yolculuğu altıncı günün sonundan itibaren başlamaktadır. Bundan öncesinde diğer nesneleri ve insanı da içerecek şekilde yaratılışın süreci altı bin yıl iken insanın dünyadaki süreci yedi bin yıl olmaktadır. Toplamda on üç bin yıl etmektedir. Taberî ileride buna başlangıç tarafından bin yıl daha ekleyecek ve toplam on dört bin yıl olacaktır. Ayette ve rivayetlerde zikredilen günlerin bin yıl olarak açıklanmasının gerekçesi ise "Rabbin nezdinde bir gün, sizin hesabınızda bin yıl gibidir" (Hac 22/47) mealindeki ayet ve aynı anlamı ifade eden rivayetlerdir.

Şu hâlde Taberî'nin şimdiye kadar aktarılan açıklamalarında üç katmanlı bir yaratılış açıklaması sunduğu görülür. Sondan başa doğru gidersek; (i) dünyanın insanın yaratılışıyla birlikte anılan yedi bin yıllık süreci; (ii) göklerin ve yerin yaratılmasının içeren altı günlük, dolayısıyla altı bin yıllık süreci; (iii) yerin ve göklerin yaratılışını önceleyen bir yıllık yaratılış süreci. Dolayısıyla Taberî'nin âlem tasavvurunda yaratılış, dünyayı ve gökleri önceleyen bir evreye daha sahiptir ve onun asıl âlem tasavvuru da bu evrenin açıklanmasıyla vuzuha kavuşmaktadır. Üçüncü sırada zikredilen bu kısım aynı zamanda Taberî'nin özellikle sonraki sûfîlerde ayrıntılı bir varlık tasavvuruna dönüştürülecek kozmolojiyi inşa ettiği kısımdır. Sonraki yazıda ise bu kısmın ayrıntısına geçebiliriz.

  • 1. Taberî, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, çev. Zâkir Kadirî Ugan ve Ahmet Temir, İstanbul: Bilge Kültür Sanat, 2019, I, 20.