Uğultular şehri: Maraş

ccns
ccns

O dert ki, kayaları delerek çıkıp yüce dağları saran gizli ve sayısız otlara benzer; zaman nehrinin bütün kıvrımlarında ortaya çıkar, ötekiler gibidir ama eşsizdir, çoktur ama tektir, öldürür ama ölümsüzlük de verir, güldürür ama ağlatır da.

“Gece o şehirdeydim. Maraş mı, Markasi mi yoksa Kahramanmaraş mıydı adı? Emin değilim. Ahır Dağı’nın eteklerine asırlar önce kurulmuş, demirci ustası Cihan’ın, ahşap oymacısı Alpagut’un, yaptığı kemik saplı bıçaklara dünyanın dört bir yanından müşteri çıkan Mehmet Usta’nın, Dülger Hacı’nın, Ok Ustası Pir Kavvas’ın memleketini kast ediyorum. Ustaları sayışıma şaşırdın mı?

Nehirler yatak değiştirir, yollar kaybolur, göller kurur, isimler değişir hatta dağlar delinir ama bir zanaatkarın maharet ve sanatıyla kazandığı nam, şehrin üzerinde silinmez izler bırakır. Derler ki, toprağı verimli kılan su, taş, kum, o bu değil, eski ustaların yeryüzüne yayılan teridir.

Gece o şehirdeydim. Hangi yıldı, dünya ne kadar yaşlanmıştı hatırlamıyorum. Önceydi. Yine ve hep olduğu gibi bir şeylerden önce işte. Nice savaştan, nice zaferden, nice yenilgiden, nice dert, nice umuttan, nice keder, nice coşkudan ve bir göl, adını kazanmadan önce: Ali Gölü! Varlığımız hep bir şeylerden öncedir. Vaktinden önce. Belki de aynı sebeplerden sonradır. Hep sonra!

Gözümün önünde bir çoban, çarıklarını ayağına geçirdi. Çocukluğundan beridir ayrılmadığı, birlikte tuz çöllerini, soğuk nehirleri, sarp dağları aştığı sürüsüyle tek tek vedalaştı. Geçen yaz, Gülbahar’ın kucağına alıp sevdiği kara keçinin önünde haddinden birazcık daha fazla durdu. Terden yumuşamış nasırlı ellerini, bahar’ını hatırlayarak kara keçinin alnında gezdirdi. Keçiler, çoban değil yol arkadaşı bildikleri Ali’nin düştüğü derdi nicedir hissediyorlardı; insanın değişmez derdi olan kara sevdaya düşmüştü elbet. O dert ki, kayaları delerek çıkıp yüce dağları saran gizli ve sayısız otlara benzer; zaman nehrinin bütün kıvrımlarında ortaya çıkar, ötekiler gibidir ama eşsizdir, çoktur ama tektir, öldürür ama ölümsüzlük de verir, güldürür ama ağlatır da. Çoban Ali’nin gözleri nemlendi. Keçiler, bütün sürü bir anda emir almış gibi başlarını Nurhak Dağları’na doğru çevirip içli içli melediler. Gün ağarıyordu. Gök kızıldı. Çoban Ali, atına atladı, uzaklaşırken keçiler de yine hep birlikte ve aynı anda kara keçinin etrafında toplandılar, gittikçe yükselen, derinleşen, yükseldikçe insan kulağının duyamayacağı bir uğultuya dönüşen şarkılarına başladılar. Şarkının adı vedaydı. Yoksa sevda mı?

Gece o şehirdeydim. Çoban Ali, atını Nurhak dağlarının zirvelerine doğru sürerken yanımda durdu. Soluklandı, anlattı. Gülbahar’ın babası, beymiş. Üstüne beyliğini, malından mülkünden soyundan bilecek kadar da cahil! Gülbahar’la Ali’nin birbirlerini yüreklerini çatlatacak bir aşkla sevdiklerini birilerinden öğrenmiş. Yolumuzun adabıdır, laf uçurucuların, koğucuların, ispiyoncuların adı anılmaz. Unutulsunlar, adları batsın diye! Neyse, fakir, işte o vakit, anladım. Zaman dönüp dolaşmış, aynı noktaya gelmişti; kadim zamanlardan beri olan yine olacaktı. Felek, insanoğlunun zalimliği, fenalığı, cehaleti, küstahlığına dayanamayıp tutuşmasın, diye bir gönül daha tutuşacaktı. Zira felek, aşkla, ahla yerinde durur. Bey, çobanı yanına çağırtıp dağları göstermiş, “şu dağlarda bir kış geçirirsen kızım senindir” demiş. Bilirsin, sevda meydan okumak demektir. Sevdayı kabul eden bütün meydan okumaları baştan kabul etmiştir. Arifler elbet daha iyisini bilir, benim dilim dönmez ama gönül meydanı, er meydanıdır, yol budur, yürünür. Gerisi Allah’ın işidir. Hikaye uzun, zaman kısa, Çoban Ali, derdine ortak oldum diye helalleşip yoluna gitti, meydana gitti, tutuşmaya gitti.

Gece o şehirdeydim. Öğrendim. Çoban Ali, Nurhak Dağları’nın zirvesinde bir mağara bulmuş kendine... Tam kırk gün dayanmış. Kırkıncı gün mağaranın duvarına şu sözleri yazıp ruhunu teslim etmiş:

“Çoban Ali, açlıktan, susuzluktan, korkudan değil dağın uğultusundan öldü!”

Tırnaklarıyla, taşları birbirine vura vura, ölmeden son bir gayretle, kan ter içinde yazmış... Belli ki, meydandan, er meydanından, gönül meydanından kaçtı sanılmak ağırına gitmiş de yazmış. İyi de etmiş. Aşk olsun. Kabul olsun.

Gece o şehirdeydim, düşündüm, taşındım, gezdim, dolaştım anlamadım: Nedir evlat bu uğultu? Açlığın, susuzluğun, korkunun bileğini bükemediği bir yiğide diz çöktüren bu uğultu nedir? Uğultu, Çoban Ali’nin söylediği gibi dağdan mıdır, kentten midir, arzdan mıdır, arştan mıdır? İnsanın birbirine ettiği zulümlerden midir? Hayvanata, nebatata, olanca mahlukata ettiği fenalıklardan mıdır? Yeryüzünde biriken ah’lar mıdır? Gökyüzüne yükselen yetim gözyaşları mıdır?

Ben ki Çoban Ali’yi son gören ve hikayesi kendisine bildirilenim. Bütün sıfatlarımdan sıyrıldım, bu soruyu kendime iş belledim: uğultunun sebebini arar dururum. Nurhak Dağları’na gider gelirim, gider gelirim, gider gelirim. Uğultuyu duyayım da sebebini bileyim, bilip anlatayım diye. Gece, dün, evvelsi gün, ondan önceki gün yine o şehirdeydim...”

Maraş’ın girişinde karşılaşıp beni kendine dost belleyen, hikayesini anlatan gezgin işte böyle dedi. Dinledim. Her şehir, her şahıs için farklıdır. Benim için cennet olan ötekine cehennemdir, benim için viran olan ötekine mamurdur. Anlattıklarım benim şehirlerimdir, şehirlerin bana görünen yüzleridir; gözünün feri sönmeyesice okur, öyleyse okudukların da şehirlerin tarihi, özellikleri değil, şehrin siluetindeki yansımalarımdır.

Bu aktardığım hariç! Tek seferlik, bir hikayenin peşinde ömrünü tüketen, adı kimse tarafından bilinmeyen o garip gezginin yüzü suyu hürmetine, keşfimi feda ettim. Maraş’ı görmedim. Geri döndüm. Ona bıraktım. Gezginin görüşüne teslim oldum. Maraş onun için uğultular şehridir. Benim için de öyle. Senin için? O da sana kalmış!