İstanbul'un renkli simaları: Üç tuhaf trafik polisi

İllüstrasyon: Çizgi Ofisi
İllüstrasyon: Çizgi Ofisi

İstanbul unutulmuş nice insan simasıyla dolu. Bir kısmı yaptığı işten çok hâl ve hareketleriyle nam salmıştır. Namlı üç trafik polisini, unutkanlığıyla meşhur hafıza-i beşere hatırlatmak istiyoruz.

Prof Dr. Semavi Eyice yazdı.

Kaynak: Derin Tarih, Eylül-2014

Senelerce Reşad Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi’ne makaleler yazdım. Bu ansiklopedi serüveni ikimiz arasında ebedi bir dostluğa dönüştü. O en kuytuda kalmış bilgileri bütün haline getiren eşsiz biriydi. Benim şansım da sanırım Reşad Ekrem Bey gibi tuhaf hikâyelerin peşine düşmek oldu.

İstanbul’un nüfusu bizim kuşağın lisede bulunduğu yıllarda ancak 700-750 bin kadardı. Bugünkü gibi 15 milyon değildi. Gayet tabii olarak İstanbul’da dolaşan taksi ve hususî arabalar çok az sayıdaydı. Bu çok kısıtlı sayılara rağmen 60-70 yıl önceleri İstanbul’da birkaç tane trafik polisi vardı.

Bazı önemli kavşak noktalarına üzerinde kırmızı ve yeşil ışık yanan direkler konulmuştu. Bilhassa Batı Avrupa’dan gelen yabancıların tuhaf buldukları bir husus, bu ışıkların zamana göre ayarlanmış olmayıp dibinde duran bir trafik polisi tarafından yakıp söndürülmesiydi. Ama 1940-50 yıllarında şehrin bazı önemli kavşak noktalarında görev yapan trafik polislerinden üç tanesi şehir tarihinde yer alacak kadar ilgi uyandırıcı kişilerdi.

Bu trafik polislerinden ismini hatırlamadığım bir tanesi Tophane Caddesi ile Karaköy’den gelen caddenin birleştikleri kavşakta duruyordu. Burada yoğun olarak yayalar karşıdan karşıya geçtiğinden trafik polisinin önemli bir görevi vardı. Boylu poslu, yakışıklı, kıpkırmızı yüzlü, Karadenizli olan bu polis, bir rivayete göre boş zamanlarında veya izinli olduğu günlerde çok yakınında çalıştığı Tophane’deki Nusretiye Camii’nde imamlık yapıyordu. Rivayetin doğruluk derecesini bilemem ama her ne olursa olsun, bu uzun boylu ve yakışıklı trafik polisi İstanbul’un o tarihlerde yoğun sayılabilecek bir noktasında araba ve yaya trafiğini büyük bir ciddiyet ve ustalıkla düzenlerdi.

Anacağımız trafik polislerinden ikincisi kendisine şoförler ve halk tarafından takılan ‘Otomatik Mustafa’ lakabıyla nam salmıştı. Öncekinin aksine kısa boylu, tombalak yapılı polis memurunun lakabı 1935-40 yıllarında Hitler devri Almanya’sında bir süre staj görmesinden kaynaklanıyordu. O yılların Alman trafik polislerinin metodunu iyice bellediğinden bunu hiç aksatmadan tatbik ederdi.

En büyük özelliği devamlı ağzında tuttuğu düdüğüyle durduğu yuvarlak setin üzerinde sert hareketlerle yönünü değiştirerek, kol işaretleriyle şoförlere ve insanlara talimatlar vermesiydi. Bu hareketleriyle aynen bir robota benziyordu. İşte bu mekanik kol işaretlerinden dolayı kendisine ‘Otomatik Mustafa’ lakabı verilmişti.

Eyvah, Otomatik Mustafa!

Yükseköğrenim görmek üzere Almanya’da bulunduğum yıllarda almış olduğum kitapları 2. Dünya Savaşı’nın son günlerinde yurda dönerken beraberimde getirememiş ve Kuzey Almanya’nın Lübeck şehrinin istasyonunda bırakmıştım. Uzun ve çapraşık formalitelerden tam 4 yıl sonra, 1944 yılının Nisan ayında kitap dolu bavullarım bir İsveç gemisiyle getirildi ve Galata’da gümrüğe girdiler. Nihayet bavullarım bana teslim edildi. Bu ağır bavulları Bostancı’daki evime nasıl götüreceğim ise işin en önemli ve zorlu tarafıydı.

O yıllarda deniz yollarının yandan çarklı Neveser vapuru yalnız günde bir defa olmak üzere 17:30’da Karaköy’den kalkar, Moda, Kalamış, Caddebostan ve Suadiye iskelelerine uğrayarak Bostancı’ya ulaşırdı. Neveser vapuru 1,5 saat kadar süren bu yolculuğunu ertesi gün ters yönde gerçekleştirirdi.

Benim bütün telaşım, kalkmak üzere olan bu yandan çarklı vapura bavullarımı atabilmekti. Gümrük memurları anlayış göstererek rıhtımda yabancı gemilerden indirilen eşyamı taşıyabilmek için iki tekerli yük arabası ayarladılar. Bavullarımla az ötedeki Karaköy rıhtımının Ziraat Bankası kısmına yanaşmış olan vapura yetiştirmek gayretiyle tam Deniz Yollarının büyük binasının önüne geldiğimizde ortada duran Otomatik Mustafa’nın düdüğüyle uyarıldık. Ona 200 metre kadar ilerideki vapura eşyaları yetiştireceğimizi anlatmamız boşunaydı. Otomatik Mustafa büyük bir ciddiyetle öttürdüğü düdüğü ve kol işaretiyle el arabasını Bostancı’ya gidecek vapura yetiştirmemize izin vermedi.

Artist gibi trafik polisi

Netice olarak 1945’de 2. Dünya Savaşı’nın dehşetli ateşi arasında kurtarabildiğim ve ancak 1949’da kavuştuğum kitap bavullarını el arabasından indirip adeta sürükleyerek kan ter içinde vapura taşımaya muvaffak olduk.

Almanya’da nakliyat şirketlerinin ambarlarında maceralar geçiren, sapları kopmuş, her yerleri patlamış durumdayken ipler ve çelik şeritlerle içindekilerin dökülmesi önlenmiş bavullar, Otomatik Mustafa’nın hışmından zorlukla kurtarılarak Neveser vapuruna yetiştirilebildiler. Böylece bu trafik polisiyle şahsî bir temasım da olmuştu.

İstanbul’un bu yıllardaki üçüncü enteresan trafik polisi ise Galatasaray Lisesi’nin kapısının tam karşısında, Tepebaşı’ndan gelerek İngiliz Konsolosluğu’nun önünden İstiklal Caddesi’ne kavuşan yolun başında duruyordu. Bu yakışıklı, uzun boylu ve esmer bir gençti. O pırıl pırıl düğmeli, biçimli vücut yapısına tam uyan gösterişli üniformasıyla dikkatleri üzerine toplardı. Başında da o tarihlerde trafik polislerinin taşımak zorunda oldukları bir kask vardı. Kaskın kromlu tepe mahmuzu güneş altında ışıldardı. Bu yakışıklı polis o günlerde bazı filmlerde görülen Amerikan artistlerinden Victor Mature’e adeta bir ikiz kardeş gibi şaşılacak derecede benziyordu.

İstiklal Caddesi’nde alışverişe çıkan sosyetik genç hanımların büyük bir ekseriyeti ona hayrandı. Hatta bazıları gülümseyerek, yaya yolunun kenarında durur ve hayranlıkla onu seyrederlerdi. Polis de bunun farkındaydı ki, zaman zaman zarif bir hareketle adeta reverans yapar gibi hafifçe eğilip eliyle işaret vererek trafiği durdurur ve hayranlarının karşıdan karşıya geçmelerini sağlardı.

İsmini bilmediğimiz ve herkes tarafından artist Victor Mature’ün adıyla anılan bu polis, Beyoğlu’nda İstiklal Caddesi’nin renkli karakterlerinden biri olarak uzun müddet vazife yaptı.

“Victor, Victor...”

Burada bir parantez açmak istiyorum:

O yıllarda sosyetede genç kadınlar arasında Victor Mature hayranlığı şaşılacak ölçülere varmıştı. Hatta Victor Mature Avusturya’dan Amerika’ya göç etmiş olan artist Hedy Lamarr ile birlikte 1949’da çevrilen Samson ve Delila filminde jönü oynamıştı.

Ünlü rejisör Cecil B. DeMille’in idare ettiği binlerce figüranla çevrilen bu tarihî filmde ‘Samson’ rolündeki Victor’un saf bir kız olan nişanlısını bırakıp ‘Delila’ ile aşk yaşaması üzerine ihanete uğrar. Korkunç bir güce sahip olmasını sağlayan saçları tıraş edilerek gözleri kör edilir ve bir değirmen taşını çevirmeye mahkûm edilir.

Beyoğlu’ndaki bir sinema salonunda film gösterilirken Samson’un bu kadınla yaşadığı aşkın anlatıldığı duygulu sahnelerde genç bir kadın çığlığı yükselirdi. Trans içinde aynı kadının “Victor, Victor, bırak o kadını beni sev” diye haykırdığı duyulurdu. Sadece filmde gördükleri bir artiste bu derece ilgi gösteren genç hanımların ona tıpatıp benzeyen trafik polisimize ne derecede ilgi gösterdiklerini tahmin etmek zor olmasa gerek.

Kısaca anmaya çalıştığımız ve eski İstanbulluların muhakkak görmüş oldukları bu 3 trafik polisini yakın tarihimizden portreler olarak tanıtmayı, İstanbul’un tarihine bir yaprak olarak eklemeyi uygun gördük. Eğer bu dünyadan ayrılmışlarsa onları bir defa daha yâd ederek rahmetle anıyoruz.

Ne dersiniz sevgili okuyucular, ben de aziz üstadım Reşad Ekrem Bey gibi İstanbul’un ‘sıradan kahramanları’nın peşine mi düşsem bundan sonra Derin Tarih’in sayfalarında?