Temsil sorunumuz ya da İslam’ın sırtına yük olmak

Temsil sorunumuz ya da İslam’ın sırtına yük olmak
Temsil sorunumuz ya da İslam’ın sırtına yük olmak

Doğru, iyi ve güzel olan, çoğunluğu her zaman elde etmeli midir? Ya da tersinden soralım: Çoğunluk her zaman iyi, güzel ve doğru olan anlamına mı gelir? Hakkın ve hakikatin sayıyla, çoklukla ne kadar ilgisi var? Bir meselenin haklılığı, doğruluğu onun yanında yer alanların sayıca çokluğu ile mi ölçülür? Bu hakkaniyetli bir bakış açısı mıdır?

İslam’a yönelik eleştirilerde, onun temsilinden ve görünür plandaki uygulamalarından yola çıkarak dinin aslına yönelik bazı iddia ve ithamların geliştirildiğini gözlemlemek mümkün. Hatta çoğunlukla sadece birtakım cari uygulamalar üzerinden İslam’a saldırıların yapıldığını söyleyebiliriz. Pratikten teoriye giderek, çoğu zaman aslına bakmadan sadece yaşayan örnekler üzerinden onun ilkesel ve ahlaki anlamda yetersiz olduğu iddia edilir. Dünya genelinde, asla taalluk eden çok marjinal, yüzeysel ve dahi tutarsız bazı ithamlar dışında İslam ile ilgili genel olarak onun şu ya da bu görüntüsü ve yorumu üzerinden eleştiriler geliştirildiğini, bazı temsiliyet iddiaları örnek gösterilerek İslam’ın kendisinin sorgulandığını ve yargılandığını rahatlıkla tespit edebiliriz. İlkeler üzerinden bir eleştiriden çok tedavülde olan kötü örnekler üzerinden ve yetersiz temsiliyetler nedeniyle dine haksız ve ağır eleştiriler yöneltilmektedir. Yani tatbikatlarına bakarak dinin kendisinin yetersizliği iddia edilmektedir.

Burada birkaç soru sormak gerekir: Her şeyden önce teorik bir iddianın fiili bir temsiliyeti zorunlu mudur? Bu temsiliyetin kapsamı, alanı ve büyüklüğü nasıl olmalıdır? Tarihin herhangi bir döneminde bu temsiliyet kısmi ya da tam olarak gerçekleşmişse, bu, o iddianın rüştünü ispat ettiği anlamına gelir mi? Peki tarihin herhangi bir döneminde kendini kanıtlamış olması bundan sonra da aynı pratiğin yaşanabileceğinin taahhüdü olur mu? Bir fikrin, bir iddianın tarihi bir tatbik alanı olsa bile bugün ciddi anlamda bir temsiliyet sorunu yaşıyorsa, o tarihi tatbikat ne işimize yarar? (Ayrıca bu, beraberinde o iddianın tarihselliği meselesini de gündeme getirmez mi? Bu bakış açısı başka açıdan bir tarihselci yaklaşım olmaz mı?)

Sorulara devam edelim: Doğru, iyi ve güzel olan, çoğunluğu her zaman elde etmeli midir? Ya da tersinden soralım: Çoğunluk her zaman iyi, güzel ve doğru olan anlamına mı gelir? Hakkın ve hakikatin sayıyla, çoklukla ne kadar ilgisi var? Bir meselenin haklılığı, doğruluğu onun yanında yer alanların sayıca çokluğu ile mi ölçülür? Bu hakkaniyetli bir bakış açısı mıdır?

Bu soruların bir kısmı cevabını mündemiç, bir kısmı ise altından kalkılması -en azından benim altından kalkamayacağım- zor meselelerdir. Ama bazı tespitlerde bulunmak mümkün. Önce şunu ifade etmeli ki, temsil eden ya da bu iddiayla ortaya çıkan, asla temsil edilenin kendisi olamaz. Bunlar iki farklı alandır. Zira temsil aslın yerine ikame edilen şeydir. Aslın kendisi değil bir yorumu, başka bir ifadesidir.

Hemen ardından şunu da eklemek gerekir: Tarih ve tecrübe bize, çokluğun/ çoğunluğun her zaman haklı, doğru ve iyi olanı temsil etmediğini göstermektedir. Aziz kitabımız da bunu açık bir şekilde ifade etmektedir. Kaba kuvvetle, güçle doğru ve iyi olan çoğu zaman bastırılabilmiş ve azınlıkta bırakılabilmiştir. Büyük kitleleri bir şekilde etkileyebilme becerisi ve mahareti gösterenler ise cebren ve hileyle de olsa tarihin uzunca kesitlerinde hükümran kalabilmiştir. Zaten kitleler manipüle edilmeye ve yönlendirilmeye çok müsaittir.

Bir fikrin kıymetini, tüm zamanlarda ve mekanlarda, bütün argüman ve teklifleriyle tatbik ve temsil edilmesiyle orantılı olarak düşünmek ise sorunlu bir bakış açısıdır. Şöyle ki: Bir fizik veya kimya kanunu ya da matematiksel bir hesap her zaman ve şartta geçerlidir. Yer çekimi veya suyun kaldırma kuvveti, bir kimya formülü ya da matematiksel bir hesap sürekli bir biçimde ve kesintisiz bir pratik olarak vardır. Ama aynı şeyi bir inanç ya da ideoloji için söylemek ya onlardan da bu şekilde bir daimî temsil ve sürekli tatbikat beklemek doğru bir yaklaşım değildir. Her an suyun kaldırma kuvveti cari olduğu gibi hakkın, doğrunun, iyi ve güzel olanın da her zaman yürürlükte olması gerekli değildir. Bu kıyas yanlıştır çünkü inançların, fikir ve ideolojilerin muhatabı ve uygulayıcısı insandır. Dolayısıyla onu, hiç iradesi olmayan doğanın diğer unsurları ile kıyaslamak başlı başına arızalı bir yaklaşımdır. Bu sebeple herhangi bir fizik, kimya ya da matematik keskinliğini, haklı bile olsa bir fikrin hayata tatbiki ve temsiliyeti noktasında insanlardan beklemek doğru değildir.

 İnsanoğlu dokunduğu her şeye eksikliğinden, faniliğinden, acziyetinden bir şeyler bulaştırır.
İnsanoğlu dokunduğu her şeye eksikliğinden, faniliğinden, acziyetinden bir şeyler bulaştırır.

Bazı fikirlerin, tekliflerin temsil edilmemesi/ edilememesi onların insan fıtratıyla tenakuzundan kaynaklanır. Başka bazı fikirlerin, davaların temsiliyet noktasında eksik ya da zayıf kalması ise insanın doğasında var olan nefsin, şeytanın, dünya lezzetlerine düşkünlüğün, hazzın iğvasından, insanı baştan çıkarmasından, saptırma ve yanıltma gücünden ve ihtimalinden ileri gelmektedir. Dolayısıyla İslam’ın tüm yerkürede ve her zaman fiiliyatta, pratikte bir temsil imkânı bulamaması onun yetersizliğinden ve zaafından değil insanın aldanmaya meyyal olan nefsinin doğasından kaynaklanıyor. Ama beşerî ideolojilerin hükümranlığını ve mutlak egemenliğini sürdürememesi ve ancak bir gücün, baskının yedeğinde, metazori bir yolla insan ve toplum hayatına dayatılması ise onların insanın ve varlığın fıtratıyla uyumsuzluğunun ve ancak insan zaaflarının devreye girmesi durumunda var olabilmeleriyle ilgili bir durumdur.

Bir de şu var: Temsil yani pratik hayatta görülen o çıktı, bir fikrin, idealin ya da iddianın ta kendisi midir? Yani pratik olarak hayata dönüşen şey o teorinin kendisi midir? Daha açık soralım: İnsanların, bir düşünceden neşet eden eylemleri pratik hayata dönüştüğünde, o düşüncenin kendisi olarak mı kalır? Eğer değilse neden Müslümanların eylemlerine İslam’ın kendisi imiş gibi muamele edilmektedir? Ayrıca şu soruların da sağlıklı bir cevabının verilmesi gerekir: Eksik veya yanlış temsiliyet, bir fikrin/davanın zaafı mıdır? İnsanın eksik yorumu o fikrin eksikliği olarak görülebilir mi?

Beşerî sistemler ne kadar ince hesaplanırsa hesaplansın, uygulama alanına çıktığında her zaman boşluklarla malul kalır. İlahi sistem ise ne yapılırsa yapılsın bir insan teki ya da bir topluluk tarafından tüm boyutlarıyla temsil edilemez, kuşatılamaz; ondan her zaman bir fazlalık kalacaktır. Birileri bir tarafını, başka birileri başka bir tarafını temsil edebilirler ancak. Biri ya da birileri bir boyutunu, başka birileri başka bir boyutunu tatbik edebilirler. Kıyamet gününe kadar da bu böyle sürüp gider.

Şunu da ifade etmeliyiz: Beşer elinin değdiği her şey fanilikle malul hale gelir. İnsanoğlu dokunduğu her şeye eksikliğinden, faniliğinden, acziyetinden bir şeyler bulaştırır. Bu sebeple ne kadar yüce olursa olsun tüm kutsi fikirler, insan eli değdiği andan itibaren yere iner. Çünkü insan dokunduğu her şeyi kendi seviyesine indirger yani fanileştirir. Dolayısıyla beşer, ilahi olanı tatbik ederek aslında beşerileştirir. Orada artık bütün zaaflarıyla, eksikleriyle insanın yorumu ve izi vardır. İlahi ve göksel olan artık yere inmiş, ayakları yere değmiştir. Bu sebeple o artık insanın zaaflarını, eksikliklerini, acziyetini, nakısalarını da üzerinde barındırır. Öyleyse hiçbir insanın fiil ve düşüncesine ilahi bir anlam yüklenmemelidir. Çünkü ilahi kelam söz konusu olduğunda hiçbir temsil iddiası tam, mükemmel ve eksiksiz olamaz.

Temsiliyet iddiasında bulunan veya hasbelkader o makamda bulunan insanların sorumlulukları elbette daha çok fazladır. O artık şahsından öte, kendisini aşan bir sorumluluk yüklenmiştir. Bu sebeple kişisel tercihlerini, arzu ve isteklerini, heveslerini, şahsi ihtiraslarını ön plana çıkarmak ya da o güdülerinin peşinden gitmek gibi bir hakkı yoktur. Eksiklikleri, kendisinden çok temsil iddiasında bulunduğu makama, yaslandığı fikre yazılacağı için özel dikkat ve hassasiyet geliştirmelidir. Bu da artık temsiliyet bahsindeki mesuliyet ile ilgili bir durumdur. O ise başka bir başlıktır ve onun başlangıç cümlesi bu yazının şu son cümlesidir:

Mesuliyet bilinci olmadan doğru temsiliyet mümkün değildir.