Dünyanın sessizlik ninnisi tutturduğu şehir: Halep

Acısına tüm dünyanın bir sessizlik ninnisi tutturduğu şehir Halep’i yazarımız Yasemin D. Karaca, hapsedildiği karanlıktan hemen öncesine “ışık” tutarak kaleme aldı. ‘Işıkların neşeli çocuklarla beraber taşların üzerinde dans ettiği bir şehirdir Halep…’ betimlemesiyle başlayan yazı sizleri derinden etkileyecek. İşte çok konuşulacak "Görünmez Kent: Halep" başlıklı o yazı...

Kubilay Han ve Marco Polo bir masanın başına oturup bugün sohbet ediyor olsalardı, Calvino bu görünmez kenti anlatmaya muhtemelen şu cümleyle başlardı:

'Işıkların neşeli çocuklarla beraber taşların üzerinde dans ettiği bir şehirdir Halep…'

Bugün size kadim bir kentin hikayesini anlatmak istiyorum.

Milattan önce 3000'li yıllarda Kayşani dedikleri taştan ördükleri bir kent burası. Sokaklar, çarşılar, camiler, kaldırımlar, hepsi tek fırçadan çıkmış gibi, güneş vurdukça beyaza dönen açık gri, taştan yapılmış bir şehir. Taş diyince soğuk bir yer hayal etmeyin, güneşin cömertliğini esirgemediği bir yer. Nitekim verdikleri konusunda kendisi de cömert, isminin manası: süt veren.

Ona bu 'anne' olma hali boşuna bahşedilmemiş belli ki; Mezopotamya devletlerinden Roma İmparatorluğu'na, Bizans İmparatorluğu'ndan Selçuklular'a, Osmanlılar'a kadar kimler kimler bu kentin evladı olmuş. Mistik ışık hüzmelerinin loş bir aydınlık verdiği kapalı çarşısından geçerken binbir gece masallarını hatırlıyorsunuz: dükkanlarda satılan sıra sıra ipekten dokunmuş kumaşlar ve giysiler, binbir çeşit lokumlar, şekerlemeler, yemişler, türlü türlü fıstıklı tatlılar, genzinize kadar erişen ve orada tatlı bir rayihaya dönüşen miskler ve nefis çiçek kokuları, çeşit çeşit taşlardan yapılmış mücevherler, tesbihler, akikler, kehribarlar, bakırlar, ressamların sokak sokak resmettiği, tuval bezlerine boyanıp rulolar halinde dizilmiş tablolar…



Sonra o çarşının ucu bir aydınlığa çıkıyor ve gözlerinizi kamaştıran ışıkla birlikte karşınızda on bin yıllık devasa bir kale görüyorsunuz. Dediklerine göre bu kentin kalesinden daha büyüğü dünyada yapılmamış. Nitekim gezmekle bitmiyor: daracık koridorların açıldığı koca avlular, işlemeli ahşap kapılar, ağaçlarla süslü bahçelere açılan sürpriz odalar, hemen her aralıktan sızan ışıklar, ışıklar.. Şayet bu şehri tek bir kelimeyle anlatsaydım 'ışık' derdim. Binlerce şekle giren ışığın karşınıza nereden ne şekilde çıkacağını bilmiyorsunuz. Daracık sokaklarında yürürken bembeyaz bir aydınlık içinde iken, girdiğiniz eski bir handa, hamamda, medresede gözlerinize bir perde inmiş gibi oluyor. Sonra dar bir pencereden içeriye giren uzun ince bir parça ışığın yansıdığı duvardaki gölge oyunlarına dalıyorsunuz.



Taşların serinliği, ferahlığı, sessizliği ve yüzünüzde gezinen ışığın oynadığı oyunlarla kendinizi huzurlu hissediyorsunuz. Birazdan birkaç basamakla ineceğiniz bir avluda, tatlı bir müzik çalıyor olacak ve önünüze masallara yakışır bir sofra serilecek. Sizinle gökyüzünün arasına girmiş tek şey çatıların gölgesi olacak ve kokuların, ipek kumaşların, seslerin, tabakların birini önünüze getirip diğerini kaldıran kadınların bileklerini süsleyen bileziklerin şıkırtısı içinde, dünyanın en eski kentlerinden biri olan Halep'i ölene dek hafızanıza kazıyacaksınız.


Zekeriya Camii'nin mermer avlusunun dışına çıkıp tıpkı bir yerli gibi kaldırıma oturup etrafa bakarken göreceğiniz kadınlar da rengarenk olacak: kimileri burkalar giyinmiş, kimilerinin saçları iki yanından salık. Tenleri ekseri beyaz, güleryüzlü, temiz kadınlar. Zamanlar arası geçiş yapmış gibi duranları da var aralarında; örneğin Selva... Siyah şifondan bir elbisesi, üzerinde kırmızılı yeşilli ipekleri var. Başında yeşil şeritli bir örtü ve altından iki yana örülüp omuzlarından sarkmış kızıl saçları. Ellerinin üzerinde ve alnında dövmeler var. Arap, Türkmen, Ermeni, Yahudi, Müslüman, Süryani, Çerkes ve Kürtlerin birlikte yaşadığı bu olağanüstü kentte sohbet etmek için kısmetinize düşen bu genç kadın, çocuğu olmadığı için Zekeriya Camii'ne adak adamaya gelmiş, Cuma namazından Müslümanlar çıksın diye bekleyen bir Türkmen Alevisi'dir. Size hiç gelmediği Türkiye'nin Türkçesi ile çadırda geçen hayatını anlatır. Peki bir damın var mı senin başında, diye saflıkla sorar. Evet, dediğinizde, size ne kadar da zengin olduğunuzu söyleyecek ve yıllar sonra bu hafızanızdan silinmeyen sohbet 'acaba şimdi nerede, ne yapıyor' diye düşünürken daha da sık aklınıza gelecektir.



Bugün binlerce yıllık bu kent; yalnızca taş üstüne taş koyarak değil, kültür üstüne de kültür ekleyerek inşa edilmiş Halep, hayalet bir kent. Yaşayan tüm canlılarıyla ateşler altında kalan, yetmeyip masallardan çıkma çarşıları, camileri, kalesi de bombalarla yerle bir edilerek geriye sadece şehir değil, ona dair anılar, hikayeler, umutlar, ne varsa yok edilmiş bir şehir. Savaşların en belirgin özellikleri kent hafızasını silmek. Görünür olanı görünmez yapmak. Bunun için de en büyük hedefler her zaman o kenti dolduran insanlar kadar, kente ruhunu veren en bilindik, en anıtsal binaları yok etmek. Zira kentlerin ölümü de yıkılan binaların birer mezara dönüşmesiyle mümkün olabilir ancak.

Halep bugün de taştan bir şehir. Bu kez içindeki ışığını yitirmiş, koyu renk, parçalanmış, renklerinin tamamı sönmüş bir halde. İnsanlar yitip gidiyor evet, ölen kentler ise size bu yitikliği ilelebet yaşatmak için geride hep bir iz bırakıyor- bırakacak.

İşin en acı taraflarından biri de, 21. yüzyılın dijital imkanlarıyla şehirleri sokak sokak arşınlayabildiğiniz, evinizin önünde kavga eden kedi ve köpeği bile neredeyse seçebilecek hale geldiğiniz mobil uygulamalar, arama satırına 'Halep' yazdığınızda artık size şu yanıtı veriyor:

'Not found'. Bulunamadı.

Ayrıca: Görünmez kent: Halep






Bugünün gazete manşetleri için tıklayın >