Politik sinema ve sinema ideolojisi

‘Kameranın konulduğu yer ideolojiktir’
‘Kameranın konulduğu yer ideolojiktir’

Ülkemizde yıllardır var olan göçmen meselemiz üzerine dikkate değer tek bir iş yapılmazken, Avrupa sineması her yıl onlarca “göç ve göçmen” temalı filmle tarihi kendilerine göre yazmaya devam ediyor. Peki, bizler 2000’lerin görsel beyinlerine, moda tabirle Z kuşağına yarın üzerinde düşünecekleri neler bırakıyoruz?

Mike Wayne, Politik Film, Üçüncü Sinemanın Diyalektiği
Mike Wayne, Politik Film, Üçüncü Sinemanın Diyalektiği

‘Kameranın konulduğu yer ideolojiktir’ sözü bir kesime her ne kadar klişe gelse de sinema ya da televizyon ürünlerini tüketenler tarafından tam olarak kavranmış değil. Ne yazık ki, sıradan seyirci, ekranda gördüklerinin tamamen tarafsız bir bakış açısıyla sunulduğuna dair bir inanç taşır. Mike Wayne’nin Politik Film, Üçüncü Sinemanın Diyalektiği kitabındaki “Tüm filmler politiktir, ancak her film aynı tarzda politik değildir” şeklindeki kabul görmüş tanımı üzerine bir kez daha söylenebilir ki, seyrettiğimiz her şey politiktir. Hatta şaşırtıcı gelebilir ama dünya üzerindeki en politik sinemalardan biri de Yeşilçam sinemasıdır.

Sinema İdeolojisi

  • Sinema hâli hazırda üç kategoride ele alınan bir sanat dalıdır denilebilir. Bu kategorilerden ilkini:
  • * ana akım sinema
  • * ikincisini, yönetmen, auteur, sanat sineması
  • * üçüncüsünü ise politik sinema olarak sıralayabiliriz.

Haremde Dört Kadın
Haremde Dört Kadın

Politik sinemanın alt yapısı esasında ikinci paylaşım savaşı sonrası oluşturulmuştur. Marksizm ise politik sinemanın temel teorisi olmuştur. Marksizm’in üçüncü sinemaya olan etkisi Türkiye’de Yeşilçam sinemasında çok net görülmektedir. 27 Mayıs darbesinden sonra başlayan toplum hedefli ‘gerçekçi sinema hareketi’ diyebileceğimiz, kendi dönemi için neokemalist yönetmenler tarafından çekilen filmlerle, politik sinema olgusu Yeşilçam'da boy göstermiştir.

1960-1965 yılları arasında bu hareketin ilk temsilcilerinin çektiği “Haremde Dört Kadın” ve “Karanlıkta Uyananlar” gibi toplumun gerçekliğiyle asla örtüşmeyen yapımlar, halkın teveccühünü kazanamadığı için başarısız olmuşlardır.

Solun Sinemaya Hapsolan Yolculuğu

Vedat Türkali
Vedat Türkali

Vedat Türkali “Türkiye’de 27 Mayıs'la getirilmek istenen şeyleri halk, 14 Ekim 1973’de benimseyecektir” der. Türkali’nin ifadesinde de yer aldığı üzere halk 1960-1965 yılları arasında sosyalist soslu batı ideolojisinin tahakkümüne sinemada paye vermemiştir. 1973 seçimlerinden sonra CHP’nin seçimlerden birinci parti olarak çıkıp meclisteki sandalye sayısını arttırmasıyla birlikte 12 Eylül darbesine kadar sürecek Marksist bir politik sinema akımı oluşmuştur.

Cumhuriyet rejimiyle birlikte, kapitalist hayat biçimine alıştırılmaya çalışılan halkı sinema aracılığıyla sosyalist doğruculuğa inandırmaya çalışmak esasında bir çelişki.

Fakat batı kaynaklı bu “izm”lerin tahakkümü, yüksek şuur ve maneviyat sahibi bir toplumun aklını çelme ve dejenere etme operasyonunun ürünüdür.

İdris Küçükömer’in yetmişli yıllarda yaptığı “Türkiye’de sol sağdır, sağda soldur” tespiti olayların anlaşılması noktasında da bizlere yardımcı olmaktadır. Devlet eliyle toprağından, maneviyatından, geçmişinden hülasa tüm değerlerinden koparılıp Batı modeli tüketmeye ve sömürmeye yönlendirilen halka bir takım burjuva sınıfı sanatçının gayri millî sinema sunması ne sinemamızı ne de toplumun değer yargılarını kalıcı olarak değiştirmeye yetmemiştir.

Bunun sağlamasını seçim sonuçlarıyla yapmak mümkündür. Ülkemiz siyasi tarihinde kendini solda tanımlayan partilerin seçim sonuçlarına bakarsak ancak beş askeri darbenin ardından yapılan seçimlerde bu partilerin sandıktan birinci çıkabildiğini görürüz.

Tahakkümler Altında Türkiye Sineması

Seksen darbesinden sonra çekilen en bayağı filmlerde bile Türk ve Yeşilçam sineması ideolojik takıntılarla film yapmaya devam etmiştir. Burjuva sınıfının evinde soyut tablolar ve heykeller varken, fakir ve düşkün halkın evinde hat levhaları yer alır. Zengin aile kızı piyano çalar, partilere gider Avrupalıdan daha Avrupalı görünür, fakir aile kızı yarım da olsa eşarbını takar, mutlaka vasıfsız bir işte çalışır. Tam da bu noktada hâlâ varlığını sürdüren klişelerin gerçek hayattaki kaynağına dair bir anekdot paylaşmakta yarar var.

Misyoner Okullarında Şekillendirilen Algılar

Karanlıkta Uyananlar
Karanlıkta Uyananlar

1928’de ortaya çıkan meşhur Bursa Amerikan Koleji hâdisesi kendi döneminde bir tartışma mevzusu olmakla birlikte sinemamızda da bahsi geçen zengin aile kızı klişesinin zemini olmuştur. İstanbul'dan, Selanik'ten, İzmir'den genellikle üst düzey bürokrat kızlarının gittiği Bursa Amerikan Kolejinin, yirmi sekizli yıllarda öğrencilerini vaftiz ettiği ortaya çıkmıştır.

Tevhid-i Tedrisat Kanunu gereği İslâmî ilimlerin laik eğitim sisteminde yeri olmayacağı prensibine sıkı sıkıya bağlı olan dönemin Millî Eğitim Bakanlığı, bu okullarla asla çatışmamıştır. Bu konuyla alakalı Dr. Ahmet Uçar'ın “1928'de Hristiyanlaştırılan Kızlar” adlı eserine bakılabilir. Dolayısıyla bu okullarda yetişen Cumhuriyet döneminin ilk okuryazar kızlarının Batı tarzı yaşama biçimleri, Yeşilçam'ın 'zengin aile kızı' imajı olmuştur. Piyano çalan, partilere giden, misyoner okullarında okuyan varlıklı aile kızı prototipi ana akım sinema ve televizyonlarda hala kullanılmaktır.

Apolitik Sinema Sorunu

1928'de Hıristiyanlaştırılan Kızlar
1928'de Hıristiyanlaştırılan Kızlar

12 Eylül darbesinden sonra gayriahlâkî filmler furyasıyla birlikte sesini sözünü yitirerek zayıflayan Türkiye sineması, günümüze geldiğimizde ana akım ve sanat sineması olarak iki kategoride varlığını sürdürüyor. Pek çok nedene bağlı olarak toplumun değişen değer yargıları sinemada da etkisini göstermiş; Müslümanıyla, solcusuyla topyekûn sekülerleşen bir içerik oluşmuştur. Buna bağlı olarak üçüncü, yani politik sinemanın varlığından söz etmek neredeyse imkânsız hâle gelmiştir. Politik sinemanın serencamı üzerine daha geniş bir değerlendirme gerekse de hâli hazırdaki sinemamız bir an önce bu iki kutup sınırını aşmalıdır.

Estetik endişenin egemenliğinde, yeni bir şey söylemeden, suya sabuna dokunmadan bir sinema diline saplanıp kalmak yaşadığımız dönemi ıskalamaktır. En basitinden, ülkemizde yıllardır var olan göçmen meselemiz üzerine dikkate değer tek bir iş yapılmazken, Avrupa sineması her yıl onlarca “göç ve göçmen” temalı filmle tarihi kendilerine göre yazmaya devam ediyor. Geçmişe eleştirilerimizi en üst perdeden yapmaya devam etsek de bugünün düşünen insanına sorgulayacak, konuşacak, harekete geçirecek işler bırakmış olmaları bile tek başına yeterlidir. Peki, bizler 2000’lerin görsel beyinlerine, moda tabirle Z kuşağına yarın üzerinde düşünecekleri neler bırakıyoruz?