Türkiye'de İslamcılığın kökleri

kökler
kökler

Batı’nın sömürgecilik faaliyetleri öncesinde İslam Dünyası kültürel olarak bir bütünlük arzediyordu. İbn Arabi İspanya’dan çıkıp Mekke’ye kadar seyahat edebiliyor. Hindistanlı birâlim Hindistan’dan çıkıp Mekke, Medine, Şam ve İstanbul’a uzanabiliyordu.

Uzun yıllar önce yabancı bir akademisyenle Türkiye ve İslamcılık üzerine sohbet ederken bana bir soru yöneltti. “Türk İslamcılık düşüncesinin kökleri nereye kadar dayanıyor?” Kendince çok önemli bir soru sormuştu. Dikkatli bir şekilde de sorduğu sorunun bendeki cevabını merak ediyordu. Ben hiç tereddüt etmeden İngilizlerin Hindistan’ı işgal ettiği tarihe dayanıyor deyince çok şaşırdı ve “Türkler bu durumun farkında mı?” diye tekrar bir soru sordu. Devamında elbette ki farkında, nihayetinde her hareket hangi kökler üzerinde yükseldiğini, hangi tarihi süreçlerden geçtiğini merak eder diye cevap verdim.

Batı’nın sömürgecilik faaliyetleri öncesinde İslam Dünyası kültürel olarak bir bütünlük arz ediyordu. İbn Arabi İspanya’dan çıkıp Mekke’ye kadar seyahat edebiliyor. Hindistanlı bir âlim Hindistan’dan çıkıp Mekke, Medine, Şam ve İstanbul’a uzanabiliyordu. Dolayısıyla koca bir İslam dünyasındaki ilmi ve fikri birikim Fas’tan Endonezya’ya kadar çok geniş bir coğrafyada sınırlara tabi olmadan dolaşabiliyor, temsilcileri aracılığıyla yayılma imkânı bulabiliyordu. Müslüman Hindistan havzası, İslam dünyasında ortaya çıkan üç-dört ilim havzasından biridir. Bu havzada yüzlerce büyük âlim ve dini önder yetişmiş, sahih dinin temsilcileri yüzyıllarca bu kıtada dini bilgi üretmeye devam etmişlerdir. İmam Rabbani Hindistan alt kıtasında dini ifsad eden akımlarla, sapık düşüncelerle “Mektubat” adlı eseriyle taçlandırdığı kıyasıya bir mücadeleye girişmiştir.

İngilizler’in Hindistan’ı işgal etmeleriyle birlikte büyük oranda Hindistan’la İslam Dünyası’nın bağları kopmuştur. Hindistan işgali, Hindistan’da yaşayan Müslümanlar için büyük travmalar oluşturmuş ve Müslüman valiler eliyle İngilizler hakiki Müslümanlara çokça zulmetmişlerdir.

Mevlana Halidi Bağdadi bir Nakşi şeyhi olarak İngilizlerin emellerinin sadece Hindistan’la sınırlı olmayacağını ve gelecekte Osmanlı coğrafyasının ve Müslüman Dünyanın tamamını işgal edeceklerini öngörmüş, başta Osmanlı coğrafyası olmak üzere yeryüzünde yaşayan tüm Müslümanları İngilizlerin gelecekteki planları konusunda uyarmıştır.

Bilindiği üzere İslam Tasavvuf geleneğinde şeyhler sınırlı sayıda halife yetiştirir ve şeyhin vefatından sonra bunlardan herhangi birisi postnişin olur. Diğerleri de halife olarak görevlerine devam ederler. Bu gelenekselleşmiş uygulamanın aksine İslam Dünyasındaki vehameti keşfeden Mevlana Halidi Bağdadi bir rivayete göre 230, diğer bir rivayete göre 300’e yakın halife yetiştirmiş; başta Osmanlı toprakları olmak üzere, Kafkasya ve diğer İslam beldelerine irşad için göndermiştir. Klasik bir şeyhden beklenen, müridlerini irşad sadedinde tasavvufi ahlak temelinde bir süluk ve terbiye yolunu işaret etmesidir.

Fakat Mevlana Halidi Bağdadî ve müridleri sadece bu geleneksel anlamda yürütülen tasavvuf meşgalesiyle uğraşmamış, aynı zamanda Batı sömürgeciliğine karşı Müslümanları uyarmak için devlet erkânıyla, padişahlarla, valilerle ve toplumun ileri gelenleriyle sürekli müzakereler yaparak siyaset anlamında da bir uyarıcılık vasfı üstlenmişlerdir.

Aslında İmam-ı Rabbani’nin dini ve toplumsal yozlaşma karşısında aldığı tavırla, Halid-i Bağdadi ekolünün sömürge öncesi dönem ve daha sonrası için giriştiği mücadele arasında sıkı bir bağ vardır.

İmam Rabbani’nin tecdid ve ihya hareketi -daha sonra bu hareket “müceddidiye” olarak isimlendirilecektir- bir kaygıyı yansıtıyordu.

Dini düşüncenin yeniden ihyası konusunda bir çaba, İmam-ı Rabbani’nin fikirlerinin ana eksenini oluşturuyordu. Bu hareketi, bazı tasavvufi akımlardan ayıran en önemli özelliği, Ehl-i sünnet akidesine bağlılığı ve şeriat (fıkıh) konusunda tavizsizliğidir.

Tasavvufi, dini ve toplumsal meseleleri birini diğerinden ayırmadan bütüncül bir yorumla ele alması, Müceddidiye hareketini İslam dünyasına yönelik saldırılarda daha müteyakkız kılmıştır.

Mezopotamya ve Anadolu ile tüm Kafkaslarda Nakşibendiyye... Özellikle devlet sistemlerinin çöküp gerilediği, yenilgi ve yozlaşmaya maruz kalınan dönemlere denk düşen bir “İslamî uyanış” ve “diriliş”in sivil sembolleri gibiydi... Afganistan, Çin, Hindistan, Bengal, Arakan ve Sumatra/Cava’ya kadar sufizm, İslamî uyanışın beslendiği ana damar olmuştur.

Nitekim gerek işgaller gerekse siyasal ve toplumsal çürümeyle ümmetin zaafa uğradığı dönemlerde nasıl bir sivil toparlanmaya hatta gerektiğinde bağımsızlık savaşı veren mücahitlere dönüşebildikleri ilerleyen dönemlerde görülecektir. Kendisi de Mevlana Halidi Bağdadi’den el alan Şeyh Şamil’in Kafkaslar’da Ruslara karşı verdiği mücadele buna örnektir.

Müceddidiye’nin en büyük başarılarından biri, tasavvufun özellikle Osmanlı coğrafyasında ilmiye ve kalemiye sınıfı arasında yayılmasını sağlaması, medrese ile dergâh arasında bir yakınlaşmayı tesis edebilmesidir. Mevlana Halidi Bağdadi’nin müridleriyle beraber Osmanlı coğrafyasına yaymış olduğu fikirler uzun vadede Abdulhamid İslamcılığı ile kesişmiştir. Mevlana Halidi Bağdadi ve müridleri Batılı sömürgecilerin niyetlerini sezip toplumu uyarırken, Sultan Abdülhamid de söz konusu niyetlerin gerçekleşmesini engellemek için kıyasıya bir mücadele yürütüyordu.

Osmanlı’nın son yüzyılı, çoğu Batı etkisinde fikirlerin yayıldığı ve taraftar bulduğu bir dönem oldu. Osmanlı topraklarında bu fikir ve cereyanlara tepki olarak üç ana akım ortaya çıktı. Osmanlıcılık, Türkçülük ve İslamcılık… Namık Kemal’den Enver Paşa’ya, Sultan Abdülhamid’den Mustafa Kemal Atatürk’e kadar birçok fikir ve siyaset adamı bu tartışmaların gölgesinde yetişmiş, onlarca düşüncenin bu arada “İslamcı” olarak nitelenen akımların temelleri bu dönemde atılmıştır.

Günümüzde hala siyaset ve sosyal hayatımızda etkili olmayı başaran İslami hareketlerin kökeninde, toplumsal ve dini yozlaşmayı fark eden Nakşibendiyye’nin ve bu tarikatın Halidiye kolunun derin tesirleri vardır.

Delhi’li büyük mutasavvıf Abdullah Dehlevi (KS)’den el alan Bağdadi, sonrasında Süleymaniye ve Bağdat civarında irşad faaliyetlerine devam etmiş, etkisi Kafkaslardan Cava’ya kadar yayılan bağımsızlık savaşlarına ruh veren halifeler yetiştirmiştir. Sufi karakterli bir topluluk, İslam dünyasında emperyalizme direncin lokomotifi olmuştur.

Mevlana Halidi Bağdadi’nin, yaklaşan tehlikeye karşı İslam dünyasının alması gereken tavrı dört esasa dayandırdığı görülmektedir.

Sahih dini akide

İslam Ahlak ve Tasavvufu

Sömürge karşıtlığı

Bağımsızlık

Necip Fazıl Kısakürek “Başbuğ Velîlerden”adlı kitabında Bağdadî’ye ayırdığı bölümün son paragrafında “63 yaşında Türkiye’de Tanzimat Hareketi’nin başlamasına doğru doğu-batı hesaplaşmasının bir türlü yerine getirilemediği hayret ve tereddüt çığırının eşiğinde, İslâm kubbesinin sönükleşen kandillerini Güneş halifelerine ısmarlayarak, sonsuzluk tacını başlarına geçirdiler!” diyerek, her anlamda Batı yayılmacılığına karşı mücadelenin ilk fitilini ateşleyenlerden biri olan büyük veliyi selamlamaktadır.

Dostumun sorduğu soruya yeniden dönersek; Bu ümmetin çilesini çekenler, Hindistan’ın işgaliyle başlayanın ne olduğunun farkında.