Times new roman

Memleketimizde hangi resmi evraka baksanız neredeyse hepsinin bu Times New Roman denen karakterle yazıldığını görürsünüz: Sanki başka yazı karakteri yokmuş gibi lokantadaki menüler, camekândaki yazılar, resmî kurum tabelaları da hep aynı yazı karakteriyle yazılıdır.
Yıllar evvel devlete için yeni bir uçak alındığında bu işlerle ilgilenen danışman bana uçağın fotoğrafını göstermişti. Üzerinde “Türkiye Cumhuriyeti” yazısı yazılıydı. Times New Roman karakteri ile... Ben ona; “Yahu bu karakter çok sıradan. Başka bir karakterle yazdırsaydınız ya” dedim. “Hatta devletin kendine mahsus bir resmî fontu olsa. Bunun için bir font tasarım yarışması açsanız ne iyi olur. O fonta bakan bu Türkiye’dir desin” dedim. Tahmin edebileceğiniz gibi bu fikrim dikkate alınmadı! Oysa diğer devletlerde resmî yazıların belirli bir karakteri vardır. İngiltere, İsviçre, ABD, Almanya, nereye giderseniz gidin kamu kurumlarının tabelaları, formları, web sitelerindeki yazılar belirli bir karakterde yazılmıştır. O karakteri görür görmez hangi ülkeye ait olduğunu bile tahmin edebilirsiniz. Aynı şey büyük şirketler için de geçerlidir. “Kurumsal kimlik” denen şey yani.
Evet, fikrim dikkate alınmadı ama ben hiç üzülmedim. Çünkü kabul görsün veya görmesin, en azından zihnimi çalıştırmış, fikir üretme sürecimi canlı tutmuş oldum. Bu, en başta benim için büyük bir kârdır. İnsanda bir fikrin ortaya çıkması o insanın düşüncesinin, bilgisinin, zevkinin, tercihinin bir sonucudur. Düşünce kalbi ve aklı, bilgi idrâki ve hafızayı, zevk kalbi ve hassasiyeti, tercih şuuru ve ahlâkı harekete geçirir. Az bir şey mi bu? Motor sıcak olmalı ki istendiği zaman hemen çalışıp istenen hıza çabucak ulaşsın. O yüzden siz de dikkate alınmayan fikirleriniz olunca küsmeyin. Sürekli araştırmaya, düşünmeye, özgün çözümler geliştirmeye devam edin. İnsan buna alışınca klişelerden uzaklaşmaya, alternatif fikirler geliştirmeye başlar. İlk başta sizin fikirlerinizi beğenmeyenler de zamanla sizden fikir istemeye başlarlar. Yeter ki siz o renksiz, emeksiz, taklitçi ve yeknesak kalabalığa uymayın.

Memleketimizde hangi resmi evraka baksanız neredeyse hepsinin bu Times New Roman denen karakterle yazıldığını görürsünüz: Sanki başka yazı karakteri yokmuş gibi lokantadaki menüler, camekândaki yazılar, resmî kurum tabelaları da hep aynı yazı karakteriyle yazılıdır. Gören de bunun bilinçli bir tercih olduğunu sanır. Öyle değil elbette. Çünkü bilgisayarlardaki Word programında yeni bir belge açtığınızda standart karakter olarak Times New Roman seçili çıkar. Aynı programda yazı stilleri menüsüne basınca yüzlerce yazı karakteri olduğunu görürsünüz. İnsan istediğini seçebilir. Ama bizdeki kolaycılık ve emeksizlik yüzünden çoğu kişi o menüye bakıp başka bir karakter seçmeyi pek düşünmez.
Bizdeki bu durağanlık, kısırlık, çoraklık sadece yazı karakteriyle ilgili değil. Hayatımızın her alanında yeknesaklık hâkim. Bizde uyaroğluculuk, emeksizlik, düşüncesizlik temel vasıftır. Özgün, özel ve özgül olmayı önemseyenlerin sayısı çok az. Falan şair gibi şiir yazmayan, filan yazar gibi edebiyat yapmayan, bir Amerikalı gibi ekonomi veya matematik dersi vermeyen hemen göze çarpar.
Tekdüze ve renksiz olmanın çok avantajı var tabii... Göze çarpmazsanız kimse gelip size çarpmaz. Silik insana kimse sille atmaz. Uyaroğlu olan kalabalığa karışır. Risk almaz. Kolaycı ve tembel tipler silikliği çalışma hayatında çok kullanırlar. Bir iş veya sorun olunca birden ortadan kaybolurlar. Yeni bir iş yapmak gerekince “Eski eve yeni âdete ne gerek var?”, “Tekeri yeniden icat etmeye ne lüzum var?”, “Gâvur zaten yapmış işte, al kullan!” gibi cümlelerle karşı çıkarlar. Hatta bu kadarını bile söylemez ve kendilerini bir şekilde unuttururlar. Bunlar kimse farkına varmadan onlarca yıl işlerine gider gelirler. Emekli olduklarında, hatta öldüklerinde bile kimsenin haberi olmaz.
Ölçüsüzlüğümüz yüzünden tevazu ile silikliği, kendini ifade etmek ile zıpçıktılığı birbirine karıştırıyoruz. İnsanları da böyle değerlendiriyoruz. Özgüven diye küstahlığı alkışlıyoruz. Efendiliği sünepelik sayıp kınıyoruz. Hâlbuki böyle yanlış hükümler vermek çok zararlıdır. Bu hükümleri verirken hangi insan için, hangi ölçüye dayandığımız çok önemlidir. Şöhret mevzuu da böyledir. Bir kısım insan kendileri çabalamadan meşhur olurlar. Diğerleri ise şöhret olmak için çabalarlar. Bazı insanlar da şöhretten uzak durmak isterler. Değerli bir insan, bilinmezliği nefsini korumak için tercih ediyorsa bu onun erdemidir. Ama değersiz bir insanın bilinmezliği bir erdem değildir. Hele değersiz adamın şöhreti büyük musibettir. Bugün maalesef meşhur olanların çoğu böyledir. Ekranda görünmek, zengin olmak, siyasi makam sahibi olmak veya sadece meşhur olmak kitleler nezdinde o insanın “gözde” olması için yeterlidir. Hatta ahlâken sefil birisi olsa bile...
Bu konudaki ölçü bence şu: İnsan iş yapmada atak olmalı, ama bunu şöhret için yapıyorsa o işin samimiyetini ve bereketini yer bitirir. Aynı şekilde tevazu kıymetlidir ama tevazuyu siliklik ve renksizlikle eş tutmak dehşetli bir yanlıştır. Renksizlik tabii ki doğrudan kişiliksizlik demek değildir. Ama kendi tecrübelerime baktığım zaman ikisinin çoğu zaman kesiştiğini görüyorum.
Peki, bu gibi insanlar mütevazı oldukları için böyle davranıyor olamazlar mı? Bazıları evet. Peki, tevazu kötü bir şey mi? Elbette değil. “Radarın altında” olmak illa kötü bir şey mi? Fitne zamanında değil meselâ. Nitekim Farsçada bir deyim var: “Selâmet der kenârest.” yani “Selâmet kenarda durmaktadır.” Ne zaman? Ortalığı bugün gibi fitne-fesat sardığı zaman. İnsanlar yalancılığı, iftirayı, tezgâhı normal gördüğü zaman...
Şöhret görünürlük ister. Şöhret olmaya dayanan siyaset, eğlence ve medya gibi meslekleri yapanların göze çarpan insanlar olması gerekir. Çoğu bunu sahte sözler, zorlama hareketler ve abuk-sabuk kıyafetlerle yaparlar. Çoğu yalandan hayatlar sürer. Bu gibi tiplerden rezillik seviyelerine düşeni çoktur. İkiyüzlülükte o kadar ileri giderler ki bir süre sonra hangi yüzlerinin sahte, hangisinin gerçek olduğunu kendileri bile ayırt edemezler. Çoğu mesleklerinden ayrıldıklarında veya şöhretleri bittiğinde zavallı ve bunalımlı insanlar olarak ölümü beklerler. Bir ara birisi anlatmıştı. Metroda giderken yanında oturan yaşlı kadın birden ona dönmüş ve “Beni tanıdınız mı?” diye sormuş. Bizimki “Hayır.” deyince kadın kendisinin eski Türk filmlerinde şarkı söyleyen birisi olduğunu söylemiş. “Bakmayın Fatma Girikmiş, Filiz Akınmış, Türkân Şoraymış, onlar söylemiyordu ben söylüyordum.” demiş ve oracıkta herkesin içinde eski bir sinema şarkısını bağıra bağıra söylemeye başlamış. Bunu anlatan arkadaş bana kadın nâmına ne kadar üzüldüğünü anlatmıştı. Gerçekten acıklı...
Özgün olmak elbette güzel. Ama “İlla farklı olacağım, farklı şeyler yapacağım.” diye saçmalamak da marifet değil. Meselâ bazıları farklı olsun diye Times New Roman yerine Comic Sans diye bir karakter kullanırlar. Hâlbuki bu karakter, adı üzerinde komik hava veren bir türdür. Ciddi yazı ve duyurularda kullanılmaz. Demek ki her şey yerine ve durumuna göre...
Eskiden beri kamu kurumlarına yeni alınan uzman yardımcılarına benim ders vermemi isterler. O derslerin sonunda gençlere birkaç nasihatte bulunurum. Bunlardan birincisi, “Oturduğunuz koltuğun rengini almayın, o koltuğa renginizi verin.” cümlesidir.
Evet, insan orijinal yani özgün olmalı. Aslında her insan zaten orijinaldir. Mesele, o özgünlüğü keşfetmek ve Tanrı vergisi özel kabiliyetleriyle çaba sarf etmektir. “Orijinal” kelimesi Latincede “Başlangıç, kaynak, doğum.” demektir. O da “Orin” kökünden gelir ki “Yükselmek, güneş gibi doğmak.” demektir. “Fıtrat” kavramına yakın bir anlam ama fıtrat kavramında Allah’ın yaratışı vardır. “Orijinallik” ya da özgünlük insanda fıtrata uyuyorsa etki yapar. Zorlamayla orijinallik kisvesi giyenler ise sırıtırlar.