İstanbul’u yutan alevden atlılar: Yangın

Ramazan’ın 14’ünü 15’ine bağlayan gece Cibali’de çıkan ve tam 65 saat süren yangın İstanbul’un üçte birini yok etmişti. Ramazanın son günlerini şehir ahalisine zehir eden ve payitahtı bir seyyah gibi gezip neredeyse her haneyi selamlayan bu öfkeli yangını, ilk kıvılcımdan küllerine kadar takibe hazır mısınız?
Ramazan’ın 14’ünü 15’ine bağlayan gece Cibali’de çıkan ve tam 65 saat süren yangın İstanbul’un üçte birini yok etmişti. Ramazanın son günlerini şehir ahalisine zehir eden ve payitahtı bir seyyah gibi gezip neredeyse her haneyi selamlayan bu öfkeli yangını, ilk kıvılcımdan küllerine kadar takibe hazır mısınız?

1782 yılının Receb, Şaban ve Ramazan aylarında meydana gelen üç yangın da İstanbullulara mübarek ayları zehir etmişti. Bunlardan en korkunç olanı Ramazan’ın 14’ünü 15’ine bağlayan gece, yani 22 Ağustos 1782’de Çıngıraklı Değirmen Mahallesi’nde Mavnacı Ali’nin evinde çıkan yangındı.

Prof. Dr. Kemalettin Kuzucu

İstanbul’un fethedildiği gün Haliç’in batısındaki sur kapısını kırarak şehre giren Bursa Subaşısı Cebe Ali Bey’in adı bir semte verilmiş, semtin adı sonraki asırlarda Cibali’ye dönüşmüştü.

Sahile yakınlığı nedeniyle Cibali genellikle deniz taşıtlarının imalat, tamir ya da nakliyesinde çalışan bekârların gözdesi olmuş; zaman içinde kayıkçılar, fırıncılar, hamallar, tablakârlar ve tulumbacılar da buraya yerleşmeyi tercih etmişlerdi. Bundan dolayı Cibali dar ve dolambaçlı sokaklarda gelişigüzel inşa edilmiş, birçoğu barakayı andıran salaş yapılarla dolmaya başladı. Semtte çok sayıda meyhane biraz da sakinlerinin çoğunun gayrimüslim olmasından ileri geliyordu. Bununla birlikte Cibali’de küçük bir İstanbul beyefendisi grubu ile hatırı sayılır miktarda Yahudi nüfus da ikamet etmekteydi.

Birkaç ailenin bir arada oturdukları Yahûdhane denilen ve apartman mimarisinin ilkel biçimi olan konutlar buraya bir getto kimliği kazandırmıştı. Çoğu eğitimsiz olmak üzere kalabalık bir nüfusu barındıran semtin bu hali sık sık yangın çıkmasına yol açıyordu. Gemi teknolojisinde kullanılan yanıcı maddelerin saklandığı depolar ile kereste ambarlarının yoğunluğu, herhangi bir nedenle başlayan küçük bir yangının kuzey rüzgârlarının desteğiyle hızla yayılmasına sebep oluyordu. Neticede Cibali’de başlayan irili ufaklı yangınlar asırlarca Osmanlı payitahtına cehennem hayatı yaşatacaktı.

Genellikle başladığı semtin adıyla anılan ve “harik-i kebîr” diye tavsif edilen İstanbul’un büyük yangınlarının belki de en namlıları Cibali merkezli olanlardı. Bunların içinde en dehşetlileriyse 1633, 1693, 1718, 1724, 1756, 1782 ve 1833 yıllarında meydana gelenlerdi. Üç gün süren ve şehrin beşte birini yok eden 1633 yangınından sonra bölgede bir inceleme yaptıran Sultan IV. Murad, bu felakete bir kahvehanede içilen ve söndürülmeden atılan tütün izmaritlerinin sebep olduğunu öğrenmişti. Tahta döşemeleri tutuşturan izmaritler yüzünden kahvehaneleri yıktırıp tütün içilmesini de yasaklayacaktı.

Vakanüvis Vâsıf Efendi’nin, İstanbul’un fethinden beri görülen en büyük yangın dediği 6 Temmuz 1756 tarihli Cibali yangını ise bir yahudhânede başlayıp kısa sürede genişleyerek Aksaray’a kadar uzanmış ve 48 saat içinde on binlerce yapıyı kül etmişti.

1782 yılının Receb, Şaban ve Ramazan aylarında meydana gelen üç yangın da İstanbullulara mübarek ayları zehir etmişti. Bunlardan ilki 29 Receb’e rastlayan 10 Temmuz 1782’de Samatya’da bir keresteci dükkânında başlamış ve aralarında Rum kiliselerinin de bulunduğu binden fazla yapıyı küle çevirdikten sonra ancak söndürülebilmişti. Bundan iki hafta sonra Şaban’ın 13’ünde Balat’ta bir Ermeninin evinde patlak veren yangın rüzgârın etkisiyle iki kola ayrılarak Draman’dan Edirnekapı’ya, Atik Ali Paşa’dan Hırka-yı Şerif’e kadar olan sahada 7 bin evi yutup on binlerce İstanbulluyu meskensiz bırakmıştı.

» Alevlere kalkan gerek: 1720 yılında Yeniçeri Ocağı’na bağlı olarak kurulan Tulumbacılar Ocağı, bugünkü İtfaiye Teşkilatı’nın vazifesini görüyordu. 19. yüzyılda Osmanlı tulumbacılarının bir fotoğrafı.
» Alevlere kalkan gerek: 1720 yılında Yeniçeri Ocağı’na bağlı olarak kurulan Tulumbacılar Ocağı, bugünkü İtfaiye Teşkilatı’nın vazifesini görüyordu. 19. yüzyılda Osmanlı tulumbacılarının bir fotoğrafı.

Patlıcan mevsimi yangınları

Yılın en korkunç afeti ise Ramazan’ın 14’ünü 15’ine bağlayan gece, yani 22 Ağustos 1782’de Çıngıraklı Değirmen Mahallesi’nde Mavnacı Ali’nin evinde başlamıştı. Ali ve komşuları o sırada Gül Camii’nde teravih namazı kılmaktaydılar. Kaynaklara bakılırsa yangın kaza ile çıkmıştı ama kazaya neyin sebep olduğu bilinmiyordu.

Aylardan Ramazan olduğuna göre ev sahibesinin ertesi günün iftarı için patlıcan kızarttığı sırada yağlı tavanın aniden alev alarak önce mutfağı, ardından da evin tamamını yakmış olmalıdır. Zira İstanbul’un bilhassa yaz aylarında meydana gelen yangınlarında patlıcanın oynadığı role işaret eden Ahmed Rasim gibi yazarlar, “patlıcan mevsimi yangınları” deyimini icat etmişlerdi.

Yangında evinin ve eşyasının yanışını çaresizlik içinde seyreden ve kendisini “Muhterik’us-sükenâ ve’l-eşyâ Mehmed Atâ” olarak takdim eden dönemin ediplerinden Selanikli Atâ Efendi, kime yazdığı bilinmeyen bir mektupta dehşeti ironiyle karışık edebî bir lisanla tasvir etmiştir. Böyle bir üslubu tercih etmesi, yangınların dönemin insanlarınca ne ölçüde kanıksanmış, vaka-yı adiyeden sayıldığı şeklinde yorumlanabilir. Mektuptaki teşbih, teşhis ve tasvirler bir yana, kül olan semtler ve eserler ile halkın maneviyatını yansıtan manzaralar dikkate değer güzelliktedir. Özgün metni Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi’nde bulunan mektubu sadeleştirerek afeti adım adım izleyelim:

“Mavnacı Ali’nin evinden zuhur eden yangın göklere velvele vererek ateşli bir dilber edasıyla salına salına Aşıkpaşa semtine yöneldi. Kasapbaşı çeşmesini yakıp kale topu gümbürtüsüyle Üsküplü’yü vurduktan sonra iki kola ayrılarak bir kolu Haydar’a, diğer kolu Kadıhamam’a uzandı. Otlukçu yokuşuna çöreklenip etrafında ne gördüyse cayır cayır yaktı. Fatih Camii’ni ziyaret ettiyse de kubbesinin göğüs gerip minarelerinin direnmesi üzerine içerisine girmeye cesaret edemeyip avlusunda bulunan Sultan Mehmed’in türbesinde merhumun ruhuna Fatiha okuduktan sonra İfraziye yokuşunu tırmandı. Alevler medrese talebelerinin yüreklerini dağlayıp Büyük ve Küçük Karaman’ı tamamen yaktıktan sonra Haffaflar’ı sarhoş etti, Saraçhane’yi silkeleyip attı. Bir kolu da “Bütün gelecekler yakındır” hükmünce kısa sürede Atpazarı’na uzanarak burada hayli üzengi parlattı. Üsküplü semtindeki kol, Salih Paşa çeşmesini kavurduktan sonra Azaplar semtine cehennem azabı çektirmiş, Unkapanı’nda öç almış, Atlamataşı’nı atlayıp Küçükpazar’da alışverişte bulunmuş, Zeyrek’teki camileri ve binaları silip süpürmüş, Çinili Hamam’ın solundaki değirmen sokaklarını döne döne tahrip etmiştir.

Başlamasının üzerinden 33 saat geçmişti ki, yangın cehennem yüzlü askerlerini sekiz tabura ayırıp her birini bir tarafa saldı. Küçükpazar’da büyüyen alev dalgaları Ağakapısı’na samyeli gibi eserek Yeniçeri Ağası’nın dairesini ve Yangın Köşkü’nü kırmızı laleye çevirdi. Ne var ki padişah orada bulunduğundan tulumbacılar çalışmalarını buraya yoğunlaştırmışlar, ‘Kul bunalmayınca Hızır yetişmez’ kavlince diğer binalar kurtulmuştur. Vefa tarafına seğirten bir kol, şair Nailî’nin ‘gideriz’ redifli gazeline nazire yapıp ‘Ol bî-vefâya dek gideriz’ diyerek bu semt ile Kovacılar, Molla Hüsrev ve Şehzâdebaşı’ndaki evleri gümbür gümbür devirdi.

Çıldırmış bir haldeki diğer kol ise Timarhane arkasından dolaşarak Tiryakiler Çarşısı’na daldıysa da buraya merhamet edip keyiflerine değmemiş, fakat yakınındaki Kirazlı Mescidi’ni meyve toplar gibi zevkle yedikten sonra yularını merhum Atıfzâde’nin konağına bağlamış ve buraya da acımayarak alevlerin öteki koluyla birleşmiştir. Bir kol da Bozdoğan Kemerini kuşatıp zamana meydan okurcasına pürneşe Acemoğlu meydanına at sürmüştür. Ahmed Nazif Efendi’nin hanesinin haşmet ve debdebesinden bir şey bırakmamış, diğer binaları da yere sererek Eski Odalar’a uzanmış ve adeta buranın yenilenmesi gerektiğini hatırlatırcasına yerle bir etmiştir.

Fatih Camii civarındaki yangının bir kolu Sarıgüzel’i, diğer kolu Yeni Odalar’ı selamlayıp içlerindeki yeniçerilerin selama durmalarına aldırmayarak bu Bektaşi Ocağını harap ettikten sonra hile halısını Halıcılar Köşkü’ne sermiştir. Herkes şaşkınlıkla ne olup bittiğini anlamaya çalışırken öküz boynuz kuşanıp Şehzade, Koska, Kazasker Hamamı üzerinden Aksaray’a geçerek burada harikulade bir bölüğünü Haseki içine ve diğer bir bölüğünü Tozkoparan semtine görevlendirmiş ve dört tarafını gücendirerek taşını bu bölgelere dikmiştir. Birkaç bölüğü de Kocamustafapaşa’yı istila etmiştir. Alevden atlıların Hekimoğlu Ali Paşa Camii’ni sardığını görenler ‘Ayâ, bunun ilacı nedir?’ diye çaresini soradursunlar, ateş hiçbir yapının gözyaşına bakmamış, ne var ki Sümbül Efendi hazretlerinin yüzü suyunun bereketiyle sönmüştür.

Bir taraftan Silivrikapı’ya hücum eden alevler, bir taraftan da yedi başlı ejderha misali Yedikule’ye saldırmış, Laleli Camii’ni şakayık bahçesine çevirmiştir. Nesi varsa Laleli Camii içerisine getirmiş olan kadın, erkek, genç, yaşlı, hasta herkes alevlerin geldiğini görünce ‘Ey ateş! Serin ve selamet ol’ ayetini okumuşlar ise de, caminin içerisindeki eşyalar ve mahzenindeki 5-6 bin çeki odun ile birlikte eşyasından ayrılamayan tamahkârlar ‘kurunun yanında yaş da yanar’ misali kavrulmaktan kurtulamadılar.

Yangın Laleli’yi ateş deryasına gark edip Koska semtine ayak bastığında Koca Ragıb Paşa Kütüphanesi’ne dalmak istediyse de, içeriye giremediği için kitaplara zarar veremedi. Paşa’nın ruhaniyetinden özür dilercesine kabrine yüzünü, alnını sürmekle yetindi ama etrafını tarumar etti. Ragıb Paşa türbesinden Langa Bostanı’na uzanıp sayısız yapıyı küle çevirdikten sonra Langa surunu ateşten bir palanga çevirip yakarak kapısından dışarı çıktığı gibi buradaki kahvehanelere yüklendi.

Alevler ancak sahile dayanınca durabildi. Bir kolu Silivrikapı’da Karaçalı Bostanı denilen yerde sönerken, bir kolu da Kaptanpaşa Hamamı’nda yolculuğuna nihayet verdi. Ateşin hiddeti karşısında ‘Bu bir gazap, buna kanca, tulumba kâr etmez’ diyen tulumbacılar çaresiz ve ümitsiz bir şekilde Cenab-ı Hakk’ın yardımına sığınmaktan başka bir şey yapamadılar.”

Camiler de yanmıştı

Atâ Efendi’ye göre 3 binden fazla ev, irili ufaklı 310 cami ve mescit, 36 han ve 260 hamamın yanında, gayrimüslimlere ait çok sayıda mabed ile Fatih, Laleli ve Şehzade camilerinin minareleri, Cerrahpaşa ve Hekimoğlu Ali Paşa camilerinin bazı bölümleri yanmıştı. Kimi camilerin minare veya külahları, kimilerinin de döşemeleri erimişti.

Esasında yanan yapıların sayısı bunun birkaç katıydı. Şehrin sadece üçte birinin kurtulduğunu ileri süren XVIII. Asırda İstanbul kitabının yazarı P. Ğ. İnciciyan, Samatya’da altı Rum kilisesinin harap olduğunu kaydetmiştir. Ahşap yapılara acımayan alevler, kâgirden inşa edilmiş birçok dinî ve sivil mimari eseri kullanılamaz hale getirmişti. Molla Gürâni Camii, Atıf Efendi Kütüphanesi ve daha birçok kamu binası kül olmuştu. Harik Risâlesi yazarı, yangının Vefa’daki tahribatını hikâye ederken,

Ahbâb-ı nükte-pervere dâim budur sözüm

Sevmem vefâsı olmayanı görmesin gözüm

beytinin aksine, ateşten elbisesini giymiş o gaddarın vefalı-vefasız demeden Vefa ahırını ve meydanını ayakları altında çiğneyerek atları yulafsız bıraktığını belirtmiştir. Ahalinin yangından kaçırıp cami avlularına, Atmeydanı’na, bostanlara ve boş buldukları arsalara taşıdıkları eşyalar da topluca yanmıştır.

Sultan III. Mustafa zamanında 1760 yılındaki yangının gazabindan ise Yenikapı sahilinde denizi doldurmak suretiyle oluşturulan ve kuzey rüzgârlarından korunması için adalardan getirtilen taşlarla önüne set örülen Ermeni mahallesi de kurtulamadı.

» Yetiş tulumbacı! 1756 Cibali yangınında birçok cami, dükkân ve mesken yanmıştı. Su kıtlığı nedeniyle söndürülemeyen ve şehri bir uçtan öbür uca dolaşan yangının deniz kenarına ulaşıp orada durması beklenmişti. Galata Kulesi önünde bir yangını söndürmeye koşan tulumbacılar.
» Yetiş tulumbacı! 1756 Cibali yangınında birçok cami, dükkân ve mesken yanmıştı. Su kıtlığı nedeniyle söndürülemeyen ve şehri bir uçtan öbür uca dolaşan yangının deniz kenarına ulaşıp orada durması beklenmişti. Galata Kulesi önünde bir yangını söndürmeye koşan tulumbacılar.

Yangın köşkü dahi yanınca

Yangınla mücadelenin yegâne müessesesi olan Yangın Köşkü’nün yanması da trajikomik sahnelerden birisiydi. Tulumbacı Ocağı’nın kurulmasından 30 yıl sonra, 1750’de Ağakapısı’nın iç avlusunun bir köşesine inşa edilen Yangın Köşkü, günümüzde Süleymaniye’deki İstanbul Müftülüğü’nün yerinde bulunuyordu. Ağakapısı ile birlikte 1756 yılındaki Cibali yangınında yanan köşk ahşap olarak yeniden inşa edilmiş, fakat çeyrek asır bile geçmeden 1782’de yine aynı akıbete uğramıştır. 1826 yılındaki Hocapaşa yangınında bir kez daha kül olduktan sonra II. Mahmud, bugün İstanbul Üniversitesi merkez binasının bahçesinde kalan yangın kulesini taştan yeniden inşa ettirmiştir.

Tarihçi Cevdet Paşa, mallarından vazgeçemeyip Laleli Camii’nde bekleyen pek çok tamahkârın mallarıyla birlikte yandıklarını anlatan Selanikli Atâ’ya katılır. Fakat en dramatik manzara Şehzade Camii’nde yaşanmıştır. Yangından sonra başlayan enkaz kaldırma çalışmaları sırasında burada yanarak veya dumandan boğularak ölen 600 kişinin cesedi bulunmuş, birbirlerine sarılmış halde kavrulan karı-kocaları, ana-evlatları görenler gözyaşlarını tutamamışlardı.

Adet olduğu üzere felaket haberini alan devlet erkânı, askerler ve tulumbacılar yangın mahalline koşmuş, Sultan I. Abdülhamid de söndürme çalışmalarına destek vermek amacıyla Beşiktaş Sarayı’ndan Unkapanı’na geçerek Ahmed Molla isimli birinin evine misafir olmuştu. Alevler bu evi, daha sonra da bütün semti sarınca padişah birkaç kez mekân değiştirmek zorunda kalacaktı. Nihayet Ağakapısı’ndaki Tekeli Köşkü’ne sığındı. Alevler buraya yaklaşınca tulumbacılar ve yeniçeriler enerjilerini burayı söndürmeye teksif ettiler. Fakat tulumbalar ve küplerle taşınan sular yetersiz kaldı. Bina içerisindekiler son anda canlarını kurtarabildiler. Alevler ne Tekeli Köşkü’ne, ne de Ağakapısı ve Yangın Köşkü’ne acımıştı.

Yangının uzamasının en önemli nedeni, mevsimin yaz olması ve aşırı sıcakların yol açtığı su sıkıntısıydı. Aylardır yağmur yağmadığı için su bulmakta zorlanan tulumbacılar karamsarlığa kapılmışlardı. Yangını ancak şiddetli bir yağmur durdurabilirdi. Bu olmazsa alevlerin deniz kenarına ulaşıp orada mecburen sönmesi beklenecek, şehrin kül olmasına rıza gösterilecekti. Nitekim böyle de olmuştu.

Afet 65 saat sürmüş ise de etkileri aylarca, hatta yıllarca devam edecekti. Felaket süresince şehirde müthiş bir susuzluk yaşanmış, yangınları “kızıl bayram” bilen yağmacı güruhunun fırsatçılığı da ahalinin acısını ikiye katlamıştı. Birçok caminin yanmasından dolayı ahali Cuma namazını kılamadığı gibi, Şeyhülislam Mehmed Şerif Efendi susuzluğu dikkate alarak afetzedelerin oruçlarını bozabilecekleri fetvasını bile vermişti.

Toplumsal hayatı ciddi biçimde sarsılan İstanbul’da sonraki haftalarda kıtlık baş gösterdi. Fırınlar ve un depolarının yanması ekmek karaborsasına yol açtı. Kereste ve diğer inşaat malzemelerinin fiyatları fahiş seviyelere çıktı. Kışlaları yanan yeniçerilerin durumu uzun süre devletin gündemini meşgul etti. Sultan I. Abdülhamid, yeniçerilerin fenalıklarından çekindiği için Sadrazam İzzet Mehmed Ağa’yı azlederek yerine daha önce yeniçeri ağalığı görevinde bulunmuş olan Yeğen Mehmed Paşa’yı getirdi.

Sonuçta evsiz, eşyasız ve hepsinden önemlisi su ve un gibi iki temel besin kaynağından mahrum kalan pek çok aile çareyi Silivri, Çorlu, Şile, Kartal ve İzmit gibi uzak bölgelere göç etmekte bulacaktı.

Padişah olay mahallinde

Sultan I. Abdülhamid’in yangınlara zaafı vardı. Haber gelir gelmez deniz yoluyla yangın yerine ulaşır ve ateşin sıçrayabileceği bir binaya yerleşerek, söndürme faaliyetinin o noktada bitirilmesini isterdi. Tulumbacıların olağanüstü gayretlerine rağmen plan tutmadığında padişah konak değiştirirdi. Hatta bir yangın sırasında tam sekiz konak değiştirmişti. Söndürülünceye kadar yangın sahasından ayrılamaz, bazen de çalışmaları yakından denetlerdi. Bu sırada Müslüman gayrimüslim ayrımı yapmaksızın herhangi bir haneye girer ve vakit namazını orada eda ederdi.

Padişahın yangın yerindeki evlerde sabahladığına dair çok sayıda belge vardır. Yangın söndüğünde bahşiş dağıtmayı ihmal etmez, bazen ertesi gün tekrar felaket alanını dolaşırdı. Denetlemelerini tebdil-i kıyafet yaptığını söylemeye gerek yok sanırım (F. Sarıcaoğlu, Sultan I. Abdülhamid, İst., 2001).