İncinmemek mi, incitmemek mi?

Aslına bakarsanız tarih boyunca gördüğümüz farklı meşrep ve mezhepteki, çeşit çeşit inançtaki bütün ahlâk öğretileri, insanın yekdiğerini incitmemesi gayesi üzerine kurulu. Bir tek bizimkisi, incinmemeyi öne almakta. O yüzden böylesine aziz. Çünkü ancak Rabbimizi incitmemeyi öncelediğimizde kalbimizi katılaştırmadan incinmemeyi öğrenebiliriz. Yoksa hâlimiz fena.
Aslına bakarsanız tarih boyunca gördüğümüz farklı meşrep ve mezhepteki, çeşit çeşit inançtaki bütün ahlâk öğretileri, insanın yekdiğerini incitmemesi gayesi üzerine kurulu. Bir tek bizimkisi, incinmemeyi öne almakta. O yüzden böylesine aziz. Çünkü ancak Rabbimizi incitmemeyi öncelediğimizde kalbimizi katılaştırmadan incinmemeyi öğrenebiliriz. Yoksa hâlimiz fena.

“İncinmemek mi, incitmemek mi?” Hangisi daha mühim? Kadim bir mesele. Ve ahlâk anlayışımızı resmeden harika bir remz. Hem kendimizi kabul bakımından, hem de çevremizi idrak açısından. Bu soru “İnsan muhatabıyla iletişimde hangi düsturu benimsemeli?”nin klâsik anlayıştaki bir çeşidi türünden anlaşılmakta pekçoklarınca. Ve o yüzden de çağdaş zihnin soruya cevabı ilk ânda hemen “Tabii ki incitmemek”e meylediyor. Doğrusunu söylemek gerekirse bir vesileyle bu soruyu kime sormuşsam, bir-iki istisna dışında herkesten aynı cevabı aldım: İncitmemek. Acaba incitmemek insanımız tarafından niçin böyle önceleniyor? Ve doğru cevap ne?

‘İncinmemek mi, incitmemek mi?’ Hangisi daha mühim?

Pek çok kişi bu soruyu ilk defa Murat Pay’ın Dilsiz adlı ilk uzun metrajlı filminde duydu. O da izlemişse. Kadim bir mesele bu hâlbuki. Ve ahlâk anlayışımızı resmeden harika bir remz. Hem kendimizi kabul bakımından, hem de çevremizi idrak açısından. Ne ki biz, bize dair ne kadar köklü, esaslı ve sahici şey varsa hepsini zihnimizden kazıdık. Tam yüz senedir de kazımaya devam ediyoruz. Zihnimizden, ruhumuzdan, kalbimizden. Yaşantımızdan yani. Hâlbuki ne mühim bir mesele bu.

 “İnsan muhatabıyla iletişimde hangi düsturu benimsemeli?”nin klâsik anlayıştaki bir çeşidi türünden anlaşılmakta pek çoklarınca.
“İnsan muhatabıyla iletişimde hangi düsturu benimsemeli?”nin klâsik anlayıştaki bir çeşidi türünden anlaşılmakta pek çoklarınca.

Öte yandan bu soru “İnsan muhatabıyla iletişimde hangi düsturu benimsemeli?”nin klâsik anlayıştaki bir çeşidi türünden anlaşılmakta pek çoklarınca. Ve o yüzden de çağdaş zihnin soruya cevabı ilk ânda hemen “Tabii ki incitmemek”e meylediyor. Doğrusunu söylemek gerekirse bir vesileyle bu soruyu kime sormuşsam, bir-iki istisna dışında herkesten aynı cevabı aldım: İncitmemek.

Acaba incitmemek insanımız tarafından niçin böyle önceleniyor? Sahiden de böyle mi peki? Biz sahiden de başkalarını incitmemeye âzamî gayret eden fertlerden müteşekkil bir cemiyet hâline geldik de benim mi haberim yok bu devasa ilerlemeden?

İncitmemekteki bit yeniği

Tabii ki incitmemek mühim. Ama gene de ben gizliden gizliye ağız birliği edilmişçesine ve tereddütsüzce verilen bu cevapta bir bit yeniği sezinledim. Öyle ya, bu kadar mühim bir mesele, böylesine esaslı bir şekilde, üstelik bir sual kılığında mütearifeleştirildiğinde dahi kâhir ekseriyet şıppadanak aynı cevabı veriyorsa gel de ikirciklenme

Tabii ki incitmemek mühim. Ama gene de ben gizliden gizliye ağız birliği edilmişçesine ve tereddütsüzce verilen bu cevapta bir bit yeniği sezinledim.
Tabii ki incitmemek mühim. Ama gene de ben gizliden gizliye ağız birliği edilmişçesine ve tereddütsüzce verilen bu cevapta bir bit yeniği sezinledim.

Hepimizin malûmu, mükemmel insan bulunamayacağı gibi mükemmel cemiyet de gösterilemez. Ne el-ân, ne mazide, ne de atide. Buna rağmen insanların pek çoğu ve cemiyetlerin bazıları derinliklerinde kendilerine dair bir mükemmellik kabulüyle yaşar. Hatta milliyetçilik hissiyatının, -Burası mühim, hissiyatının; fikriyatının değil.- özünün liflerinde de bu kabulün cansuyu dolaşır. Öyleyse bu çetin ceviz suali, insanımız ne diye böylesine mükemmelen tek tornadan çıkmışçasına aynı tarzda cevaplamakta?

Kanaatime göre insanımızın, şikeyi akıllara getirecek azami bir farkla incitmemeyi tercih etmesi, muhatabına alttan alta, bir yandan derin bir “Beni incitme” talebini barındırmakta, öbür yandan da “Ben seni incitmeyeceğim. Zaten ben hiç kimseyi incitmiyorum ki” iddiasını fısıldamakta. Kabulünü hatta. Asıl mühim ihtar: “İncitici sensin; ben değil.” Buradaki ‘sen’i yeri geldiğinde ‘siz’e genişletmek icap ettiğine işarete hacet yok zannederim.

Demek ki, insanımıza göre incitmek, başkalarının hatası; kendilerinin değil. Onların beheri incinseler de incitmeyen yüce yaradılışta varlıklar.

Ne acı bir kendini kandırmaca.

Kalbi kırık çocuk

Öte yandan hepimiz bilmekteyiz ki yaşayan herkesin bir şekilde kalbi kırılır. Ekseri pek erken yaşta. Hatta diyebiliriz ki insan mürâiliği, bu erken yaşlarda ve minvalde talime başlar. İncindiğinde, kalbi kırıldığında etrafındakilerin onu daha bir incitmeye çabaladıklarını farkeder. Merhametle geri çekilmek yerine kalbini daha çok kırmaya gayret ettiklerini görür. Bir şey yapmak, bu gidişe bir “Dur!” demek zorundadır.

Kalbi kırılan bir çocuğun elinin altındaki en yakın müdafaa tertibi, incindiğini örtmek, kalbinin kırılmadığını etrafındakilerin gözüne sokmak. İncinmiyormuş gibi yapmak.

Kalbi kırılan bir çocuğun elinin altındaki en yakın müdafaa tertibi, incindiğini örtmek, kalbinin kırılmadığını etrafındakilerin gözüne sokmak. İncinmiyormuş gibi yapmak.
Kalbi kırılan bir çocuğun elinin altındaki en yakın müdafaa tertibi, incindiğini örtmek, kalbinin kırılmadığını etrafındakilerin gözüne sokmak. İncinmiyormuş gibi yapmak.

İyi ama insan incindiği hâlde incinmiyormuş gibi yapa yapa zamanla incinmemeyi talim etmiş sayılmaz mı? İşte bu incinmeme gayreti, yanıbaşında son derece tehlikeli bir nefs hilesini de barındırabilir.

Öte yandan kırık kalbini hileye müracaat etmeden tamire yeltenen herkes bilir ki kalp, tamiri gayrı kabil bir hasseler yumağı. Öylesine korunası.

Şimdi meseleyi zihnimizde canlandırabilmek için insanın hissiyatını son derece hassas bir çekirdeğe benzetelim; incecik bir zarla harelenmiş bir çiğ yumurtaya hatta. Kabuksuz bu yumurta, bu his çekirdeği, dışarıdan gelen birçok etkiye açıktır. Hatta bu etkileri adeta kendisine çeker; vazifesini yerine getiren bir paratoner gibi.

Her türlü uyarana açık ve dahası her türlü uyaranı bir saldırı varsaymaya hazır bu his çekirdeğinin, kabuğunun içinde durduğu gibi etkilenmeksizin orta yerde durması mümkün mü? İllâ ki hem dış şartlardan, hem de dışarıdan gelen her türlü uyarandan etkileneceği aşikâr.

Mayiliğinden mümkün mertebe uzaklaşıp becerebildiğince katılaşması handiyse bir mecburiyet değil mi? Katılaşmalı ki dışarıdan gelen saldırılara karşı kendisini daha iyi koruyabilsin.
Mayiliğinden mümkün mertebe uzaklaşıp becerebildiğince katılaşması handiyse bir mecburiyet değil mi? Katılaşmalı ki dışarıdan gelen saldırılara karşı kendisini daha iyi koruyabilsin.

Bir yumurtaya benzettiğimiz his çekirdeğinin, dışarıdan gelen her türlü uyaranı bir nevi tehdit idraki, zamanla kaçınılmaz bir tarzda çekirdeğin kendisini muhafazasını beraberinde getirmeyecek mi?

Allem edip kallem edip dağılıp paramparça olmaktan kurtulması ve kendisini muhafazaya alması icap etmekte. İyi ama nasıl?

Mayiliğinden mümkün mertebe uzaklaşıp becerebildiğince katılaşması handiyse bir mecburiyet değil mi? Katılaşmalı ki dışarıdan gelen saldırılara karşı kendisini daha iyi koruyabilsin. Eriyip parçalanmasın. Yumurtalığını muhafaza edebilsin ki çekirdek de hayatta kalabilsin.

Katılaşmalı, bir miktar pişmeli yani.

Katılaşan her şey buharlaşır

Burada pişmenin katılaşmak neticesini doğurduğu şüphe götürmez. Sahiden de ‘pişkin’ diye tavsif ettiklerimiz, işte bu his çekirdeğini harici müessirlerden muhafaza etme gayesiyle içlerindeki harı alevlendirmenin usûlüne vâkıf kimseler. İçlerindeki ateşi körükledikçe, bekledikleri gibi kabuksuz yumurta hassasiyetindeki his çekirdekleri çok geçmeden katılaşmakta ve nihayetinde çelikleşmekte.

  • Pişkinlerin bâtınına bakabilseydik orada katılaşa katılaşa meşine dönüşmüş bir kalp ile tunçlaşmış bir his çekirdeğinden başka bir tek hazım nizamı görebilecektik. Ve ifrağ.

Hâlbuki insan yücelerden aşağılara indirilmiş bir varlık. Gel de bu indirilmeden incinme. Demek istediğim, bu dünyadaki yaşantımızın kendisi zaten büyük bir incinme vesilesi. Dünyadaki onca çetin şartlara mahkûm hayat mücadelesine; tabiat şartlarına, muhit zorluklarına ve içtimai mecburiyetlere incinmeden tahammül ne mümkün?

  • İncinmemek gayesiyle kaskatı kesilmeden ve başkalarını da incitmeden incinmemeyi başarmak mümkün mü? Hem de nasıl! Bu nevi incinmemek, insanın Rabb’ini incitebileceğini hesaba katmasıyla ancak kabil.

Aslına bakarsanız tarih boyunca gördüğümüz farklı meşrep ve mezhepteki, çeşit çeşit inançtaki bütün ahlâk öğretileri, insanın yekdiğerini incitmemesi gayesi üzerine kurulu. Bir tek bizimkisi, incinmemeyi öne almakta. O yüzden böylesine aziz. Çünkü ancak Rabbimizi incitmemeyi öncelediğimizde kalbimizi katılaştırmadan incinmemeyi öğrenebiliriz. Yoksa hâlimiz fena.

Tunç bir kalple incinmemeyi başarmayı marifet mi kabul edeceğiz yoksa?