Kırım Harbi lüzumsuz bir savaş

Kırım Savaşı sırasında Üsküdar sırtlarında konuşlanan İngilizler (Ömer Koç Koleksiyonu, ressam: Kont Amadeo Preziosi).
Kırım Savaşı sırasında Üsküdar sırtlarında konuşlanan İngilizler (Ömer Koç Koleksiyonu, ressam: Kont Amadeo Preziosi).

Kırım Savaşı öncesinde Avrupa’da güç dengeleri nasıldı? İngiltere veFransa neden Osmanlı Devleti’nin yanında yer aldı? Prusya ve Avusturyakendilerine güvenen Rusya’yı nasıl hayal kırıklığına uğrattı?

Bundan tam 161 yıl önce son bulan Kırım Savaşı, bugünden bakıldığında çok gerilerde kalmış gibi görünüyor. Peki İngiltere ve Fransa, müttefikleri Osmanlı Devleti ile birlikte niçin Karadeniz’de Rusya’ya karşı savaşıyordu? Bugünün penceresinden bu savaşa bir anlam vermek güç: Başlıca sebebi Kutsal Kudüs’ün anahtarlarının Fransız Katoliklerde mi yoksa Rus Ortodokslarda mı duracağıydı.

Bahsettiğimiz dönemde din çok güçlüydü ve şüphesiz kayda değer bir meseleydi bu. Fakat madalyonun öbür yüzünde daha büyük bir emperyalizm sorunu ile karşı karşıyayız: resmî olarak Hıristiyanları korumakla mükellef olan iki milletten, Ruslar veya Fransızlardan hangisinin Osmanlı İmparatorluğu’na hükmedeceği meselesi. İngilizlerin savaşa dahil olmalarının sebebi kesinlikle buydu. İngiliz devlet adamları bölgede bir güç dengesine ihtiyaç olduğunu, zayıf Osmanlı’nın güçlü ve saldırgan Rusya’yı dengelemesi için desteğe ihtiyaç duyduğunu söylüyorlardı. Aksi hâlde Çar Boğazları ele geçirebilir, hatta bütün ülkeyi devirebilirdi. Bu durumda Rus gemileri Akdeniz’e yol alıp İngiltere’nin Hindistan’la bağlantısını kesebilirdi.

Hâlbuki yersiz bir korkuydu bu. Rusya çok geri kalmış bir ülkeydi ve ne ordularını bir yerden diğerine taşımasını sağlayacak demir yollarına, ne de Batılı güçlere kafa tutacak modern savaş gemilerine sahipti.

Savaş da altında bir yanlış anlaşılmanın yattığı, neredeyse gerçeküstü diyebileceğimiz bir anda patlak vermişti. Londra’dan yollanan telgraflar en fazla Avusturya sınırına kadar ulaşabiliyordu; bu yüzden savaş kararı Londra’ya danışma imkânı olmayan bir adam tarafından verilmek zorunda kaldı. Bir Rus diplomatın hataları da bu imkânsızlıklara eklendi. Filo ve askerlerin manevraları arasında ortam iyice gerildi. Birkaç çatışmanın ardından Ruslar Sinop açıklarındaki Türk gemilerine saldırdılar.

Savaşın nerede yapılacağı sorusunun bile cevabı yoktu: Batı Avrupa’dan Rusya’ya nasıl saldırılabilirdi ki? Kırım yarımadası ve Sivastopol’deki deniz üssü, Boğaz’da konuşlanmış amfibilerin atış menzili içinde kalıyordu. Sonuç olarak müteakip iki yıl boyunca Müttefik Devletler Sivastopol kalesini kuşattı. Uzun süren ve adeta bir bataklıkta yürümeyi andıran kuşatma sonucunda Sivastopol düştü. Savaşın devam ettiği yıllar boyunca Viyana’da barış görüşmeleri sürüyordu. Avusturya’nın himayesinde yapılan görüşmeler Rusların verdiği birkaç tavizin ardından başarıyla sonuçlandı ve barış tesis edildi. Yani denilebilir ki Kırım Savaşı tam anlamıyla bir savaş bile değildi. Ama yüzyılın kaderini belirleyen gelişmelerden biri oldu.

Savaşın sebepleri aslında o kadar da önemli değildi. Fakat bu sebepler ortaya çıkardı ki, Rusya’nın Batı’daki ya da en azından Aydınlanma yanlısı kamu nezdindeki popülerliği iyice azalmıştı. Bu kişiler telgrafın da yarattığı imkânlarla yurtdışından şok edici haberleri hızlıca alabiliyorlardı. Bu haberler bazen Rusya’nın fenalıkları, bazen de Florence Nightingale’ın vurguladığı üzere İngiliz Ordusunun tıbbî eksiklikleriyle ilgiliydi.

Kırım Savaşı’nın sonuçları da, özellikle nedenleri ve savaş süresince yaşananlar hesaba katıldığında tahmin edilemeyecek derecede mühimdi. Savaş sonucunda önce İtalya’nın, ardından Almanya’nın birliği kısa süre içinde tamamlandı. Bundan bir nesil sonra İtalya’da Mussolini, Almanya’da Hitler iş başına gelecekti.

Savaşın en büyük kaybedeni ise savaşa bile girmeyen Avusturya (ya da Habsburg İmparatorluğu) idi. Avusturya İmparatorluğu 1853 yılında bütün Orta Avrupa’yı, özellikle de İtalya ve Almanya’yı etki alanı içinde tutmakta, bu ülkelerin kendi birliklerini sağlamalarına mani olmaktaydı. 1814’te Napolyon’un mağlubiyetinin ardından Viyana Kongresi’nde bir araya gelen krallar ve devlet adamları başka savaşların veya devrimci kalkışmaların yaşanmaması için gerekli adımları atma konusunda kararlıydı. Muhafazakârlar Avusturya delegasyonunun en yetkili ismi Clemens Metternich öncülüğünde bir araya gelip akıllıca adımlar attılar. Metternich İtalyan ve Alman milliyetçiliğinin bir gün bütün düzeni altüst edecek olgunluğa erişeceğini sezmişti. Avusturya görüşmelere bir tür sorun çözücü taraf olarak katıldı. Başka bir ifadeyle, geniş ve bütün sorunları içinde bekleteceğiniz bir derin dondurucu olarak...

İmparator Almanya’yı son derece serbest bırakılmış bir konfederasyon olarak yönetiyordu. Diğer süper güç Prusya ise birçok farklı anayasal mekanizma ile hareket edemez hale getirilmiş; sayısız krallık, şehir devleti, grandük ve irili ufaklı prenslikleri idare etme telaşına düşmüştü.

İtalya da benzer biçimde kontrol altına alınmıştı. Lombardia ve Venedik doğrudan Avusturya tarafından kontrol edilirken, diğer yerlerde dolaylı bir kontrol söz konusuydu. “Modène étranglée râle sous son archiduc” diye yazıyordu Victor Hugo, tuhaf bir ruh haliyle. Stendhal da Parma Manastırı’nın pembe taftalı ve bol entrikalı dünyasından pek hoşnut değildi: hem Modena, hem de Parma bir Habsburglu tarafından yönetilmekteydi. Vatikan Papa’nın egemenliğindeki şehir devletlerinin yönetiminden sorumluydu, tutucu Bourbonlar ise Sicilya’yı tutuyordu.

Avusturya İmparatorluğu bünyesinde bir zamanlar gücünün zirvesinde olan başka milletler de vardı. Macarlar ve Polonyalılar bunların başında gelir. Onlar da diğer milletler gibi kontrol altındaydı, en azından feodal çarkın paslanmış dişlileri arasında sıkışmışlardı. Milliyetçiler ne zaman içinde bulundukları halden şikâyetçi olsalar derhal Spielberg’deki Mora Kalesi adı verilen Avusturya hapishanesine gönderilirlerdi. Metternich bunlar için “millet” kavramını kullanmaktan imtina eder, “tarihî-politik kişilikler” diye söz ederdi. O ve diğer muhafazakârlar bu “kişiliklerin” kendilerini ifade etme şansı bulduklarında Avusturya İmparatorluğu’nu birbiriyle savaş halindeki parçalar bütününe dönüştüreceğini ve Avrupa’da barış umutlarının hepten ortadan kalkacağını pekâlâ biliyorlardı. Dolayısıyla Metternich İmparatorluğu değişimi asgari düzeyde tutarak yönetti.

Metternich’in “içi çürümüş bir yapı” da dediği bu dişleri paslanmış çarkın ilacı ise kralın taç giyme töreninin ardından insanlara dokunup sıraca hastalığına şifa olması gibi eski gelenekleri yeniden yaşatmaya çabalayan gerici Katoliklikti. Fakat hasatlar herkesi doyuracak kadar fazla olduğu ve uysal köylüler rahiplerin sözünden çıkmadığı sürece Metternich de gücünü muhafaza edebilecekti.

Avusturya’da istikrarın temelini oluşturan dış kaynaklı bir başka unsur Rus ordusuydu. Napolyon savaşlarının ardından Kıta Avrupa’sının en büyük kazananı Rusya’ydı: Fransız Ordusu 1812’de kara saplanmış, 1814’te Kazaklar Paris’e girmişti. Rusya ayrıca Polonya’nın önemli bir bölümünü kontrolü altına almış; Çar I. Nikola su katılmadık bir tepki politikası benimsemişti. Kendi ülkesinde serflik, sansür, gizli polis teşkilatı, devasa bir ordu ve Ortodoks Kilisesi kimsenin sesinin çıkmamasını sağlıyordu. Ayrıca Avrupa’da sorun istemiyordu, çünkü bunlar Rusya’da isyanları tetikleyebilirdi.

Birleşik Krallık ve Fransız donanmalarının Kırım’daki Kerç limanına yaptığı çıkarmayı tasvir eden bir tablo (ressam: William Simpson).
Birleşik Krallık ve Fransız donanmalarının Kırım’daki Kerç limanına yaptığı çıkarmayı tasvir eden bir tablo (ressam: William Simpson).

Halkların baharı

1820’lerde Yunan milliyetçiler Osmanlı İmparatorluğu’na karşı ayaklandığında, Nikola bir süre bunlara destek verdi, hatta onların adına savaşa dahi girdi. Ama Yunanistan Devleti kurulduktan sonra isyan bu kez Polonya’ya sıçradı. Nikola bu olaydan sonra Metternich’in haklı olduğuna kanaat getirdi: Prusya, Rusya ve Avusturya’da (ki İngilizler bu üçüne garip bir şekilde “Kuzey Sarayları” derdi) otokrat monarşinin güvenliği ancak “Devrim”e karşı sürekli bir işbirliği ve sarsılmaz bir uyanıklıkla mümkün olabilirdi. Çar üzeri örtük biçimde Avusturya’nın Orta Avrupa’daki egemenliğini teminat altına almıştı. 1848’de teminat bozuldu.

Bu yıl dünya tarihine “halkların baharı” olarak geçmişti. Sıra dışı bir bahardı: ağaçlar tomurcuklarını Şubat’ta dökmüş, bu tohumlar salgın hastalıklara sebep olmuş (ki bu, çoğu durumda devrim için bir ön şarttır), buna hasat yetersizliği ve fiyat artışları eklenmişti. Devrimciler sokağa çıkarken, yaklaşan tehlikeyi sezen eski monarşiler de ya tahttan indiler ya da kaçıp gittiler. Almanya, Macaristan ve İtalya’daki milliyetçiler devrin artık kendi devirleri olduğunu ilân etti; liberaller, hatta radikal demokratlar da aynısını yaptı. Ama bütün hayaller kısa süre içinde suya düşecekti.

Eski ordular bütün gücüyle yerinde duruyordu, cephanesi bitmeyense yalnızca ordular değildi, rahipler de köylülerin desteğini arkalarına almışlardı. Fransız radikallerin burun kıvırarak ruraux brutaux (yabani kırsallar) dediği, Marks’ın “patatesler” diye söz ettiği bu köylüler, dünyevî dertlere düşkün liberalleri hiçbir zaman sevmemiş veya onlara güvenmemişti. Dahası, sözüm ona milliyetçi bir kalkışmadan da hiçbir çıkarları yoktu. Prens Windischgrätz Haziran ayında Prag’ın kontrolünü yeniden sağladı. Ardından Avusturya Ordusu kuzey İtalya ve Macaristan’da imparatorluğa yönelen tehdide karşı harekete geçti.

Söz konusu olan Avusturya’nın geleceğiydi; sonucu ordular ve güç dengeleri belirleyecekti. Fransızlar Napolyon’un bir dönem yaptığı gibi İtalya’nın birliğinden yana olanları destekleyecek miydi? Prusya Ordusu Frankfurt’ta Habsburglara karşı seslerini yükselten milliyetçi profesörlerin yardımına koşacak mıydı? Radikal Macar Louis Kossuth sınırları Adriyatik Denizi’nden Karadeniz’e uzanan bir Macar Cumhuriyeti kurma idealini gerçekleştirebilecek miydi?

Avusturyalılar bir süre ciddi bir baskı altında kaldılar. İtalyanları öyle ya da böyle kontrol altına alabilirlerdi (Radetzhy Marşı’nın tarihi bu döneme uzanır). Ama Macaristan çetin cevizdi. Ayrıca Almanya’da da Prusya ile açık seçik bir rekabet söz konusuydu. Elbette Avusturya İmparatorluğu diğerleriyle mukayese edilemeyecek kadar büyüktü; Habsburg Hanedanlığı’nın tarihi bin yıl öncesine uzanıyordu. Prusya’nın başındaki Hohenzollernler ise tarih sahnesine yeni çıkmış bir hanedandı, başlangıçta Baltık Denizi kıyılarından ibaret bir toprak parçasına sahipti. Fakat Prusya iyi örgütlenmiş, daha o dönemde sanayileşme atılımını kısmen gerçekleştirmiş Protestan bir devletti. Bölük pörçük Alman milletini rahatlıkla yönetebilirdi.

Avusturya ile Prusya arasındaki bu rekabet bir keresinde Hornberger Schiessen adıyla da bilinen ve Alman devletinin birliğini sağlamaya yönelik sonraki savaşlarda Sumter Kalesi diye bilinen Hesse’de küçük çaplı bir silahlı çatışmaya bile yol açmıştı. İşte Çar Nikola burada devreye girdi. Prusyalılara açıkça bu sevdadan vazgeçin, dedi. St. Petersburg ve Berlin arasındaki ilişkiler oldukça sıcaktı: Bu şehirlerin birindeki yüksek rütbeli bir subay, diğer şehrin sarayında yardımcı general rütbesine sahip oluyordu. Bu yakınlığın bir sebebi Polonya’ya karşı kurulan ittifak, diğeri ise “Devrim” e karşı kökü daha derinlere uzanan bir hanedanlar birlikteliğiydi (Berlin’in batısında meşhur bir Rus Nikolai Kilisesi vardır; daha az bilinense Kayzer II. Wilhelm’in İngiliz annesinin mezarının bulunduğu Potsdam Parkının ucundaki Freidens Kilisesi’dir. Bu kilisenin iç duvarları Ayasofya’dan taklit edildiği çok bariz olan mozaiklerle kaplıdır).

Özetle Prusya Kralına yapması gerekenler söylendi. Avusturya korunacaktı. Çar, “daha büyük bir Almanya” istemiyordu. Ayrıca Prusyalı muhafazakârlar da güney Almanya’daki Katoliklere duydukları nefreti radikal liberal milliyetçilere bile duymuyordu.

IV. Friedrich Wilhelm Rusya’dan gelen uyarıyla liberallerin kendisine sunduğu Alman İmparatorluğu tacını reddetti. Bir zaman sonra, 1850 yılında, o zamanki adıyla Olmütz (bugünkü Olomouc) denen bir Mora kasabasında Avusturya ve Prusya’dan temsilciler bir araya geldi. Toplantının başkanlığını Çar’ın elçisi Baron Meyendorff yapmaktaydı. Avusturya bir kez daha Alman konfederasyonun tartışmasız hâkimi ilan edildi. Meyendorff bugün bazı milliyetçi tarihçilerin “Olmütz Utancı” diye andığı anlaşmanın imzalandığı binanın dış duvarına bir zafer plakası çaktı. Fakat daha bir yıl önce Çar, genç Avusturya İmparatoru Franz Joseph için bundan da fazlasını yapmıştı.

Avusturyalılar İtalyanları mağlup etmeye çabalamakla meşgulken, Macarlarla baş edecek güçten mahrumdular. Bunun üzerine Rus Ordusu savaşa katıldı. Başlarında bir iki Polonyalı generalle Macarlar iyi savaştılarsa da, Avusturya ve Rusya ile birlikte baş etmelerine imkân yoktu. 1849 Ağustos’unda teslim oldular. 13 Macar lideri asılarak idam edildi; geri kalanlar güneydoğuya yönelip Türkiye’ye ulaştılar.

Bu olayların ardından kısmen Kırım Savaşı’nın sebeplerinden birini oluşturan bir dönem yaşandı. Macar ve Polonyalı sürgünler İstanbul’daydı. Geri verilmeleri için hem Avusturya, hem de Rusya diplomatik girişimlerde bulundu. Sultan vermemekte direndi. Türkiye geçmişinde de bu tür kişilere kapılarını açmış olan bir ülkedir, hatta 1709’da Deli Petro’ya mağlup olan İsveç Kralı XII. Charles’a bile kapılarını açmıştır (Charles sonradan büyük bir baş belasına dönüşmüştür).

Marks Osmanlıca öğreniyor

Avusturya ve Rusya bunun üzerine Osmanlı Devleti’ni savaşla tehdit etti. Fakat Batı’da liberal düşünce, bu iki imparatorluğun hareketlerine karşı isyan bayrağını çoktan çekmişti: Londra’da bir bira fabrikasını ziyaret eden Avusturyalı General Haynau, neredeyse fabrikanın işçileri tarafından linç edilecekti. İşçiler Haynau’nun İtalya’da sebep olduğu vahşet karşısında büyük bir öfke duyuyordu (Haynau, “Brescia Sırtlanı” diye bilinirdi). İngiltere’de kamuoyu nasıl İtalyanlardan yana kolayca manipüle edilebilirse Fransa’da da bu durum Polonya için geçerlidir. Avusturya zaten pek sevilen bir devlet değildi ama Rusya bu kişiler için tam bir kin ve nefret kaynağıydı.

Londra ve Paris bu krizde Sultandan yana tavır aldılar. Sultan da sonradan cesaretinin meyvelerini topladı. Ama Türkler başka zeminlerde meşhurdu. 1838 yılında Manchester liberalizminin temel doktrini olan serbest piyasayı benimsemişlerdi. Ertesi yılsa başka doktrinleri geride bıraktılar. Tanzimat Fermanı bütün tebaa için vatandaşlık haklarını tanıyordu. Buna bazı büyük şehirlerde nüfusun neredeyse yarısını teşkil eden Hıristiyanlar dâhildi. Bu o döneme göre son derece cesur ve aslında eşine rastlanmadık bir adımdı. Bir süre “Türk” adı ilerici çevrelerde takdirle anıldı. Karl Marks Osmanlıca öğrenmeye çalıştı. Bu tutkulu uğraşın entelektüel olarak ona çok şeyler katacağını düşünüyordu.

Bunun aksine “Ruslar” hiç mi hiç sevilmiyordu. Kırım Savaşı patlak verdiğinde İngiltere ve Fransa’da kamuoyu bu gelişmeleri heyecanla takip etti. Asıl mesele 1848’in intikamını almaktı, dolayısıyla savaşın sebeplerinin pek bir önemi yoktu. Çar ilerici Avrupa’da kendisine duyulan nefretin ne kadar derin olduğunun farkında değildi. Avrupalı devletlere karşı din kartını oynayıp Osmanlı Devleti’ni köşeye sıkıştırmaya çalıştı. Ama Fransızların Akdeniz’de en azından Napolyon’un Mısır’a yaptığı keşif seferinden beri kendi hesapları vardı. Ayrıca Katolik temsilcilikler vasıtasıyla Lübnan’da bir vekillik oluşturmaya başlamışlardı.

Fransa’da 1848 devrimleri eski hanedanın gücünü yeniden tesis etmesiyle sonlanmadı. Bonapartistler iktidarı yeniden ele geçirdiler. Bu kez tahtta büyük adamın yeğeni oturuyordu. “İkinci İmparatorluğu” kuran yeni Napolyon milliyetçi ve emperyalist bir dille konuşuyor, ülke içinde rahiplerin kontrolündeki köylülerin oylarına güveniyordu.

III. Napolyon bir adım ileri giderek Kiliseye eğitimin kontrolü konusunda geniş yetkiler verdi ve Papa’yı İtalyan devrimcilere karşı koruması için Vatikan’a asker gönderdi. Sultan da Fransızlara kutsal yerlerle ilgili özel haklar tanımıştı. Çar bu gelişmeden pek de memnun değildi ve tehditkâr duruşuyla bilinen Prens Menşikov’u elçi olarak atadı.

Kırım Savaşı sırasında çarpışan Osmanlı ve Rus askerlerini tasvir eden bir resim (üstte-ressam: H. F. E. Philippoteaux). Savaş sırasında Ruslar (sağda) ve Kırım Harbi madalyası.
Kırım Savaşı sırasında çarpışan Osmanlı ve Rus askerlerini tasvir eden bir resim (üstte-ressam: H. F. E. Philippoteaux). Savaş sırasında Ruslar (sağda) ve Kırım Harbi madalyası.

Bu sırada İngilizler Fransızları destekliyordu. Çünkü Tanzimat’tan beri İngilizler Akdeniz’de demiryollarının ve bankaların sayısının artmasından çıkar sağlıyordu. Üstelik yayılmacı Rusya’nın Türkiye üzerinde hâkimiyet kurmasını da istemiyorlardı. Yeni ittifaklar kurma hedefindeki Türklerse Rusya’nın tehditlerine provokatif şekilde cevap verdi. İngiltere kamuoyunun ruh hali de doğrusu Sultana pek seçenek bırakmıyordu. İngiliz ve Fransız buharlı savaş gemileri Çanakkale açıklarına doğru yola çıktılar ve savaş başladı. Ruslar diğer iki “Kuzey Sarayı”ndan gelecek desteğe güveniyordu. Fakat her ne kadar Prusya Kralı IV. Frederick William sulugöz ve gerici bir adamsa da, Rusya uğruna İngiliz ve Fransızlara karşı bırakın denizi, Rhine’da bile savaşmaya niyeti yoktu. Elbette Avusturyalılar varoluşlarını I. Nikola’ya borçluydular ama onlar da Rusların Akdeniz’deki çıkarları uğruna İtalya’da Fransızlara karşı yeni bir savaşa girmekten yana değillerdi. Ayrıca en nihayetinde kendilerinin de bu bölgede başka çıkarları vardı. Franz Joseph’in baş temsilcisi Prens Felix Schwarzenberg “Avusturya’nın gazabı dünyayı şaşkına çevirecek” diyordu. Schwarzenberg Balkanlarda, özellikle de kısa süre sonra bağımsız Romanya devletinin kurulacağı bölgede Avusturya hâkimiyetini kurmaya çalışıyordu. Avusturya ticaretinin önemli bir kısmı, fiilî ya da potansiyel olarak Tuna deltasının yer aldığı bu bölgede geçebilirdi. Fakat buralar teorik olarak Türkiye’ye ait topraklardı ve Rusya buraları işgal etmiş durumdaydı. Franz Joseph, Kırım’da hâlihazırda savaş halinde bulunan Ruslara bir ültimatom verdi ve onları buradan çıkardı. Bu gazap, hatta denebilir ki ihanet, I. Nikola için tam bir hayal kırıklığıydı. Bu duygular içinde, belki de kendi elleriyle 1856 Mart’ında hayatı son buldu.

I. Nikola’dn sonra tahta geçen II. Alexander yaşananlardan dersini almıştı. En önemli ders, Rusya’nın baştan aşağıya reforma ihtiyaç duyduğu ve ülkeyi tepeden tırnağa saran geri kalmışlıkla mücadele edilmesi gerektiğiydi. Bu da ülke dışında herhangi bir maceraya atılmayacağı, özellikle de hain Avusturyalılara bir daha hiç güvenmeyeceği anlamına geliyordu. Barış kolayca tesis edildi. Hatta II. Alexander, Fransızların desteğini bile kazanarak Avusturyalıları Tuna nehri etrafındaki topraklardan çıkardı. 1859’da yeni Romanya devleti kuruldu. Fakat bu yeni devlet Fransa’nın bu bölgedeki uydusundan ibaretti. Avusturyalıların planları suya düşmüştü. Böylece 1815’te Viyana Kongresi’nde alınan kararlar ortadan kalkmış oldu. Romanya’nın birliğini sağlayarak bağımsızlığını ilân etmesi ise çok daha mühim başka olayların yaşanacağına işaret gibiydi.

Sıra dışı bir dönem olan 1860’lı yıllara millî birliği sağlama savaşları damga vurdu: Avrupa’da Almanya ve İtalya birliğini sağlamaya çalışırken, Amerika büyük İç Savaş’la boğuşuyordu. O dönem insanlar arasında büyük bir enerji ve iyimserlik mevcuttu, durdurulamaz bir ilerlemenin mümkün olduğuna inanılıyordu, hatta bunun için bir formül de vardı. Türkler Tanzimat Fermanı, Japonlar Meiji restorasyonu ile bunun nasıl yapılacağını göstermişti. Şimdi de II. Alexander aynı adımları bu kez Rusya özelinde atıyordu. Formülün aslî unsurları ulus devletlerin kurulması, feodalizmin izlerinin silinmesi, bankalar, demiryolları, büyük okullar, üniversiteler, yeni yasal kurumlar, bilim ve öyle ya da böyle bir meclisin varlığıydı.

Genel olarak ele alındığında bu dönemin 1990’lı yılların bir ön gösterimi olduğu sonucuna varabiliriz. 1990’larda da Demir Perde’nin yıkılmasının ardından demokrasi ve serbest piyasaların tılsımını bütün bölgeye yayacağına inanılıyordu. Tabii bu kez bu umuda ilham veren 1860’lı yıllarda olduğu gibi İngilizler değil, Amerikalılardı.

Sivastopol Kuşatması Kırım Savaşı sırasında Birleşik Krallık ve Fransa kuvvetleri tarafından Rusya İmparatorluk kuvvetlerine karşı gerçekleştirilmişti (17 Ekim 1854 - 11 Eylül 1855). Bu kuşatma hatırasına Sivastopol’de yaptırılan anıttan bir detay.
Sivastopol Kuşatması Kırım Savaşı sırasında Birleşik Krallık ve Fransa kuvvetleri tarafından Rusya İmparatorluk kuvvetlerine karşı gerçekleştirilmişti (17 Ekim 1854 - 11 Eylül 1855). Bu kuşatma hatırasına Sivastopol’de yaptırılan anıttan bir detay.

Yeni ittifaklar, yeni dengeler

III. Napolyon dengesiz, yüzeysel, fırsatçı ve kendi hanedanını kurmaya meraklı bir adamdı. Aklında bir tür strateji vardı. Ona göre Napolyon Bonapart iki büyük hata yapmıştı. Birincisi İngiltere ve Rusya arasında bir ittifak kurulmasına zemin hazırlamış, ikincisi de Avrupa’daki pek çok milliyetçiyi kendinden uzaklaştırmıştı. III. Napolyon Avrupa’yı Fransızların öncülüğünde bir milletler bütününe çevirmeyi hedefliyordu. Bunu yapmaya çalışırken, bir Süper Güç olan Fransa’nın sonunu hazırladı.

Marks, Louis Napoleon’un On Sekizinci Brumaire’i başlıklı eserinde normal şartlarda mülk sahiplerini kontrol altına alıp rahiplere ve aptal askerlere ne yapacaklarını söylemekten fazlası olmayan bu rejimin kozmik önemini iyi anlamıştı. Bonapartizmin temel kurallarından biri, İtalya’da propaganda yapmaktı. Kırım Savaşı Avusturya’yı yalnızlaştırmıştı. 1859’da ise III. Napolyon, Cenova ve Torino’daki yarı Fransız Piyemonte’yi kullanarak Avusturya’ya karşı savaş açmıştı. Garip bir biçimde liberal İtalya’ya karşı güçlü bir inanca sahip olan İngilizler, Napolyon’un bu girişimini memnuniyetle karşıladı. Nihayetinde Avusturya Magenta ve Solferino’da mağlubiyete uğradı. Fransız mülk sahipleri sonradan ülkedeki bulvarlardan birine bu ismi verecekti. Habsburg İmparatorluğu’na ait çok sayıda mülk ve uydu devlet -ki ne hikmetse San Marino bunlardan biri değildir- sonradan bir araya gelip yeni İtalya Krallığını meydana getirmiştir.

Fakat III. Napolyon başka sorunlarla karşılaşmıştır. Başlangıçta din adamlarının desteğine güveniyordu, fakat elbette bu kişiler Papa’nın kontrolündeki devletlerin tarih sahnesinden silinmesine seyirci kalmayacaktı. Papa’nın korunması için Fransız askerler ülkede kalmalı ve ülkenin başkenti Roma’dan Floransa’ya taşınmalıydı. Bu adımların Fransız ve İtalyanlar arasındaki ilişkiyi iyileştirmek adına hiçbir etkisi olmadı. Karşı karşıya olduğu tehlikelerin ayırdına çok geç varan III. Napolyon, bu kez kendi uydu devletinin boyutunu küçültmeye çalıştı ve Venedik civarında topraklarının olmasına müsaade etmedi. Nihayetinde buralar Avusturya’nın elinde kaldı.

İtalya çok kısa süre içinde Prusya ile ittifak yaptı. Buna göre eğer Prusya, birleşik Almanya’nın liderliği konusunda Avusturya’ya kafa tutacak olursa İtalyanlar da güneyden Prusya’ya destek verecekti. Prusya’nın başındaki Otto von Bismarck, III. Napolyon’dan çok daha sağlam ve zeki bir adamdı. Eylemlerini öylesine dikkatle planladı ki, zaten sakarlıklarıyla meşhur Avusturya’nın daha da acele edip hata yapmasına sebep oldu. Avusturya kurtuluşu için tek umudu olan Fransa’nın desteğinden yoksun biçimde

1866’da Prusya ve İtalya’ya karşı altı haftalık bir savaşa sürüklendi. Avusturya’nın bölünmüş ordusuyla iki cephede yürütülen bu savaşı kazanma imkânı yoktu. Prusya artık en azından kuzey Almanya’da birliğini sağlamış, ülkenin bütünü üzerinde de hâkimiyet kurmuştu. İtalyanlar III. Napolyon’un kendilerinden esirgediği Venedik topraklarına kavuşmuştu. Kısa süre sonra da, yine Bismarck’ın yardımlarıyla, Roma’yı da ele geçireceklerdi. 1866 yılının diğerleri kadar açık olmayan başka bir kazananı daha vardı. Macarlar fırsat kolluyordu: Kossuth vaktini sonradan hayatını kaybedeceği Torino’da geçiriyordu, burada Prusya adına savaşan küçük bir birlik bile vardı. 1867’ye gelindiğinde Franz Joseph kendi ülkesi içinde çok geniş çaplı bir değişikliği hayata geçirmeyi kabul etti. Büyük Macaristan, Habsburg İmparatorluğu’nun eşit bir partneri olarak anayasal bir statü kazandı. İmparatorluğun adı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu olarak değişti. Macaristan Bismarck sisteminin bir parçasıydı ve Avusturya’nın Prusya’ya karşı harekete geçmesine asla müsaade etmeyecekti. III. Napolyon geç de olsa ne yaptığını anlamıştı. Hastalığın ve hayal kırıklığının pençesinde olayları takip edemez hâle geldi. 1870 yılında yine Bismarck’ın provokasyonuna geldi ve basının da etkisiyle savaşa girdi. Fransa- Prusya Savaşı böylece başlamış oldu: Altı hafta içinde Sedan Muharebesi sonucunda III. Napolyon Bismarck’a esir düştü. Böylece Fransızların Avrupa’da uzun süredir devam eden egemenliği sona erdi. 1871 yılında XIV. Louis’nin Versailles’daki meşhur ve ihtişamlı sarayında Prusya Kralı Alman İmparatoru unvanını aldı.

Elbette tarih burada sona ermedi, dünya çok daha fazlasına gebeydi. 1860’lardaki uluslaşma furyası sonradan da devam edecekti. Fakat bu furyaların her birinin sonuçları insanlık için kötü oldu, hatta denebilir ki Metternich’in yaklaşımı en başından beri en doğru olandı. İtalya’da Mussolini ve onunla birlikte Faşizm ortaya çıktı. Almanya’da Hitler ve Nasyonal Sosyalizm bu temel üzerinde yükseldi. Büyük Macaristan’ın sonu hüsran oldu ve ülke bugünkü küçük sınırlarına geriledi. 1860’lı yıllarda pek çok insan bu kadar büyük felaketlerin yaşanacağını tahmin bile edemezdi. Belki Papa IX. Pius ve kendi hesabına Karl Marks bunun istisnası olabilir. Marks her zaman Rusya’nın geri kalmış bir ülke olduğunu söyler ve teorisinin merkezine başka ülkeleri koyardı. II. Alexander’ın reformları hayata geçirildiğinde Marks büyük devrimin burada yeşerebileceğini fark etmeye başladı (Dostoyevski Ecinniler’de bu devrimin nasıl olacağını, Bolşevikler iktidarı ele geçirmeden 50 yıl önce garip bir şekilde tahmin etmişti). Marks ayrıca Rusça öğrenmeye başlamış, odasını Rusya ekonomisine dair istatistiklerin yer aldığı kâğıtlarla dolu üç büyük kutu ile doldurmuştu. 1883 yılında bir sabah gözlerini açıp bu kutulara son kez baktı ve sonra hayata gözlerini yumdu.

Kırım Savaşı gerçekten ne yaptığının pek bilincinde olmayan kişilerce çıkarılmıştı. Sebep olanların verecekleri o kadar çok hesap var ki.

Not: Yazarın ve editörün izniyle Cornucopia’nın 39. sayısında (2006) yayınlanan yazıdan tercüme edilmiştir.