Zihinlerdeki dünya düzeni

Düzeni bozuk iktidar sazı, zihinlere ve vicdanlara âhenk veremez.
Düzeni bozuk iktidar sazı, zihinlere ve vicdanlara âhenk veremez.

Kültürel hâkimiyet, hâkim gücün maddi gücü eriyip bittikten sonra bir süre daha devam edebilen bir düzen unsurudur. En son o kale çöker. Bugün Amerika'nın dünyadaki etkisi askeri veya ekonomik etkiden çok insanları efsunlayan bu "algı" gücüdür. O yüzden Amerikan düzenine olan inanç, Amerika'daki insanlardan çok taşra ülkelerindeki insanlar arasında daha kuvvetlidir.

"Düzen" teriminin olumlu, ümit verici, güven aşılayıcı bir içeriği var. Çünkü düzen, savaşın, kargaşanın ve başıboşluğun sona erdiğini ima eder. Oysa "düzen" çoğu kere bizatihi bu tür yıkımları meşrulaştırmak için kullanılan bir kılıftır. İnsanların barış ve refah beklentisi ile destekledikleri dünya düzeni tasavvurları çok boyutludur. İnsanların zihninde düzen, belirli bir devletin; kendi çevrelerini, devletlerini, kazandıkları ve harcadıklarını, beğenip, beğenmediklerini, moda olanı ve olmayanı, haklı olanı ve olmayanı belirleyen bir güce sahip olduğu anlamına gelir. İnsanların düzenle ilgili üç temel tasavvuru vardır. Birincisi, güç tasavvurları, ikincisi coğrafya algıları, üçüncüsü de değer algılarıdır. Güç: Güç merkezi dışında kalan ve benim "taşrada" dediğim bölgelerde yaşayan toplumların dünya düzeni tasavvuru, güç tasavvurundan doğar. İktidar yani istediğini yaptırabilme gücü insan tabiatının kadim zamanlardan beri en fazla öne çıkan yönlerinden biridir. Bir ülkenin veya devletin gücü, diğer güçleri ihata ettiği oranda başarıya ulaşmış bir güçtür. Yani, yaygınlığı olmayan bir iktidar, itaat edilecek bir güç olarak görülmez.

Ekonomi, ordu, borsa, ticaret, zenginlik, refah, sağlık, dünyanın her yanına külfetsiz ve korkusuz gidebilme, gücün işaretleri olarak algılanır. Güç algısında bu gibi maddi unsurların öne çıkması şaşırtıcı değildir. Hem merkezdeki hem de taşradaki insanlar bu maddi gücün nâmütenahi olduğunu ve dünyanın her yanına istediği zaman etki edebileceğini sanırlar. Oysa durum hiç de öyle değildir. Çünkü insanların en çabuk unuttukları şey, gücü elde etme süreçleridir. İnsanların en son fark ettikleri şey ise düzeni kuran gücün maddi unsurlarındaki daralma ve zayıflamadır. Çünkü, bir gücün dünya düzenini kurmadan başlayarak o düzeni kaybetme sürecinde en son ana kadar göstermek istemediği şey, o gücün artık eski maddi imkanlardan yoksun olmasıdır. O yüzden maddi gücünün zayıfladığını algılayan devletler daha da saldırganlaşır, daha çok gücünü göstermeye başlarlar. Bunu yaparken gereksiz ve genellikle zayıflatıcı riskler almaya başlarlar. ABD'nin 2000'lerden sonra dünyanın çeşitli yerlerinde yaptığı askeri operasyonlar buna örnek sayılabilir.

Maddi gücün tek elde yoğunlaşması kadar bu gücün diğer ülkeler tarafından meşrulaştırılması da önemlidir. Aslında maddi güce sahip bir devletin dünya gücü olabilmesi, kendini ne kadar meşrulaştırabildiğiyle orantılıdır. Bu da söylem gücü demektir. Merkezin maddi güç ile tesis ettiği düzenin mutlaka adalet, refah, iyi muamele, eşitlik gibi kimsenin itiraz edemeyeceği, hoş kelimelerle ifade edilmiş olması gereklidir. Soğuk Savaş zamanında Sovyetler'de bu hukuk eşitlik ve bağımsızlık söylemi üzerine kurulmuşken, ABD'de ise refah ve kişisel özgürlükler söylemi üzerine kurulmuştu. Taşradaki insanların düzene, düzeni kuran devlete, düzenin işleyiş tarzına ve külfetlerine rıza göstermelerinin temel sebebi o gücün istikrar, hakkaniyet ve üstünlük sahibi olduğuna dair algılarıdır. Taşradaki insanların düzeni kuran güce ya da güçlere çok fazla direnç göstermeden yeni düzeni meşrulaştırmasındaki en önemli etken bu psikolojik etkendir. İster iç siyasette, isterse dış siyasette olsun hiçbir siyasi yapı meşruiyeti olmadan, yani güven sağlamadan kalıcı hâle gelemez.

Fakat insanlar ve ülkeler bir güce illâ hayırlı bir yolda olduğu için güven duymazlar. En başta kendilerine ondan zarar gelmeyeceği zannıyla, sonra da o güçten nemalanacakları beklentisiyle onu meşrulaştırırlar. Düzen tasavvurunun belirli bir güç ahlâkı vardır. Yani tutarlı, geçerli ve evrensel olduğu varsayılan bir davranış şekli vardır. Meşruiyet kavramı dünya düzeninin hukuki yanını da ortaya koyar. Her düzen, hukukunu kendi gayeleri doğrultusunda oluşturur. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD'nin oluşturduğu serbest ticaret rejimi kadar, uluslararası savaş suçları mahkemesi gibi hukuki yapılar da hakim düzenin çıkarlarına göre şekillenmiş evrensel kılıflı yapılardır. Meşruiyeti sağlayan unsurlardan biri de dünyaya hükmeden siyasi yapı ve hukuki standardın uluslararası düzene yansımasıdır. Nitekim, ABD başkanı Woodrow Wilson, 1917 yılında Almanya'ya savaş ilan ederken, "medeni milletlerin vatandaşları arasında gözetilen tüm sorumluluk ve davranış kurallarının milletler ve devletler arasında da gözetileceği" yeni bir dönemin başladığını ilan ediyordu.

Dünya düzeni savaş meydanlarından, diplomasi salonlarından ve ticaret borsalarından daha fazla zihinlerde kurulan bir kurgudur.

Elbette bu bir palavraydı. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra hukukun gücü yerine gücün hukukuna hizmet eden yapılar kurulunca herkes bunu anladı. Uluslararası düzenin liberal ilkelerinin vaad ettiği adalet, refah ve demokrasi ilkelerinin istisnaları, kuralın kendisinden daha büyük. Paradoksal olarak, hâkim güç istediği bir kuralı istediği yerde ve zamanda istisnaya tabi tutacağını gösterdikçe o kural düzenin asli bir parçası hâline gelir. Güçlü olan kuralı koyarken gücünü gösterdiği gibi, o kuralı uygulamama tercihinde de gücünü gösterir. Batı'nın bu konudaki en büyük farkı, bu tutarsızlığı "şartlar böyle gerektiriyor, çıkarlarımız tehdit altında, dünya elden gidiyor" gibi söylemlerle örtebilmesidir. O hâlde meşruiyet sorunu nedir? Bir gücün kendi meşruiyetini, yani ahlâkiliğini gerçekten tutarlı bir şekilde tanımlayıp, tanımlamamasıdır. Böyle bir ahlâkiliğin gerekli olmadığını, hatta tam tersinin, yani gücün ahlâkı belirlemesi gerektiğini savunan Makyavel gibi düşünürlerin baktığı pratik bir yanılsama değildir. Zira bugün ahlâk, gücün elinde esirdir.

Hatta çoğu kez gücün en vurucu silahıdır. Bugün ahlâkın gücü değil gücün ahlâkı dünya düzeninin alamet-i farikasıdır. Coğrafya: İnsanların geçerli ve gerçek bir dünya düzeni olduğuna inanmalarında ikinci belirleyici unsur, coğrafi algıdır. "- Burası" yani taşra ile "orası" yani düzenin merkezi arasındaki coğrafi fark aslında bir iktidar kompleksinin de yatağıdır. Merkez, yani "orası", her bakımdan "burası" için bir modeldir. Meselâ bizde 1950'den beri "küçük Amerika" kompleksi var. Ama unutmayalım ki, Amerika'nın ve Avrupa'nın da asırlardan beri bir "küçük Roma" olma kompleksi var. Nitekim ABD'nin Avrupa ile bir tarihi sürekliliği olmamasına rağmen başkentindeki yapıların Roma tarzında yapılması, ibarelerin Latince seçilmesi, Roma'daki konsül sisteminin başkan ve başkan yardımcısı olarak yaşatılması buna örnektir. Bu güç kompleksinin ilginç bir yansıması, siyasi yapılarda olduğu kadar mimaride de görülebilir.

Düzeni oluşturan devletin mimari tarzı taşrada hızla yeniden üretilir. Nitekim, bugün ABD dışında inşa edilen modern iş merkezleri, alışveriş merkezleri ve sinema gibi eğlence mekânlarının nihai tasarım başarıları Amerikan modeline yaklaşabilmeleriyle ölçülür. Dünya düzeninin belirleyicisi olan devletin konumu, dünya algısının merkezini oluşturmaya başlar. Haritalar ona göre şekillenir, uçak seferleri o merkezlerden itibaren planlanır, savaş ve barış ile ilgili olduğu kadar ticaret ve kültür ile ilgili önemli olaylar da düzenin merkezinde karara bağlanır. Bu coğrafi etkide zoraki bir yön aramak gereksizdir. Ancak insanların neyin geçerli, estetik ve gurur verici olduğuna karar verirken "orası"nın belirleyiciliğinden kurtulması oldukça güçtür. Düzen telakkisi, coğrafyayı hem dışlayan, hem de mutlak hâle getiren bir telakkidir. Bir yandan merkeze, yani "orası"na ulaşma imkânlarını ve alanını teşkil eder, bir yandan da "burası" ve "orası" ayrımını daha da sabit hâle getirerek, düzenin sahipleri ile düzenin muhatapları arasındaki farklılık ve rekabet duygularının sivrilmesine yol açar.

Kültür: Bu bizi düzen tasavvurundaki üçüncü boyuta, yani kültür boyutuna getiriyor. Merkezin kendine has değerlerini ve hayat tarzını dünyaya yayması da düzen tasavvuruyla ilgilidir. Düzen, aynı zamanda modeller demektir. Düzeni kuran ve yaşatan devletin yapısı, siyaset tarzı, iktisadi sistemi ve kültürel özellikleri, belirli bir güç halesi içinde taşraya yayılır. Roma düzeni Roma dışında Romalılaşmış milletler, İngiliz düzeni İngiltere dışında İngilizleşmiş milletler, Amerikan düzeni ise Amerika dışında Amerikalılaşmış milletler demektir. Taşra açısından "burası" ile "orası" arasındaki fark, aşağılık kompleksi ve kültürel taklit ile kapatılmaya çalışılır. Amerikalılar gibi giyinen, onlar gibi bina inşa eden, konuşan, müzik yapan, davranışlarını ayarlayan toplumlar ortaya çıkar. Bu, Avrupa gibi Amerikan düzenine artık açıktan muhalefet etmeye başlamış güçler için de geçerlidir. Merkezin dili, taşrada da geçerli bir dil hâline gelir. Bugün Avrupa, Asya ve Afrika'da İngilizce'nin yaygınlığı bu dilin imrenilecek kadar güzel olmasından değil, İngiltere'nin ve Amerika'nın sömürgeciliğiyle ilgilidir.

Bugün bir Hintli veya Türk'ün nihai olarak eğitim almak istediği okullar artık İngiliz tarzı değil, Amerikan tarzı okullardır. Bunun için illa ABD'ye de gitmek de artık gereksizdir. Amerikan tarzı düşünüş, davranış ve bilgi üretme artık taşrada kurulan Amerikan tarzı okullarda da hâkimdir. Meselâ ülkemizde İngilizce ders veren üniversiteler mevcuttur. Bu dili öğretemedikleri açık olsa da derdin aslında bir dili öğretmek değil, o dili konuşan toplumlara bu yolla eklemlenmek olduğu bellidir. Kültürel hâkimiyet, hâkim gücün maddi gücü eriyip bittikten sonra bir süre daha devam edebilen bir düzen unsurudur. En son o kale çöker. Bugün Amerika'nın dünyadaki etkisi askeri veya ekonomik etkiden çok insanları efsunlayan bu "algı" gücüdür. O yüzden Amerikan düzenine olan inanç, Amerika'daki insanlardan çok taşra ülkelerindeki insanlar arasında daha kuvvetlidir. Kısacası, dünya düzeni savaş meydanlarından, diplomasi salonlarından ve ticaret borsalarından daha fazla zihinlerde kurulan bir kurgudur. Her düzen böyle bir zihni temele oturur. Oradan alaşağı edilmesi de aynı yoldan olur.

Tarihin yazgısı değişmez: Düzeni bozuk iktidar sazı, zihinlere ve vicdanlara âhenk veremez. O zaman yeni bir saz ile, yeni bir fasla dalma vaktidir işte...