Atlantik bağı çözülürken

Son NATO zirvesine Tayyip Erdoğan’ın katılması şüphesiz çeyrek asra yaklaşan aktif siyasî hayatının kazandırdığı olgunluk ve devlet tecrübesinin derinliğiyle izah edilebilir.
Son NATO zirvesine Tayyip Erdoğan’ın katılması şüphesiz çeyrek asra yaklaşan aktif siyasî hayatının kazandırdığı olgunluk ve devlet tecrübesinin derinliğiyle izah edilebilir.

Yaşananlara bakıldığında son NATO zirvesine Tayyip Erdoğan’ın katılması şüphesiz çeyrek asra yaklaşan aktif siyasî hayatının kazandırdığı olgunluk ve devlet tecrübesinin derinliğiyle izah edilebilir. Bu bakımdan Türkiye son zirvede fazla mı, az mı kazandı; ya da ne aldı ne verdi diye hesap etmek yerine, Ankara’nın siyasetin en üst katında meramını anlatıp haklılığını kabul ettirdiğine odaklanmalıyız.

2. Dünya Savaşı tarihin kaydettiği en büyük yıkım. Harbin başladığı 1939 Eylül’ünden Almanya’nın teslim olduğu Mayıs 1945’e kadar 10 milyon sivil, 70 milyon asker veya cephe gerisinde ordu hizmetinde görevli personel olmak üzere toplam 80 milyon insan çatışmalarda veya açlıktan, hastalıktan, savaş suçu olarak tanımlanan olaylar sonunda hayatını kaybetti. Yerle bir edilen onlarca kent, sayılamayacak kadar sivil, resmî yapı, tarihî bina, okul, hastane, ibadethane...

Berlin düştüğünde başta Almanya olmak üzere doğudan batıya Rusya, Polonya, İtalya, Fransa, İngiltere dâhil Avrupa’da yıkım yaşamamış tek ülke kalmamıştı. Öyle ki savaş bittiğinde ABD dışında galipler safında yer alanların hâli mağluplardan çok farklı değildi. Avrupa yakılıp yıkılırken, ABD olan bitene seyirci konumundaydı. Yaşananlara bakıp üzüntülerini bildirmekten fazla bir şey yapmaya gerek duymamıştı.

1941 yılı Aralık ayının ikinci haftasında Japonlar, Pearl Harbor’da ABD donanmasını hedef almamış olsa, Washington anayasal zorunluluktan dolayı tarafsızlığına halel getirecek bir girişimde bulunmaya hevesli görünmüyordu. Nitekim W. Churchill yana yakıla Roosevelt’ten hava kuvvetleri için destek istediğinde, Amerikan başkanı doğrudan yardım etmek yerine ancak Kanada üzerinden yardımcı olabileceği cevabını vermişti. Ama Pearl Harbor, her şeyi değiştirdi. ABD hem Pasifik’te, hem Alman ordularının yenilmeye başladığı kıta Avrupa’sında savaşa girdi.

Rusya ve ABD’nin savaşta yan yana durdukları ilk andan itibaren müttefikler safı iki parçalı bir görüntü vermeye başlamıştı. Önceleri Sovyet sistemiyle ilgilenmeyen, Marksizm’i dert edinmeyen Washington’un gözünde Marksist/Liberal ideolojik farklılık; keskinleşen ayrılık zemini haline geldi ve zihnî parçalanma giderek derinleşti. Savaşın son altı ayı iki müttefikin; ABD ve SSCB’nin yarışına sahne oldu.

Grafik: Anadolu Ajansı.
Grafik: Anadolu Ajansı.

Sovyetlerin başlangıçtaki hedefi; Doğu Avrupa’da olabildiğince geniş toprağı kontrol etmekti. Haftalar içinde Stalin gecikmeyle de olsa ABD başkanı F. Roosevelt’in izlediği yola bakarak hedef değiştirdi. Neticede, iki ülke arasında bir tür ‘ganimet’ olarak görülen Nazi savaş makinasını ayakta tutan mühendis ve bilim adamlarını ‘kapma’ yarışı başladı. Savaş sonrasına ilişkin paylaşım konferanslarında liderler yan yana fotoğraf verse de o buluşmalar sadece ‘gerçek düşmanlığın’ inşâsına yaradı.

NATO bu sürecin sonunda doğdu. Savaşmak bir yana karnını doyurmaktan âciz hâle gelmiş Avrupa, ekonomik olarak kendini toparlayıp ‘ayağa kalkamazsa’, değil ABD’den aldığı onca silah ve mühimmatın parasını ödemek, ABD adına üstlendiği ‘bekçilik’ görevini bile yerine getirmesi mümkün olmayabilirdi. Bu netice, Avrupa’nın Sovyetlerin insafına terkedilmesi demekti.

Bu anlayışla 1948-49 dönemecinde, ABD başkanı Harry Truman tarafından şekillendirilen doktrin çerçevesinde bir yardım programı devreye sokuldu. ABD dışişleri bakanı George Marshall’ın adıyla anılan programın önceliği; Alman işgaline uğramış, yıkım yaşamış, ABD’ye yakın ülkelere yardımdı şüphesiz.

Türkiye savaşa girmemiş, İngiltere’nin ısrarlı telkinlerine hatta baskısına rağmen tarafsızlığını korumuştu. Dolayısıyla program dışında tutulması şaşırtıcı olmayabilirdi. Ama öyle olmadı. Potsdam Konferansı’nda, Stalin barışın önünde pürüzler olduğunu anlatırken, Kars ve Ardahan’ın Rusya’ya iade edilmesi gerektiğini söyledikten sonra Yalta’da Türk boğazlarının kontrolü için Montrö’nün yeniden kaleme alınmasını, daha ötesi Dedeağaç’ta SSCB’ye üs verilmesini isteyince, ibre Ankara’dan yana döndü; Washington Türkiye’ye destek verdi.

Türkiye ABD zincirine eklemlendi

Kabul etmek gerekir ki bu destekle Türkiye, ABD zincirine eklemlenmiş oldu. Neticede, Ankara’da ekonomiden savunmaya, dış politikadan iç siyasete hayatın her alanında Washington telkinlerine açık, yeni bir şuur oluştu.

Bu dip dalga neticesi 1949’da Kuzey Atlantik Paktı NATO kurulduğunda, savunma paktına üyelik Ankara’nın temel siyaseti haline geldi. Türkiye’nin devlet sigortası, muhtemel saldırılar karşısında caydırıcı kalkanı gibi geldi herkese NATO. İç siyasette muhalifi yoktu. İster iktidarda, ister muhalefette olsun herkesin ‘akıl çıpası’ydı sanki NATO. Üstelik sadece NATO da değil, CENTO, Sâdâbat Paktı, SEATO gibi ‘Yavru NATO’lar da aynı paranteze dâhildiler.

‘Washington’a da bir soralım’

Türkiye’nin Ortadoğu politikası açıkça söylenmese de NATO şemsiyesi altındaydı artık. Irak, Suriye, İsrail derken ‘Washington’a da bir soralım’ deme alışkanlığını edindi Türk diplomasisi. Keza Kürt meselesi, Fırat- Dicle nehirleri üzerine inşâ edilecek barajlar yani nehirlerin su rejimi vs. hepsiyle ilgiliydi Washington.

Türkiye’de hangi köy halkı Alevî, hangi köy Sünnî bilmek istiyor, bunun için ‘Barış Gönüllüleri’ adı altında izci takımları misali genç sorgucular gönderiyordu Anadolu’ya. Özellikle NATO üslerinin kurulu olduğu bölgelerde yerleşik halk ilgisini çekiyordu bunların.

Genelkurmay başkanlığının bir katı Türk subaylarına kapalı

Türk silahlı kuvvetleri içinde ne olup bittiğiyle, fazlasıyla ilgiliydi Washington. O kadar ki, Ankara’da Genelkurmay Başkanlığı binasının bir katı Türk subaylarının girişine kapalı, sadece Amerikalı personele tahsis edilmişti. Türk olarak sadece West Point’te eğitim görmüş olanlar arasından seçilmiş, NATO irtibat subayları girebiliyordu söz konusu bölgeye. ‘NATO’ya ve CENTO’ya bağlıyız’ diyerek darbe yapan 27 Mayıs 1960 darbecileri bile; aldıkları, alacakları her kararı Washington’un onayından geçirmeleri gerektiğinin farkındaydılar.

O kadar ki, içlerinden bir gurup kafalarına göre farklı bir siyaset şekillendirme hevesine kapılınca, ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar derdest edilip dünyanın dört bir yanına sürgüne gönderilmişti.

‘Biz farkında değiliz, meğer CIA dibimizi oymuş’

Siyasetin aklına yatmayan dolayısıyla benimsemediği Amerikan taleplerinin eninde sonunda bilek zoruyla kabul ettirildiğini de biliyordu Ankara. Türk iç siyasetinin en tecrübeli isimlerinden, dışişleri bakanlığının duayen ismi İhsan Sabri Çağlayangil’i bile şaşırtacak derecede Türkiye’ye nüfuz etmişti Amerika. Müteveffa İsmail Cem’e ‘Biz farkında değiliz, meğer CIA dibimizi oymuş’ diye yakınacak noktaya gelmişti.

Kuzey Atlantik Antlaşması 4 Nisan 1949’da Washington, DC’de imzalandı ve ABD tarafından aynı yılın Ağustos ayında onaylandı.
Kuzey Atlantik Antlaşması 4 Nisan 1949’da Washington, DC’de imzalandı ve ABD tarafından aynı yılın Ağustos ayında onaylandı.

Yunanistan'a NATO vetosunu kaldırıyoruz

Amerika tarafından öylesine benimsenmişti ki bazı kadrolar, 12 Eylül darbesinin gerçekleştiğini, opera seyretmekte olan ABD başkanı Jimmy Carter’e, CIA’in istasyon şefi Paul Henze’nin ‘Bizim çocuklar yaptı’ ya da ‘The boys in Ankara did it’ diyerek haber verdiği, Amerikan kaynakları tarafından dahi reddedilmiyordu.

Keza Org. Kenan Evren’in, Yunanistan’ın NATO’nun askerî kanadına geri dönüşünün önünü açan ‘vetoyu kaldırıyoruz’ yaklaşımının, sadece Org. Rogers’ın emekliye ayrılarak verdiği sözü tutamaz hale gelmesinden kaynaklanmadığı da açıktı. Kurmay eğitiminden geçmiş genelkurmay başkanlığına gelmiş bir Türk generalinin, yabancı bir komutanın sadece sözüne dayanarak ülke için hayatî bir kararı aldığına inanmak için oldukça saf olmak lazım.

Ak Parti ile ABD ve NATO

Ak Parti ve Tayyip Erdoğan, ne Amerika, ne de NATO ile kavga hesabıyla işbaşına geldi. Aksine Erdoğan, ABD’nin gözünde Türkiye’yi Washington’un hedefleriyle uyumlu tutacağına inanılan bir liderdi. Ancak, Irak savaşında 1 Mart tezkeresinin TBMM’de reddiyle başlayan süreçte, beklediğinden farklı bir Ak Parti gören ABD özellikle Pentagon çekirdeğinde siyasî tıkanıklığı âdeta ‘kan davasına’ dönüştürdü. Husumet dalgası sonunda Barack Obama döneminde zirve yaptı.

Dolayısıyla Tayyip Erdoğan’ı hedef alan 7 Şubat 2012 MİT kumpası, ardından Gezi olaylarından başlayarak 17- 25 Aralık darbe girişimi ve nihayet doğrudan Erdoğan’ı hedef alan suikastla doruğa ulaşan 15 Temmuz kalkışmasına kadar yaşanan her olayda ABD’nin izini görmek ve sürmek şaşırtıcı değil. Nihayet Tayyip Erdoğan ve Ak Parti’yi ülkedeki tüm muhalif unsurlarla işbirliği yaparak iktidardan uzaklaştırmak için destek vereceğini açıklayan ABD başkanı Joe Biden.

Yaşananlara bakıldığında son NATO zirvesine Tayyip Erdoğan’ın katılması şüphesiz çeyrek asra yaklaşan aktif siyasi hayatının kazandırdığı olgunluk ve devlet tecrübesinin derinliğiyle izah edilebilir. Bu bakımdan Türkiye son zirvede fazla mı, az mı kazandı; ya da ne aldı ne verdi diye hesap etmek yerine, Ankara’nın siyasetin en üst katında meramını anlatıp haklılığını kabul ettirdiğine odaklanmalıyız.