‘Suriyeliler gitsin’ciler Barış Pınarı’na da karşı

Göç sürecinde özellikle birinci nesilde sosyal ve kültürel çatışmalar yoğun olarak yaşanıyor.
Göç sürecinde özellikle birinci nesilde sosyal ve kültürel çatışmalar yoğun olarak yaşanıyor.

Geçtiğimiz günlerde 9 yaşındaki Suriyeli Vail el Suud isimli bir çocuğun intiharı ve Mersin’de Ürdünlü bir çocuğun dövülmesi, mültecilik ve göç konusunu daha ciddi tartışmamız gerektiğini ortaya koydu. Göç ve mültecilik konusuyla ilgili çalışmaları bulunan uzmanlar, göçmen meselesindeki olumsuzlukların tüm dünyada öncelikle ‘geçicilik’ kavramı üzerinden yürüdüğü için sorunlara sebep olduğunu söylüyor.

Çağlar boyunca göç almış bir memlekettir Anadolu. Dahası çoğumuzun Anadolu’ya gelişte ayrı bir göç hikayesi var. Son yıllarda ise savaştan kaçarak ülkemize sığınmak zorunda kalan Suriyelilerle ilgili yeni bir imtihan veriyoruz. Bu öyle bir imtihan ki, an geliyor, nerden gelip nereye gittiğimizi bile unutabiliyoruz. Oysa hepimiz göçmeniz, öncelikle bu dünyanın göçmeni... Mülk Allah’ın olduğuna göre, “ev sahibi kim, misafir kime denir” sorularının bir kez daha gözden geçirilmesi gereken sorular arasına dâhil olması gerekiyor.

Geçtiğimiz günlerde 9 yaşındaki Suriyeli Vail el Suud isimli bir çocuğun intiharı ve Mersin’de Ürdünlü bir çocuğun dövülmesi, tüm vicdan sahiplerinin yüreklerini yaktı. Her şartta mâsum olduğuna inandığımız çocukların incitilmesi, hatta ölümü göze alacak kadar gururlarının kırılmasının hiçbir bahanesi olamaz. Daha önce de Türkiye kamuoyunun tasvip etmediği Suriyelileri hedef alan fiziki şiddet hâdiseleri yaşanmıştı. Ancak bu son iki gelişme artık bu konuyu daha ciddi tartışmamız gerektiğini ortaya koyuyor. Vail’in ölümüne yol açan mâruz kaldığı ayrımcılık çok acıklı. Kaldı ki buna mâruz kalan tek kişi Vail değil. Buna yol açan nedenlerden biri faşizan duyguları öne çıkan birtakım siyasilerin söylemleri, diğeri ise kendisi de bir göçmen olduğu halde mâzisini unutup, Suriyeli kardeşlerimize yönelik ırkçı tepkiler gösteren kesimlerin davranışları. Hiçbir gerekçe bu aziz millete sığınmış bir mazluma kötü muamele yapmayı gerektirmez. Yapanlar ise mültecilere değil, bu memlekete düşmanlık ettiğini bilmek zorunda.

EN BÜYÜK EKSIKLIK OSMANLI RUHU

Kimse bu sürecin kolay olduğunu söylemiyor. Ama aradan geçen 8 yılın sonunda göç meselesinde bazı şeylerin yerine oturması gerekiyordu. Geçici gözüyle bakılan muhacirlerin çoğunun artık kalıcı olduğu, ülkelerinde savaş bitse bile dönmek için yılların gerekeceği önemli bir gerçek. Din ve kültür olarak birçok ortak noktamız olan Suriyeliler ile entegrasyon meselesi tam da bu geçicilik vurgusu ve beklentisi yüzünden oturamadı.

Göç ve mültecilik konusuyla ilgili çalışmaları bulunan uzmanlar, göçmen meselesindeki olumsuzlukların tüm dünyada öncelikle ‘geçicilik’ kavramı üzerinden yürüdüğü için sorunlara sebep olduğunu söylüyor. Fakat araştırmalar gösteriyor ki, düzenli veya düzensiz mültecilerin çoğunluğu kalıcı oluyor. Öte yandan ekonomik sorunlar ortaya çıktığında oklar birden göçmenlere çevrilip günah keçisi ilan edilmelerine neden oluyor. İşte tam da bu sırada mâzisini unutup ayrımcılık ve ırkçılık hastalığına yakalananların yıkıcı söylemleri devreye giriyor.

Öte yandan geçen hafta sınırlarımızdaki güvenliği sağlamak ve güvenli bölge koridoru oluşturmuk için PKK / YPG / PYD’li teröristlere karşı başlatılan Barış Pınarı Harekâtı, ülkesine dönmek isteyen Suriyelilere güvenli bir alan açmaya da yarayacak. Gel gelelim bugüne kadar Suriyeliler üzerinden prim yapmaya çalışan, ayrımcı dil kullanarak Suriyelilerin geri gönderilmesi gerektiğini savunanlar bu harekâta da karşılar. Ne yaptığı ve hangi amaca hizmet ettiği anlaşılmayan bu kesimin amacının üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek olduğu ayan beyan ortada.

MÜLTECILER TURIST VEYA MISAFIR DEĞIL, TOPLUMUN PARÇASI

Suriyelilerin yüzbinlerce insanı katleden bir diktatörün zulmünden kaçarak hayatta kalabilmek için ülkemize sığındıklarını söyleyen Prof. Dr. Yusuf Adıgüzel, savaş uzadıkça misafirliğin sığınmaya, sığınmacılığın göçmenliğe doğru evrildiğini belirtiyor. Ve artık gönülden istemesek de savaş bir gün bittiğinde dahi Suriyeli dostlarımızla birlikte yaşayacağımız gerçeğini vurgulayarak şu ifadeleri kullanıyor:

“Göç konusu, üzerinde tanım olarak dahi uzlaşmakta güçlük çektiğimiz bir vâkıa. Göçmenlik, mültecilik, sığınmacılık, uyum, entegrasyon, adaptasyon, asimilasyon gibi göç ile ilgili kavramları, sadece günlük hayatta değil, akademik dilde dahi çoğunlukla birbirine karıştırıyor veya kafamıza göre yorumluyoruz. Uyum, göç meselesinin ve tartışmalarının merkezine oturuyor. Birbirine kültürel olarak uzak olduğu düşünülen iki toplum birlikte yaşamaya başladığında, hayat tarzından kaynaklanan sosyal çatışmaların yaşanması da kaçınılmaz oluyor.

AVRUPA’YA BENZEMEK ÇOK KÖTÜ

Bu çatışmaların hem göçmenler, hem de göç kabul eden toplumlar için kendilerince haklı gerekçeleri var. Göçmenler kendi kültürlerini kaybetmek istemezken, ev sahibi toplum da kendi kültürünü tehdit altında görüyor. Hatta ekonomik, demografik, güvenlik gibi farklı tehditler de algılıyor. Avrupalılar Müslümanları ve özellikle Türkleri ‘kültürel uzaklık’ bahanesiyle ‘entegre olmaları imkânsız’ bir toplum olarak görürken, Türkiye kamuoyunun önemli bir kesimi de Suriyelileri aynı şekilde kabul ediyor.

Göç sürecinde özellikle birinci nesilde sosyal ve kültürel çatışmalar yoğun olarak yaşanıyor. İkinci nesil ise göç edilen ülkede doğduğu/yetiştiği için, ev sahibi toplumla daha kolay kaynaşıyor. Göçmenlerin ‘misafir değil kalıcı’ olduğunun hem göçmenler, hem ev sahibi toplum, hem de devlet tarafından kabul edilmesiyle birlikte huzur içinde yaşamanın kodlarının çözülmesi (aranması) yönünde adımlar atılmaya başlanacaktır. Türkiye kamuoyu Suriyeliler ‘misafir’ iken hoşgörü eşiğini çok yukarda tutarken, ‘göçmen/kalıcı’ olmaya başlamalarıyla bazı huzursuzluklar da meydana gelmeye başladı. Suriyelilerin Türklere ve Türk kültürüne uzak olduklarını ve gündelik hayattaki uyumsuzlukları yanında, Türkiye’nin kendi (ekonomik krizler, kayıtdışı ekonomi gibi) konjonktürel ve yapısal sorunları da tepkileri artırıyor. Geliri ve yaşam kalitesi düşen kişiler ilk günah keçisi olarak Suriyelileri görüyor.”

SOKAKTAKI HER ARAP SURIYELI DEĞIL

Bütün bunların yanı sıra göz ardı ettiğimiz diğer bir konunun da Türkiye’ye çok fazla turistin geldiği meselesi. Adıgüzel, 2018 yılında 45 milyon civarında turist ağırlayan Türkiye’nin, aynı zamanda dünyanın en fazla ‘mülteci’ barındıran ülkesi olduğunun altını çiziyor. “Asya, Ortadoğu ve Afrika’dan güvenlik veya ekonomik nedenlerle milyonlarca kişinin yöneldiği yeni bir Türkiye var. Yani sokakta gördüğümüz her yabancı, her Arap Suriyeli değil. Nüfusumuz ikamet, uluslararası koruma, düzensiz göçmen, geçici koruma gibi farklı statülerde Türkiye’de kalan 6 milyona yakın yabancı ile birlikte 90 milyona yaklaşmış durumda.

Türkiye’deki yabancı nüfusun yüzde 60-65’ini Suriyeliler oluştururken, doğal olarak göçmenlere karşı olumsuz tutum ve algı da bu kitle üzerinden oluşuyor. Suriyeliler hakkındaki bu olumsuz algıyı besleyen, çoğunlukla medya ve siyasilerin söylemleri oluyor. Medyanın kullandığı ötekileştirici dil, siyasilerin ırkçılığa varan popülist açıklamaları, başta Suriyeliler olmak üzere farklı olan herkesi dışlayarak uyum sürecine çok büyük zarar veriyor. Şunu unutmamalıyız, artık Suriyeliler bu ülkenin bir parçasıdır. Türkiye’nin geleceğini Suriye’den ve Suriyelilerden ayrı düşünemeyiz.

Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyini terörden arındırma çabası, Türkiye kadar, Suriye halkı için de büyük öneme hâiz. Daha önce Çanakkale’de omuz omuza savaştıkları gibi, Zeytindalı, Fırat Kalkanı ve Barış Pınarı Harekâtı’nda da Suriyeliler Türklerle birlikte cephedeler. Son olarak şunu da unutmayalım ki, hayat hakkı en temel insanlık hakkıdır ve mültecilik bir tercih değil, zorunluluktur.”

DEVLETIN HARCAMASINI DILE GETIRIP DURMASI YANLIŞ

Türk devletinin Suriyelilere başından beri açık kapı politikası uygulayarak vicdanî ve insanî olarak en doğrusunu yaptığını söyleyen Gazeteci Sümeyye Ertekin, kapımızın önünde yaşanan bu drama kör, sağır ve dilsiz kalamayacağımızı dile getiriyor. “Kısa zamanda ne kadar büyük bir kitlenin göç ettiği düşünülürse genel olarak iyi bir imtihan verdiğimizi söyleyebilirim. Zira Suriyeliler ilk geldikleri zamanlarda Türk komşuları evlerindeki eşyaları paylaşarak ev kurmalarına yardım etti.

Ancak son zamanlarda ekonomik kriz, işsizlik ve artan milliyetçilik duygusu, maalesef dünyanın her yerinde olduğu gibi okların göçmenlere çevrilmesine yol açtı. Devlet, evet büyük bir iyilik yaptı ancak sık sık göçmenlere harcanan miktarın dile getirilmesi ekonomik krizin de etkisiyle tepkilere yol açtı. Ayrıca göçmenlere yönelik bir iskân politikasının olmaması, belirli yerlerde yoğunlaşmaları, gettoların oluşmasına yol açtı. Kimi yerlerde yerel halktan ‘fazla görünmeleri’ de halkın tepkilerine neden oldu.

Bir an önce entegrasyon politikalarının uygulanması gerektiğini düşünüyorum. Bu politika sadece Suriyelilere değil, yerli Türk halkına da uygulanmalı. Zira entegrasyon çift taraflı işleyen bir süreçtir. Bu konuda devlet temel görevlerini yerine getirdikten sonra, STK’lar, uluslararası toplum gibi birçok paydaş ile birlikte halkın bilinçlenmesi için okullardaki eğitimden günümüz yaygın iletişim araçlarına kadar birçok araç kullanılabilir.”

AYRIMCILIK BIR SARMAL OLARAK BÜYÜYOR

Savaş görmüş çocuklar ya da çok erken yaşta gelmiş, savaş görmemiş olsa bile savaş hikâyeleri ile büyümüş, anne babası travmatik olan çocukların ister istemez bu durumdan etkilendiğini belirten Ertekin, bütün çocuklar gibi onların da önce sevgi ve saygıya ihtiyacı olduğunu söylüyor. “Sokakta oynadıkları ya da okuldaki arkadaşlarından gördükleri ayrımcılık, hakarete varan tanımlamalar ve şiddet, onların sadece bugünkü durumunu değil geleceğini de etkilemekte ve hayatlarında kalıcı izler bırakmakta.

Benim gördüğüm, konuştuğum birçok çocuğun tek istediği güvenli bir gelecek ve huzurlu bir hayat. Tam da olması gerektiği gibi. Aile ekonomik sıkıntılar ve yeni bir ülkeye adaptasyon sıkıntısı çekerken maalesef çoğu zaman çocukları ile yeterince ilgilenemiyor. Kimi çocuklar aile bütçesine katkıda bulunmak için çalışma hayatına atılıyor. Onların işi çalışmak değil okumak. Bu yüzden çocukların öncelikle eğitim sistemine katılmaları ve okulda devamlılıklarının sağlanması için politikalar üretilmeli.

MEB, pictes projesi ile bu konuda adımlar atıyor. Ancak hâlâ 400 bin kadar çocuk okullaşamadı. Okula giden çocukların bir kısmı ise gördükleri ayrımcılıktan dolayı okuldan soğuyor, kimi okulu terk ediyor. Bu konuda idarecilere ve öğretmenlere büyük görev düşüyor. Ancak onların bile bir kısmı o kadar ön yargılı ki, göçmen çocuklara bunu yansıtmaları yerli çocuklara da cesaret veriyor. Ayrımcılık bir sarmal olarak büyüyor. Yerli halk olarak ailelere, idareci ve öğretmenlere eğitimler verilerek entegrasyonun bir parçası olmaları sağlanmalı. Aksi takdirde önümüzdeki yıllarda göçmenlerin yaşadıkları ayrımcılığın olumsuz sonuçları önümüze çıkacak. Bunun sorumluluğu toplum olarak hepimizin üzerinde.”

AYRIMCILIK, YAPANIN YANINDA KÂR KALABILIYOR

Göçmenlerle ilgili araştırmaları bulunan Dr. Öğrt. Üyesi Faik Tanrıkulu, Batıdaki ayrımcılığın bizden daha fazla olduğunu, ancak bizde ayrımcılık uygulandığında ayrımcılıkla ilgili mekanizmaların zayıf olduğunu söylüyor: “Bazı insanlar, mültecilerden siyasi rant elde etmek istiyor. Bu da işin sürecini uzattığı gibi, toplum nezdinde de tehlike oluşturuyor. Devletin buradaki eksiği, ayrımcılıkla ilgili mekanizmalarının güçlü olmaması. Batıda ayrımcılık bize göre daha fazla olsa da, ayrımcılığa karşı duran bir mekanizma var. Bir göçmen ayrımcılığa uğradığı vakit, ayrımcılık kurumu onu ücretsiz takip ediyor ve ayrımcılığı yapanın ceza almasını sağlıyor. Okullarda ayrımcılık kurumu var. Türkiye’de bu tür mekanizmalar şu an zayıf olduğu için ayrımcılık, yapanın yanında kâr kalabiliyor.

Mültecilere yönelik nefret söylemleri ve ayrımcılık olayları sadece Türkiye’de yaşayan Suriyelilerle ilgili değil. Almanya’daki Türkiye vatandaşları için de benzer söylemler var. Almanya’yla Türk toplumu arasında ciddi farklar varken, Türkiye ile Suriye toplumu arasında hem kültürel, hem dini olarak çok ortak nokta var. Dolayısıyla bu nüfusa entegre olmak aslında bizim için çok daha kolay. Bu kadar büyük travmaya göre, Türkiye’deki Suriyeli suç oranları çok düşük. Bugün Batı Avrupa’da bazı göçmen mahallelerine girilemiyor bile. Türkiye’de çok ciddi bir uyumsuzluk olmadığını düşünüyorum.”

TÜRKIYE’DE ESED MÜFREDATINA AIT KITAPLAR OKUTULDU

Düzensiz göçü yönetmenin zor olduğunu söyleyen Tanrıkulu, Türkiye’nin 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ciddi bir göç hareketi yaşadığını ifade ediyor. Süreç tahmin edilenden uzun sürünce, mülteci çocukların eğitim meselesi de bir şekilde devreye girmek zorunda kaldığını belirterek şunları ilave ediyor: “İlk zamanlar Diyanet Vakfı çocuklar eğitimden geri durmasın diye kamplarda eğitime başladı. O süreçte Türkiye dünya literatüründe ilk olan geçici eğitim merkezleri açtı. Nasıl olsa dönecekler diye o merkezlerde Esed Müfredatına ait kitaplar okutuldu, Türkçe çok kısıtlı verildi. Velhasıl 2014 yılına gelince şehir içerisinde Suriyeli nüfusun görünür olmasıyla birlikte bunun geçici eğitim merkezleriyle sağlanamayacağı, normal eğitime dahil edilmesiyle ilgili bir karar verildi.

Bu kararla birlikte 1-5-9. sınıflara geçici eğitimler kapandı ve herkes devlet okullarına dâhil edildi. Geçiş çok hızlı yaşandığı için Türkçe bilmeyen çocukların eğitimde zorlanması gibi sorunlarla karşılaşıldı. Bütün bu süreçlere baktığımız vakit, geçicilik algısı yeri geliyor siyasiler tarafından dillendiriliyor, yeri geliyor toplumun farklı kesimleri tarafından da ifade ediliyor. Şu an hala da kalıcı oldukları kabul edilmiş değil. Oysa bugün savaş bitse bile, düzenin kurulması, insanların oraya dönmesi yıllar alacak bir süreç.

BÖLGEYI BILEN ÇIFT DILLI BU NESLI IYI EĞITMELI

Birçok idareci ve öğretmenlerde de bu ‘gidecekler’ düşüncesi hâkim. Aynı şekilde Suriyelilerin Türkiye’deki ekonomi ve güvenliği bozduğuna yönelik bir düşünce göze çarpıyor. Resmi rakamlara baktığınız vakit, Türk insanının çalışmadığı işlerde çalışıyorlar. Aynı şekilde Türkiye açısından düşündüğümüzde de o çocuklar burada büyüyecekler, çift dilli ve bölgeyi tanıyan, bölgeye siyasi, kültürel olarak katkı sunabilecek önemli bir insan kaynağı. Özellikle burada 450 bin tane çocuk doğdu. Sosyal dışlanma ve ötekileştirme çok daha ciddi sorunlar doğurabilir. Yeri geliyor çocuğun dış dünyasında, yeri geliyor toplumsal olarak da dışlanmış, ötekileştirilmiş çocuklar ve yabancılar doğal olarak terör örgütlerinin hedefinde olabiliyorlar. Veyahut da sosyal dışlanmayla birlikte bazı tatsız reaksiyonlar gösterebiliyorlar.

Bir diğer nokta da bu göç meselesini sadece Suriyeliler üzerinden tartışıyoruz. Şu an nüfusumuz yüzde 4-5 arasında göçmenlerden oluşuyor. Bulunduğumuz coğrafya onu gerektiriyor. Gelecekte iklim mülteciliğinden bahsediliyor. Doğu ülkelerinden insanlar iklimin değişmesinden dolayı batıya doğru göç edecek. Bundan da en çok Türkiye etkilenecek. Bu minvalde gelecek olan göç hareketlerine karşı sürdürülebilir bir göç politikası belirlememiz lazım.”