10 bin Müslüman’ın tekbir sadâsı Ayasofya camiini nasıl inletti?

Ayasofya Sébah & Joaillier 1888-1910 LOC Arşivi
Ayasofya Sébah & Joaillier 1888-1910 LOC Arşivi

Cumhuriyet’in önde gelen kalemlerinden Ruşen Eşref Ünaydın’ın Ayrılıklar (1923) adlı kitabındaki “Bayram tahassüsleri: Ayasofya Camii’nde Bayram Namazı” başlıklı yazısı Mütareke döneminde yaşanan bir bayram sabahını bütün revnakıyla aksettirir. Ünaydın’ın bu unutulmuş yazısı vesilesiyle Ayasofya Camii’nin o muhteşem demlerini hatırlatmak istedik.

Ruşen Eşref Ünaydın (1892-1959 )
Ruşen Eşref Ünaydın (1892-1959 )

İçeride (Ayasofya’da) eski top kandillerin ötesinde berisinde seyrek elektrik fanusları sert ve şişkin yanıyordu. Bu fazla ışıklar bir ibadethaneden beklenen ilk tasavvufî tesiri iz’aç etmiş: Yerdeki halılar, sütunların kaideleri lüzumundan fazla aydınlık... Somaki duvarlara, sütun başlıklarına, yarım kubbelere ve merkez kubbeye ise ancak harabelere yakışır köhneleştirici bir loşluk sinmiş.

Sultan Süleyman’ın “Engürüs”ten ganimet getirip mihraba civar koydurduğu iki cesim şamdandan birinin yanında, sarığı ve sakalı bembeyaz bir hafız, halim, mütevekkil eda ile “Yasin” okuyordu. Cemaatin kalbi ve merkezi güya o idi. Kalabalık ondan başlıyor, etrafında bir yelpaze gibi açılıyor, genişliyordu: Hacı yağları sürünmüş, yeni mintanlı ve yeni cepkenli hamallar, sert gözleri, burma bıyıkları ve gümüş köstekleri parlayarak sallanan hamallar; yalın ayaklarının tabanı kösele gibi kalın ve esmer duran gayet eski kisveli yoksul Müslümanlar!.. Bunların arasında beyaz ve yeşil sarıklar, kalıplı fesler, buruşuk kalpaklarla kıvırcık papaklar seçilmeğe, çoğalmağa başladı. Sanki cami bir cennet havuzuydu. Şehrin muhtelif yollarından bir mutekit (mümin) akını buraya boşanıyordu. Öyle ki az zamanda koca meydan hınca hınç doldu.

1400 yıldır İsa’nın ve Muhammed’in mütevalî ayinlerini, Jüstinyen gibi ahiret sevdasının şaşaasını dünya hazineleri dökerek tespit eden bir Hıristiyan hükümdar ile Fatih gibi genç ve âteşîn kalbinde Peygamberinin arzusunu görmüş; içine birkaç yüz neslin duası, ümidi, hayret ve incizabı sinmiş bu ibadethanede nihayetsiz ve nazirsiz bir kutsiyet, ruhu inceltiyordu.

Hafız “Ve’ş-şemsu tecrî” (Yâsin, 38) ayetine geldiği zaman muazzam kasr-ı dinin içinde bir başka hâlet peyda oldu. Her tarafı örülü gibi, ışığını yalnız içinden alıyor gibi kalın, katı duran ibadethane hafifleşmeğe başladı. Cidarları güya benek benek açılıyordu. Kendisini bekleyen cemaate karşı nihayet bayram ağır ağır teşrif ediyordu. Büyük kubbenin etrafı, yarım kubbelerin etrafı, büyük kavislerin cismi, mihrabın yanları billûrdan örülmüş gibi melûl bir mavi buğu hâlinde şeffaflaştı. O ilk ışık, kimi Nomidya’dan, kimi Tesalya ve Lakonya’dan getirilip burada misilsiz bir tasavvufî elvan ahengi şekline inkılâp eden mermer duvarlara eflâtun, soluk yeşil, leylâki renkler getirdi. Kadim sütunların abus ve sert cüsselerine mahmur bir halavet gönderdi.

Bayram semadan ineceğini ihbar etmeğe başlayınca 10 bin Müslüman’ın tekbiri dinî bir alkış gibi kubbeye çıkmağa başladı. Mukaddes inilti taşları bile huruşa getiriyordu: Onlar da güya tekbir alıyorlardı!

Nihayet bayram en üst pencerelerden bir ışık hâlinde girdi. Evvelâ ism-i Celâl’in, kendisini yaratan kuvvetin eteğine secde etti. “İzzet Efendi”nin lâyemut (ölümsüz) şaheseri güneşi camide tekrir eden bir ziya oldu. O zaman son tekbirler bir öd ağacı tütsüsü gibi enfes nebat nakışlı sütun başlıklarına, kemerlerin yonca tezyinatına sürünerek, son mozaikleri pırıldaşan yarım kubbelere ve büyük kubbeye, Allah’a, Muhammed’e, çehâr-yâre doğru savruldu. Müminler bayramı karşılamak için ayağa kalktı. İmam, sesini -Müslümanların bayram şerefine Allah’a arz ettiği şükranı- Allah’a beyana hasretti. Cemaat bunu yerlere kapanarak teyit etti.

Bir zaferin ebedî hatırası

Son derece vakur ve münkad bir sükût içinde hutbeyi beklediler. Yeşil sarığına sırma dolamış yeşil cübbeli hatip, eski yaldızlar içinden berrak ve zarif nakışları beliren mermer minberin yeşil perdesini açtı. Basamakları ağır ağır çıktı. Huşulu sükûn kusvasına varmıştı. Öksürükler bile kesildi. Onun sesi, hiç mübalâğasız, Ayasofya kubbesinden ve cidarlarından daha fazla yeri dolduracak kadar feyyazdı. Böyle temkinli, böyle vazıh, böyle dolgun ve zorluksuz çıkan ses nadiren işitilmiştir. Harflerin bile en arka saflarda sarahati hissolunuyordu. O, minberde okurken, müezzin mahfilindeki müezzinler ayağa kalkmışlar, el pençe divan durmuşlar, çevre olmuşlardı.

Hatip, Peygamber’in ve çehâr-yâr ile ahfâd-ı Muhammed’in isimlerini zikrettikçe onlardan biri evvelâ müessir bir nida ile tebcil ediyor, sonra mübarek isim 20 ağızdan bir arada çıkan bir dua halesiyle sarılıyordu. Hatip, Peygamber’in arzusunu yerine getiren Fatih’i andı. Halife’nin ve Türk milletinin selâmetine dua etti. Ve minberde duran kılıcı alarak aşağıya indi.

O zaman kırgın yüreklerimizin samimî tercümanı olabilecek gayet güzel bir ses, Murâd-ı Sâlis’ten (III. Murad’dan) yadigâr kalan müezzin mahfilinden bir hıçkırık hâlinde koptu. Duayı ilân etti. Bütün eller havaya açıldı. Kubbe göğüslerden çıkan hırıltılar ve iniltilerle bir galeyan içinde kaldı.

Keşke bilmeseydik, nekbet eyyamının dualarında ne ayrı bir tesir var: Her âmin bir vaveylâ idi. Sağımdaki nefer de solumdaki saka gibi ağlıyordu. Hünkâr mahfilindeki şehzade de müezzin mahfilindeki zabitler ve hocalar gibi müteessirdi. Bu dua hiç dinmek istemiyor gibi uzadı.

Biraz evvel lâfz-ı Celâl’in eteğine kapanan ışık, âdeta Rabbanî bir gufran gibi kubbeden sütunlara doğru inmeğe başladı: Merhamet güya ziya hâlinde bu menkûb cemaatin duasına icabet ediyordu! O vakte kadar başlarımızın üstünde züccacî birer istalakiyet heyetinde duran top kandillerin yuvarlak uçları âdeta eriyip birer yaş gibi üzerimize damlayacaklar sanılırdı. O kadar incelmişler ve şeffaflaşmışlardı!.. Dinen ses, gamlı huruşa nihayet verdi.

O zaman muazzam kalabalık harekete geldi. Asya’nın bir ucundan Afrika’nın öbür ucuna kadar süren bedbaht ve menkûb İslâm kıt’asının her diyarına mensup insanlar vardı: Sarıklıları, uzun hırkalıları, kıvırcık papaklıları, kefiyyelileri... Bunları dünya lisanı birbirinden ayırıyordu. Fakat ahiret lisanı, fakat kalp lisanı bilhassa şu felâket bayramında birbirine büsbütün ayan olmuştu. Birbirlerinin boynuna ne şefkatle sarılıyorlardı! Nice omuzlara göz yaşları döküldü; bunlar binbir derdin beliğ bir lübbü gibi bir gözden bir kalbe sızdı.

Her köşede âmâ hafızlar Kur’an okumağa ve dervişler zikir etmeğe başladılar. İhtiyar bir Türk kadını bir garip mersiyeyle kubbeyi çınlatıyordu! Önlerine sadakalar yağdı.

Ses çıkarmayan sailler (dilenciler) yalnız dünkü ordunun kahraman enkazlarıydı: Esarete alışmayan milletleri gibi dilenme ahengine yabancı kalan seslerini içlerine gömmüşler. O genç ve dinç malûllerin bakışlarında öyle meftur bir vakar vardı ki!.. Önlerine para bırakanları hürmete mecbur eden mukaddes aczlerine yüreğim parçalandı...

Bir zaferin ebedî hatırası olan camiden dilgîr ve makhur bir asil kafile sükûnuyla çıktık. “Fakat çıkmasaydık” diyordum. Zira hepimiz biliyorduk ki Türk’ün bayramı bu yıl yalnız camilerde başlayıp yine camilerde tükenecektir. Yabancı içine çıkmağa utanacaktır.