Türkiye’nin adresi

1890 yılında 'Anadolu Kaplanı' olarak anılan leoparı öldüren çobanlar hatıra fotoğrafı çektirmişti.
1890 yılında 'Anadolu Kaplanı' olarak anılan leoparı öldüren çobanlar hatıra fotoğrafı çektirmişti.

Müslüman saati orada duruyor. Bir de Türkiye saati var. Şaşmaz. Beyaz badanalı çinko damlıevlerde, kıl çadırlarda, mevlitlerde, teneke dolaplar ve ranzalarda, virdlerde, parasız yatılılarda,çırakların alaburus kafalarında, kasket içlerinde saklanan resimlerde, Oktay Rıfat’ın bir türlüaçtıramadığı gömlek yakalarında, muhacirlerin yanlarında taşıdıkları anahtarlarda, Gönül Dağı’nda,Sarı Çiçek’de, düğünlerde, taziyelerde, havasız atölyelerde, penceresiz bekâr hanelerinde,dedesinin adını taşıyan çocuklarda, Kreuzberg’in 45 metrekarelik gurbetlerinde, buğday paraederse çıkılacak olan katlarda, memleket gecelerinde, avuç içinde saklanan sigaralarda… Vaktigösterir. Greenwich’i umursamaz. Gerçek mekân sahipleri içindir.

  • “Yani Türkiye’yi bulmak kolay, Türkiye avucunun içi”
Vişegrad, Bosna Hersek sınırları içerisinde yer alan Sırp Cumhuriyeti'nde özerk yönetimde olan bir kasabadır.
Vişegrad, Bosna Hersek sınırları içerisinde yer alan Sırp Cumhuriyeti'nde özerk yönetimde olan bir kasabadır.
  • Çekik gözlü Elvislerin Tokyo’da sahneye çıkması gibi zihin sahnemize çıkan işgalcilerin yok etmeye çalıştığı bir dünyadır Türkiye. Böyle bir ricatin sığınabileceği bir Anadolu da icat edilmedi henüz.

Kendimizi hangi dünyaya anlatamıyoruz? Ve neden anlatmalıyız? Bizi bir dünya olmaktan vazgeçiren bu hastalığı bünyemize kim yaydı?

Bir çelebinin batı seyahati dönüşü “tebaalarına çılgınca adetler getirmişlerdi” dediği çılgınlıkları biz ne zaman satın aldık? Bunlarla hesaplaşacağız fakat önce Türkiye’nin hükümetler üstü, rejimlerin yönelimleri ile değişmeyen bir idea olduğunu, ifade ettiği ihtimallerin gümrüklerde takılmadan geçebildiğini unutmamamız gerekiyor.

Müslüman saati orada duruyor. Bir de Türkiye saati var. Şaşmaz. Beyaz badanalı çinko damlı evlerde, kıl çadırlarda, mevlitlerde, teneke dolaplar ve ranzalarda, virdlerde, parasız yatılılarda, çırakların alaburus kafalarında, kasketlerin içlerinde saklanan resimlerde, Oktay Rıfat’ın bir türlü açtıramadığı gömlek yakalarında, muhacirlerin yanlarında taşıdıkları anahtarlarda, Gönül Dağı’nda, Sarı Çiçek’de, düğünlerde, taziyelerde, havasız atölyelerde, penceresiz bekâr hanelerinde, dedesinin adını taşıyan çocuklarda, Kreuzberg’in 45 metrekarelik gurbetlerinde, buğday para ederse çıkılacak olan katlarda, memleket gecelerinde, avuç içinde saklanan sigaralarda… Vakti gösterir. Greenwich’i umursamaz. Gerçek mekân sahipleri içindir.

“Türk egemenliği demek... Muhammed dininin birleştirdiği yıkılmaz, parçalanmaz büyük bir topluluk demekti. Yeryüzünde müezzinlerin müminleri namaza çağırdıkları bütün yerleri içine alan topraklar demekti.” Alıntı İvo Andriç’in Drina Köprüsü’nden. Hayır, kendisi bir Türk-İslam sentezcisi değil. Bir Hırvat. Bu da Yeni Osmanlıcı bir yazı değil. “Çantamızda taşıdığımız lacivert, bordo ya da gri defterlerin veya kimlik numaralarının işaret ettiği bir uyruğumuz var ve bu kadarıdır” cevabından tatmin olmuyorum sadece. Küçük Asya, soldan sağa yedi harf. 1923’de kurulmuş bir ülke. Bulmacalardan nefret ederim.

10 Ekim 1889 doğumlu olan Han van Meegeren, 1945 yılında 'Doktorlar Arasında İsa' adlı tabloyu boyuyor.
10 Ekim 1889 doğumlu olan Han van Meegeren, 1945 yılında 'Doktorlar Arasında İsa' adlı tabloyu boyuyor.
  • Velhasıl uzun uğraşlar sonucunda tanıkların önünde kusursuz bir Vermeer taklit edince kendisini kurtarabilmiş ancak. Gelelim Türkiye’ye… Burada türlü türlü Van Meegrenler yetişti. Onlara aydın dendi. Bürokrat dendi. Sanatçı dendi. Gazeteci dendi. Fakat onlar bir hayat tarzını, sermaye yönetimini ve sömürge metotlarını taklit ettiler. Hollandalının tersine işgalcilerini değil kendi halklarını kandırdılar. Şimdilerde ise yerli ve milli olduklarını söyleyerek sahteliklerini ispatlama peşinde koşuyorlar. Peki, Türkiye sahteliklerine ikna olunca yerli mi olacaklar? Hayır, onlar artık araftalar…

Araftalar ve önlerinden geçip giden herkese “Ouo Vadis?” Diye soruyorlar. Bir Katolik efsanesinde, Neron’un Roma’daki zulmünden kaçan havari Petrus’un, yolda Hz. İsa ile karşılaşıp sorduğu gibi: “Quo Vadis, domine? ” yani “Nereye gidiyorsunuz efendim?”…

Çok seviyorlar bu soruyu sormayı. Öyle ki kim bilir kaç köşe yazısını, kaç manşeti süslemiştir; “Quo Vadis Türkiye?” sorusu. Oysa ne onlar Petrus ne de kaçtıkları bir Neron var. Ortada sadece ama sadece kocaman bir cevap duruyor. Hz. İsa’nın cevabı: Roma’ya gidiyorum, yeniden çarmıha gerilmek için!

Devamlı çarmıhta bir Türkiye’ye bakar yüzleri. Ellerine ve ayaklarına çakılan paslı çivileri tanımlamakla hatta temin etmekle meşguller. Yüzünü Filistin’e döndüğü zaman oradalardır; Quo Vadis?

Kafasını Mısır’a çevirdiği anda, yanı başında bitiverirler; Quo Vadis?

Dante’nin dahi hayal edemeyeceği bir cehenneme dönen Suriye’ye elini uzattığında, bir yerlerden seslenirler; Quo Vadis?

Bütün bileşenleriyle barışmak ister, elbette karşısına dikilip sorarlar; Quo Vadis?

Bileşenlerine ayırmak isteyenlerle savaşmaya kalkar, hep bir ağızdan bağırırlar; Quo Vadis?

Sahte yabancılarımız… Tanzimat romanlarındaki yalı çapkınları kadar masum ve melankolik değiller. Daha çok yalı kaçkınıdırlar. Sermayenin yönü ve taparcasına bağlı oldukları yaşam tarzının zemini için yaşarlar. Yaşam tarzı deyip geçmeyin. Amerika, halkını ikinci dünya savaşına katılmaya, “Amerikan yaşam tarzının tehdit altında olduğuna” inandırarak ikna etti. Manşetlerle, ekranlarla evimize, yatak odalarımıza kadar soktukları cici teröristler için kendilerini ikna etmeleri ne kadar zor olabilirdi ki?

Oğlunun adını uluslararası bir gelecek için Denise koyup, konu komşuya "Deniz Gezmiş’ten mülhem Deniz koyuyoruz" diyen bir tipoloji akademiden medyaya, kültür ortamlarından iş hayatına kadar her yerde karşımızdadır. Türkiye’deki sınıfsal yapının, etnik ve mezhep temelli olduğu zokasını yutturmaya çalışan zihin tipi de buradan başlar.

Kültürel ve ekonomik bir kast ayrımı için yanıp tutuşan, sermayenin tek ırk, tek mezhep olduğu bir sistemin üzerini hümanist kavramlarla örtenler, biliyorum ki bu yazıyı çok Türk, çok Sünni bulacaklar.

E hani marjinal sizdiniz?

Türk sosyalist Deniz Gezmiş, 25 yaşındayken 6 Mayıs 1972'te idam edilerek öldürüldü.
Türk sosyalist Deniz Gezmiş, 25 yaşındayken 6 Mayıs 1972'te idam edilerek öldürüldü.