Ultima Thule ya da uzakların elçisi

Varmaya gücümüzün yetmeyeceğini bilsek de, uzaklara elçi olmaya neden razıyız?
Varmaya gücümüzün yetmeyeceğini bilsek de, uzaklara elçi olmaya neden razıyız?

Uzaklar, bir bilinmezliğin içinde var olmaya devam ettikçe, insan o bilinmezliğe elçi olma arzusundan vazgeçemeyecektir. Bir yolculuğa ihtiyacın vardır aslında, anlatı burada düğümlenir. Yola çıkanlar, daha en başından içerdikleri anlam açısından Ultima Thule’de ikâmet ederler zaten. Bilinmezlik taşıyan uzaklar bizi serin tutabilirler belki, bu kadarına güçleri yeter.

Pytheas, meşhur Yunanlı bir kâşif. Uzakların çilingiri. Pytheas’ın -kuzeye doğru yaptığı keşif yolculuklarının birinde Thule isimli gizemli bir yerden bahsedildiğini duymasıyla- ruhunda bu gizemli topraklara ulaşmak için kuzeye, en kuzeye, daha da kuzeye doğru yelken açmaya yönelik büyük bir iştiyak uyanmıştır.

Pytheas’ın -kuzeye doğru yaptığı keşif yolculuklarının birinde Thule isimli gizemli bir yerden bahsedildiğini duymasıyla- ruhunda bu gizemli topraklara ulaşmak için kuzeye, en kuzeye, daha da kuzeye doğru yelken açmaya yönelik büyük bir iştiyak uyanmıştır.

Thule, tıpkı bir Kızıl Elma gibi yakınlaştıkça uzaklaşan ve sürekli olarak yenilenen bir hedeftir aslında. Kâşifler her seferinde daha kuzeye Thule’ye ulaşmaya çalışsalar da, bir müddet sonra bu nihai hedefin ulaşılamazlığı konusunda hemfikir olarak bulmaktan/aramaktan vazgeçmişlerdir o rüyayı. Thule’ye varmak, şiirden şiire, ozandan ozana, dilden dile bir efsane olarak yayılmıştır elbette. Ultima Thule denilir artık o asla varılamayan yerlere. Ultima Thule yani en kuzeydeki topraklar. Bu efsaneyle paralel olarak antik dönem haritalarında da, ötesine geçilemeyen gizemli topraklara Ultima Thule ibaresi yazılır olmuş.

Bu ibare “dikkat, buradan sonra her şey olabilir, ejderhalar bile” anlamına geldiği için, daha önce görülmeyen, bilinmeyen, keşfedilmeyen toprakları simgelemek için köşelerine ejderha figürleri kondurulan birçok harita yapılmış antik dönemde. Uzaklar, bir bilinmezliğin içinde var olmaya devam ettikçe, insan o bilinmezliğe elçi olma arzusundan vazgeçemeyecektir. Bir yolculuğa ihtiyacın vardır aslında, anlatı burada düğümlenir. Yola çıkanlar, daha en başından içerdikleri anlam açısından Ultima Thule’de ikâmet ederler zaten. Bilinmezlik taşıyan uzaklar bizi serin tutabilirler belki, bu kadarına güçleri yeter. Varmaya gücümüzün yetmeyeceğini bilsek de, uzaklara elçi olmaya neden razıyız? Ultima Thule!

Bir masala saldıran acı

Bir Japon masalındaki o yoksul taş kırıcısının hikâyesi. Daha önce de konuşmuştuk bunu, masallar bize ne söylüyordu? Gerçekliği sınanmış doğruları mı, yoksa erdemlerin büyük hikâyesini mi anlatıyordu mesela? İkisi de mümkün galiba. Masalların içinde ikamet eden o büyük sır, kadim bilgeliğin anahtarıyla ilgili olmalı mutlaka. Anahtar çoğu zaman dinlemenin kendisidir, anlatanlar bunu bilir…

Pytheas, meşhur Yunanlı bir kâşif. Uzakların çilingiri.
Pytheas, meşhur Yunanlı bir kâşif. Uzakların çilingiri.

O hâlde yoksul taş kırıcısının yani Mogo’nun hikâyesine dönebiliriz. Mogo hayatı boyunca yalnızca taş kırdı, gençti ve çok kuvvetliydi. Başka bir hayat bilmiyordu, başka bir dünyaya şahit olmamıştı. Bir şeyi çok iyi yapmanın sırrını bilmeden bir şeyi çok iyi yapıyordu yani. Babası da, aynı dedesi gibi taş kırarak geçirmişti ömrünü. Mogo sabahları erken kalkarak gün doğumundan gün batımına kadar güçlü kollarıyla kırması gereken bütün taşları un ufak ediyor, işini bitirdikten sonra da evine çekilip sessizliği dinliyordu.

Gündüzün gürültüsünü, gecenin sükûnetinde eritiyordu. Kendinde, kendine doğru yaşıyordu Mogo. Kazandığı parayla aldığı pirinç, karnını doyurmasına fazlasıyla yetiyordu. İmrenilecek bir yaşantısı vardı. Taş kırıyordu ve kalp taşıyordu. Ama Mogo’nun büyük bir özenle taşıdığı kalbine nasıl olduysa bir gölge düştü. Küçük ve sınırlı bir dünyaya sahip olduğunu düşünmeye başlamıştı birdenbire. Ellerini açıp, yakarmaya başladı. Bir prens olmayı diledi önce, dileği kabul edildi prens oldu. Çok sıkıldı ve gözü maviliklere takıldı, keşke güneş olsaymışım diye geçirdi içinden, sapsarı bir güneş oldu. Işığı azaldı ve aklı, önünü kapatan bembeyaz bulutlarda kaldı, asıl bulut olmak yakışırmış bana dedi ve bir buluta dönüştü. Bulut olmayı sevdi; yağmur ekti, fırtına biçti, yıldırımlarla yıkandı. Bir granit kaya gördü yerde, onun tek başınalığını ve tabiata karşı zaferlerini kıskandı. Bütün fırtınalardan sağ çıkmak tek muradım olsun dedi ve bu kez bir kaya oldu. Dev bir granit kaya, sert ve güzel.

  • Gururlu ve tek başına. Dünyanın en mutlu insanıydı artık Mogo, yerinden oynatılamayacak bir güce erişmiş, hayalleri gerçekleşmişti nihayet. İçindeki savaş sona ermişti, görünürde bir cephe kalmamıştı.

Anlatıcı şöyle bir etrafına baktı, dinleyenler gayet mutluydu, söz hitama ermişti. Tam da masalını bu güzel sonla bitirmeye ve gökten düşen üç elmayı paylaştırmaya hazırlanıyordu ki, Mogo derin bir acıyla uyandı. Anlatıcı da mecburen hikâyesine kaldığı yerden devam etti. Mogo sırtında duyduğu derin acıyı belli aralıklarla ve daha sert şekilde hissetmeye başladı. Bir şey ona saldırıyordu; prens değildi, güneş değildi, bulut değildi. Darbe üstüne darbe alıyordu. Tanrım! Dedi irkilerek. Son bir kez daha sana yalvarıyorum, bütün acılarımın dinmesi için, bana saldıran şey her neyse, işte ben o olmak istiyorum dedi ve taş kırıcısı oldu. Oysa ona saldıran…

Marquez’in meşhur Macondo Köyü’ne giden yol mutlaka Comala yakınlarından geçer.
Marquez’in meşhur Macondo Köyü’ne giden yol mutlaka Comala yakınlarından geçer.

Kırık bir aynadaki tanıdık yüzler üzerine

Bilenler bilir, Marquez’in meşhur Macondo Köyü’ne giden yol mutlaka Comala yakınlarından geçer. Rulfo’nun Pedro Páramo’daki “Tanrı’nın izniyle, herkes bir gün ölmeye mahkûmdur, ama insan istediği zamanda ölür, onun belirlediği zamanda değil” cümlesini Marquez Yüzyılık Yalnızlık’ta şöyle karşılayacaktır; “Albay gülümseyerek karşılık verdi. Ona de ki dedi, insan ölme zamanı geldiğinde değil, ölebildiği zaman ölür.” Juan Rulfo’nun efsanevi romanı Pedro Páramo için “kırık bir aynadaki yüz” ifadesi kullanılmış eleştirmenler tarafından.

O yüzün derin bir yansıması olarak şu kısım o hâlde; “Annemin bir resmi vardı gömleğimin cebinde, yüreğimi ısıtıyordu; annem de benimle birlikte terliyordu sanki. Eski bir resimdi, kenarları yırtılmıştı, ama bundan başka resmi yoktu bende. Mutfakta otlarla dolu bir kutunun içinde bulmuştum, bir daha da yanımdan ayırmadım. Annem resim çektirmekten nefret ederdi. Resimler büyüde kullanılır, derdi, haklıydı belki; çünkü resim deliklerle doluydu, iğne delikleriyle. Yüreğe yakın bir yerde öylesine büyük bir delik vardı ki parmağınızı soksanız girerdi kolayca...”