Gazze kazandı, biz kaybettik

Yahudi’nin başına geldiğini iddia ettiği katliamın bin beterini Filistinli mazlumlar yaşarken hepimiz gündelik hazlarımızın derdine düşmüşüz. Sahiden endişe eden pek az; bu endişeyi amele dönüştürense daha az. Böylesine bir tefessüh, böylesine bir ufunet. Birçoğumuz kendisini “Hamdolsun, ümmet dimdik ayakta ama başımızdaki şu idareciler yok mu? Sefaletimizin esas müsebbibi onlar işte.” diyerek kandırageldi ama Aksa Tufanı bunun zıddını açığa çıkardı: Ümmetin efradıyla müdirleri arasında bir mahiyet farkı yok; belki bir seviye farkı var; o kadar. Al birini, vur ötekine.
Siz hiç cani bir katille maktulün yakınlarının bir masanın etrafına oturup sanki hiçbir şey olmamış gibi güle-oynaya gevezelik ettiğini ve maktul tarafının kâtili candan-gönülden tebrik ve tebcil ettiğini gördünüz mü? Tasavvur veya tahayyül edilemeyecek kadar zırva bir şeye şahitlik ettik geçen ay. Hainler, caniler, katiller, tecavüzcüler ve katliam failleri ile onlara hesap sorması lâzım gelen mağdur yakınlarının Şarmülşeyh’te biraraya geldiklerine şahitlik ettik. Ne kadar utansak az; ne kadar hayıflansak nafile. Aksâ Tufanı’nın akabinde, adı var, kendi yok İslâm Âlemi’nde yüz kızartıcı suçların en şedidinden ağır ihanetlere şahitlik ederken, gördüklerimiz karşısında “Herhâlde zilletimizin en aşağı seviyesine ulaştık; zaten buradan aşağısı Gayya.” diyorduk ki bir de baktık, meğer yüzü kızarmaz Müslüman idareciler yüzlerimizi utançtan kızılın kızılına çevireceklermiş.
Şahsen idrakte aciz kaldığım husus, Trump’ın “Üç bin senedir Ortadoğu’ya barış, ilk defa benim sayemde geliyor” mealindeki efelenmelerine, orada bulunan İslâm Âlemi’nin mümessillerinin sus-pus rıza göstermeleri... Haydi diyelim ki Araplar, Lawrence ve hempalarının kışkırtmaları neticesinde mâzilerini inkâr ettiler. Peki, ama memleket olarak bizi temsil edenlere ne oluyor da lisanı münasiple veya gayrımünasiple “Bi’dakka! Bi’dakka...” demediler; diyemediler.
Anlayan beri gelsin.
Zaten Aksâ Tufanı başlar-başlamaz gördük ki içinde yaşadığımız ve hak bellediğimiz nice şey, ya Batılın ta kendisi yahut da aleni uşağı. Yahut uşakların malzemesi. Dolayısıyla Aksâ Tufanı’nın zuhuratını şöyle kıymetlendirmek pekâlâ mümkün: Bâtıl geldi ve hakkı zail etti. Elbette hakiki mânâsıyla ‘hakk’ı değil de bizim hak bellediklerimizi. Fanilik sınırlarımız içerisinde neyi hak ve bizden bellemişsek, Aksâ Tufanı’nın üzerinden pek az bir vakit geçtikten sonra gördük ki neredeyse hepsi bâtılın emrinde veya hizmetindeymiş. Yahut bütün iktidarları ve olanca kudretleri meğer bâtılın müsaadesine tabiymiş de hiç haberimiz yokmuş.
İhanete uğramışlığın derin ve telafisiz bir sükûtu hayâliyle başbaşayız. Zerre miktar vicdan sahibiysek elbette.
Ümmetin güya mümessillerinin itirazsız kabullendikleri ve imzaladıkları malûm ‘barış anlaşmasını “israil’in çiğneyeceğini zaten herkes bilmekteydi.
İslâm Dünyası’nın dünyadışılığı
Kıyamet alâmetlerinin en berraklarının içinden geçiyoruz: Şark garb oluyor, garb da şark. Hak batıla kalboldu, batılsa hakka. Ne öğrendiysek şüphe edilesi... Hatta en kavi inandıklarımız dahi tek tek gözden geçirilmeyi şart koşuyor. Şüphesiz reddettiklerimiz de yeniden mütalâayı.
Kendisini ‘kavmi necip’ ilân eden ve geri kalan herkesin bu iddiayı gizli veya aleni kabullenen bir kavim, iki buçuk senedir küçücük çocukları sürek avıymış gibi avlamakta, yeri gelince kız-erkek demeden sabilere cem’an tecavüz etmekte; dahası, mütecavizler tecavüzlerini apaçık dillendirmekte ama yer yerinden oynamamakta. Yer yerinden oynamadığı gibi kimsecikler de kalkıp bu insanlara “Ayıp yahu. Bari bu yaptığınızla övünmeyin” dememekte, diyememekte. Ve herkes hâlâ onların necipliklerinden şüphe etmemekte; neredeyse herkes.
En başta da Müslümanlar. En azından fiilen.
Bu kadar süklüm-püklümlüğün arasında insanın kâlben buğz arayası gelmez ki.
Anlamak kabil değil ki anlatmak mümkün olsun.
Bildiğimiz dünyanın sonu
Bilmiyoruz tarihte bu zulmün ve miktarının eşi-benzeri görülmüş müdür ama şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Zulmüyle, gaddarlığıyla, şenaatiyle, denaatiyle bu kadar övünen başka bir kavim çıkmamıştır. Üstelik geçen asırda bu ‘insanımsılar’ Almanlar tarafından katliama tâbi tutulduklarını o kadar çok tekrar ettiler ki, bırakalım öteki insanları, kendileri bile bu yalana inandılar. Heyhat, Müslümanların mühim bir kısmı hâlen daha bu külliyen palavraya inanmaya devam ediyor; bunca olan-bitenden sonra üstelik. yahudileri tenkidin harfi tarifi “Siz ki fırınlarda yakıldınız”la başlıyor.
Bâtıl bunca kuvvet ve kudret devşirmiş diye hak bellenenler kendi küçücük köşeciklerine çekilip orada işlerine-güçlerine bakmaya devam hakkına sahip mi? Belki de tarihte ilk defa Hâbil bunca Kâbilleşmişken, Kâbil Hâbil’e yakınlaşmakta; en azından kısmen. Gel de çık işin içinden.
Âdeta bildiğimiz dünyanın sonu ve bilmediğimiz bir dünyanın eşiği.
Ve bilemeyeceğimiz.
Yeni bir dünya kuruluyor ve ister idareci olsun, isterse tebaa, bu dünya hakkında hiçbir Müslümanın en ufak bir fikri yok. Olsaydı, kendilerini tamamen dışlayan bu yeni dünyada kendilerine hamamböceği mesabesinde bir yer, bir mertebe peşinde koşarlardı. Yegâne dert, bugünün dünden daha keyifli geçmesi.
Biz keyif çatıyoruz, Gazze yangın yeri.
Hâlâ!
Şu lâfta anlaşmaya rağmen.
Yahudi’nin başına geldiğini iddia ettiği katliamın bin beterini Filistinli mazlumlar yaşarken hepimiz gündelik hazlarımızın derdine düşmüşüz. Sahiden endişe eden pek az; bu endişeyi amele dönüştürense daha az. Böylesine bir tefessüh, böylesine bir ufunet. Bunun yegâne istisnası Sumud; onun ekserisi de gâvur bellediklerimiz.
Birçoğumuz kendisini “Hamdolsun, ümmet dimdik ayakta ama başımızdaki şu idareciler yok mu? Sefaletimizin esas müsebbibi onlar işte” diyerek kandırageldi ama Aksâ Tufanı bunun zıddını açığa çıkardı: Ümmetin efradıyla müdirleri arasında bir mahiyet farkı yok; belki bir seviye farkı var; o kadar. Al birini, vur ötekine.
Kalp taşıyan bu sefihliği teraziye vuramıyor ki kıymet hükmü verebilsin! Ömründe bir kerecik olsun kalbinin sesini dinlemiş birisi, Müslümanların müdafiliğini kâfirin üstlenmesini vicdanına nasıl izah edebilir? Siyasi değil, hakiki sebeplerle üstelik. Tarihte hiç kimse bugünkü Müslümanlar kadar sahipsiz kalmadı.

Bir dünya devletine doğru
Kendini necip belleten aslen mel’ûn kavmin devletinin pek yakında yıkılacağı iddia edilmekte ama alâmetler bunun tam zıddına işaret etmede: Geçen asrın son çeyreğinde küçük bir köye dönüştürülen dünyanın her tarafına yayılması hedeflenen büyük bir dünya devletinin kuruluşunun ayak sesleri her yerden yankılanıyor ama biz, tıpkı bir asırdır Filistin mazlumlarının çığlıklarını duymadığımız gibi, yeri-göğü inleten bu inşa seslerine de kulaklarımızı tıkıyoruz; maharetle. Atı alan, bırakalım Üsküdar’ı, Çin Seddi’ni geçmiş ama biz hâlâ üç maymunluktan medet umuyoruz. Öylesine bir gözü bağlanmışlık.
Hülâsa son asırda kendimize dair ne bellemişsek, neye inanmış ve kime güvenmişsek istisnasız hepsi telmaşa. Üçkâğıtçıların işportası bile bizim İslâmî müesseselerimizden, vakıflarımızdan ve cemaatlerimizden daha sağlammış; gördük. En zekilerimizin dahi inanayazdığı şu ‘İslâmî terör örgütü’ yaftaları bile palavraymış. Tıpkı siyasi liderlerimiz, cemaat imamlarımız ve kanaat önderlerimiz gibi. İstisnasız hepsi, Gazze’de Merkava’ya taş atan küçücük bir çocuk kadar olsun ümmete hayrı dokunmayan, kâğıttan kaplan figüranlar.
Hepsi yahudinin kölesi, her biri onların emrinde. Bütün bu olup-bitense dünya çapında yekpare bir yahudi devleti teşekkülünün ayak sesleri. En esaslı hadimleri ise Müslüman ahali ve başlarındakiler.
Gazzeliler ise hem bu dünyayı kazandı, hem de ahireti. Peki, ya üç milyara dayanmasıyla övündüğümüz koskoca İslâm Dünyası? Niçin sesleri ya hiç çıkmıyor veya bu kadar cılız? Bir avuç yahudi yalanlarıyla, hileleriyle, palavralarıyla ve dümenleriyle yeri-göğü inletirken Müslümanlar niye bu kadar uyuşuk? Nasıl bir gaflettir bu?”
Bu suale hayâsız bir cevap verebilmek kâbil mi?