Vakit öldürücü ile değil kız...

Düşüncelerimi okuyabildiğini anlamıştım ve o bunu da biliyordu.
Düşüncelerimi okuyabildiğini anlamıştım ve o bunu da biliyordu.

Koşarak arkasından gidip kendimi açıklamalıydım fakat basmakalıp tüm ifadelerin uzağında olmalıydı sözlerim. Bu sözümle elbette eylülü, yaprakları, nisan yağmurlarını, tarlalardaki çocukların masum gözlerini, Anadolu'nun misafirperverliğini kastetmemiştim. Klişeyi bozmanın da bir klişe olduğunu bilir Değil Kız.

Ben bir vakit öldürücüyüm. Hem etrafımdaki insanlara ait zamanı hem de kendime ait olanı titizlikle öldürürüm. Şu köşedeki kitap kafenin önüne sabah erkence oturur, muhataplarımın birinin gidip diğerinin gelmesinden hiç usanmadan anlatırım ha anlatırım. Muhatabımı iddialarıma ikna edene dek peşini bırakmamaya, kelimelerimi çivi, nefesimi çekiç kılıp sandalyesine sabitlemeye yeminliyim. Sözlerime ikna olunduğuna delil olarak küçük bir baş işareti veya yüzdeki hafif bir kımıldanışı asla kabul etmem, herhangi bir konudaki tezimin masadaki herkes tarafından onaylandığını "tabii tabii" veya "hakikaten de öyle" gibi net cümlelerle açık seçik şekilde duyulana dek anlatmayı, kendimle tartışmayı sürdürürüm. Bir tek o! Onu hiçbir şeye ikna edemedim çünkü benimle hiç konuşmadı. Sohbete dahil olmadı, bana hiç bakmadı, yine de gelir yan masaya otururdu. İşte tam buradan anlardım benimle ilgilendiğini. Ne buluyordu bende ve anlattıklarımda?

Kabuklarımı kaşımadı, derdimi sormadı o ezelden beri her şeyin bilgisi gözlerine yüklü kız. O uğursuz haberi aldığım gün olacaklardan habersiz gelişini, masaya oturuşunu izledim yine. Zürafaların boyunlarının ağaçların en üstündeki leziz yapraklara ulaşabilmek için nasıl da uzadığına dair evrimsel verilerimi sunuyordum tam da o sırada. Sonra konu nasıl döndü dolaştı tam olarak hatırlamıyorum, epey heyecanlanmıştım. Kendime geldiğimde Darwin'in teorisinin mi sömürgeciliğe zemin hazırladığı yoksa malûm konsülün mü evrimci bilim insanlarının zihni alt yapısına destek sunduğunu tartışıyordum, tabii ki kendimle. Öylece bakıyor önüne. Çantasındakileri masaya nizamlı dizmiş, tek kare çekmiyor, Instagram'a değil. Türk kahvesi söylüyor, latte değil. Siyah kalem kullanıyor, renkli değil. Kocaman bir örtü, şal değil, eşarp değil. Edebiyat dergisi okuyor, çok satan değil. Değil Kız. Dilim damağım kurudu. Konuşmaktan mı kızdan mı?

Kahve içsek, masa kalabalık, param yok. Sabah şu sandalyeye oturduğumdan beri değişen güzide muhataplarımdan biri, şu zavallıcık, yüce gönüllü baba paralı, arabalı, saatli, yüzüklü, dar pantolonlu tip kahve ısmarlasa ya. Doğrudan "biri kahve ısmarlasa" demek şanıma katiyetle yakışmayacağından, biraz dolambaçlı ama asla itibarımı sarsmayacak üstüne üstlük yüce gönüllüyü biraz sakil gösterecek bir yönteme başvurdum. M.S. 850 yılında Etiyopyalı bir çobanın keşfettiği meyveyi nasıl yediğini, bu meyveyi acı bulan keşişlerin ateşe attıklarını, ortalığa yayılan gizemli koku ile nasıl büyülendiklerini, bu meyveden yapılan içecek ile sabaha kadar uykuları gelmeden ibadet edebildiklerini anlattım. "Bu meyve nedir?x" diye kısa sözlerle araya girsinler ve iyice meraklansınlar diye arada suyumdan içip birkaç saniyelik boşluklar bırakıyor, heyecanı arttırıyordum.

Yeşil gözlü kız bu basit bilmeceyi asla bilinemeyecek soruları cevaplayanlara has bir eda ile çözdü. Yüce gönüllü tip kahve ısmarladı. "Ulan bunlar buradan birlikte yürüyüp gider, ben Değil Kız'a açılamam" dedim içimden. Çünkü bu böyledir. Bir yandan kahvemi höpürdetip Kuzguncuk'un ne denli yozlaştığından dem vururken İstanbul'u ilk gördüğüm günün üzerinden henüz üç yıl dahi geçmediğini kimsenin bilmemesini umuyor bir yandan da değil kızla bahçeli iki çocuklu evimizi hayal edip gülümsüyordum. Aynı esnada Değil Kız kahkahasını basit bir espriye koy veren yeşil gözlü kızın yönüne doğru ters bir bakış attı ve kalktı ki bunun bana karşı bir tavır olduğu, bana küstüğü ve buraya bir daha gelmeyeceği açıktı. Koşarak arkasından gidip kendimi açıklamalıydım fakat basmakalıp tüm ifadelerin uzağında olmalıydı sözlerim. Bu sözümle elbette eylülü, yaprakları, nisan yağmurlarını, tarlalardaki çocukların masum gözlerini, Anadolu'nun misafirperverliğini kastetmemiştim.

Klişeyi bozmanın da bir klişe olduğunu bilir Değil Kız. Post-truth bile değil bir şey bulmam gerektiğini düşünmüştüm o gün. Bu mevzu üzerine dünden bugüne bakış açısı ile yıllarca düşündükten sonra "değil" bir şey bulsam da sonucun değişmeyeceği kanaatine ulaştım. Zihnim "değil" çalışmaya alışık olmadığından uzunca bir müddet düşündüm. O esnada elbette konuşmaya devam ediyordum çünkü anlattıklarım herhangi bir düşünme eylemi gerektirmeyen ezber sözlerdi. "Ben de İsmet Özel'in tüm kitapları var ama okumuyorum" şakasının yansımalarından biriydim. Bir makale okur, ona inanır, onu delice savunurdum. Dünkü savlarımın bugünkü sözlerimle çelişmesi benim için herhangi bir sorun teşkil etmezdi. Ya etrafımdakiler bu tezatı fark etmiyordu yahut ben bu ilerlemeci tezata tahammül edemeyecek kadar çoğul fikirliliğe kapalı kişileri özgüvenimle uzaklaştırıyordum yanımdan, tam emin değilim.

İşte bunları düşünürken birdenbire sokağın tam ortasında onu gördüm: bir zürafa. Her gün bu sokaklarda geziyormuş gibi bir eda ile önce ağaçların en üst yapraklarını yedi ve sonra dönüp bana "Selam" dedi. Ağzı hiç kıpırdamıyordu ama onun konuştuğundan emindim. Sokaktaki kimsenin gözünde olağanüstü bir vaka görmüş insanlardaki şaşkınlık belirtisi olmaması beni bu mahluku sadece benim gördüğümü düşünmeye itti. Masadakiler olağan akışında hayatlarına devam ediyor, benim bir suretimse her zamanki gibi masadakilerin ve benim zamanımızı öldürüyordu. Masadaki suretim kibar, tertipli o hâliyle değil karşımdakilerin kulağına kusarken görüyordum. Diğer bir suretimle ise olduğum yerden hiç kıpırdamadan Zürafa'ya her gün karşılaşırmışçasına "selam" dedim. İyice yaklaşıp sesimi duyamadığını söyledi ve boynuzlarından tutunmamı istedi. Böylece beni ikinci kattaki pencerenin pervazına koyabilecekti.

Bin yıllardır burada yaşıyormuş. "Uydurma" dedim, "Fil, çita, aslan tamam da milyonlarca yıl önce Anadolu'da zürafa olduğuna dair bir şey bilmiyoruz". Yine hiç dudakları kıpırdamadan "Siz insanlar, böylesiniz, gözünüzle görmediğiniz şeye inanmazsınız," dedi. Milyonlarca yıl önce Marmara'nın bir göl, Üsküdar'ın ise savan olduğunu, o zamandan bu yana buralarda zaman zaman gezindiğini, yediği yapraklar sayesinde zamanda yolculuk edebildiğini anlattı uzun uzun. Düşüncelerimi okuyabildiğini anlamıştım ve o bunu da biliyordu. "Hayır" dedi. "Evlenemeyeceksiniz. Şu diğer kafedeki en görünmeyen masada ders çalışan, Değil Kız'a hiç bakamayan, peşinden hiç yürümeyen oğlanı görüyor musun, onunla evlenecekler".