Annemden bana kalan

Biliriz ki şefkat ve merhamet hissi kula önce anadandır; sevgi ve acımayı anaya veren yüce Yaradan’dır.
Biliriz ki şefkat ve merhamet hissi kula önce anadandır; sevgi ve acımayı anaya veren yüce Yaradan’dır.

Hiç aklımdan çıkmaz, otuz beşime bastığım sene ağır bir tartışmaya girişmiştik de bana, “Çocuk olduğun günleri ben hatırlıyorum ama sen hatırlamıyorsun, o günleri düşünseydin şimdi bana böyle söylemezdin.” demişti. O günden sonra hep onun huzurunda bebekliğimi düşündüm. Benim aciz, onun güçlü; benim muhtaç, onun muktedir olduğu zamanları hiç inkâr etmedim.

  • Huzurunda aciz ve muhtaç olduğumu unutmadığım annem!..

Allah rahmet eylesin, annemin okuma yazması yoktu. Ben profesör olduğumda ‘profesör’ kelimesini telaffuz edememişti. Lakin pek çok şeyi irfan ile bilir, sezer, hisseder ve doğruya yönelirdi. Hiç aklımdan çıkmaz, otuz beşime bastığım sene ağır bir tartışmaya girişmiştik de bana, “Çocuk olduğun günleri ben hatırlıyorum ama sen hatırlamıyorsun, o günleri düşünseydin şimdi bana böyle söylemezdin.” demişti. O günden sonra hep onun huzurunda bebekliğimi düşündüm. Benim aciz, onun güçlü; benim muhtaç, onun muktedir olduğu zamanları hiç inkâr etmedim. Yıllar yılları izledi ve zamanlar tersine döndü; ben olgunlaştıkça annem güçten düştü, öyle ki bazı zamanlar çocuklaştığı bile olurdu. Özellikle babamızın vefatından sonra bütün kardeşler ona daha bir ihtimam göstermeye başladık. 2005 yılıydı. İstanbul’a ziyaretime gelmiş, bu arada böğründe bir ağrıdan söz etmişti. Hazık bir hekim dostumuza muayeneden sonra eli hafif bir cerraha iş düştü. Hastaneye yatırdık. Lakin cerrah göğsünü açar açmaz hemen kapatmış bize de, “Ancak birkaç ay!” demişti.

Allah rahmet eylesin, annemin okuma yazması yoktu.
Allah rahmet eylesin, annemin okuma yazması yoktu.

Evimiz beşinci kattaydı ve asansörü yoktu. Annemse düz evlerde oturmuş; tarlada, bahçede zaman tüketmiş kadındı. Hepimiz bilirdik ki hem merdivende zorlanır hem de bir apartman dairesinde sıkılır, bunalırdı. Mevsim yaz olduğu için şu hasta günlerinde düz ayak bir yazlık iyi olur, üstelik de deniz kıyısında enginlere bakıp gözü gönlü açılır hesabıyla Florya’da, İBB’nin apartlarından birini on beş günlüğüne tuttuk. Yanına bazen ben, bazen eşim gidiyoruz. Fakat aksilik bu ya, bir ara ikimizin de işi çıktı. Eve taşısak canını üzmüş oluruz, diye iki günlüğüne yanında ablamız kaldı. İşte ne olduysa o iki günde olmuş, annem narkozun etkisiyle olsa gerek gece sayıklamış:

“Oğlum beni evden buraya atıverdi!”

  • Ben bu sözü -Allah rahmet eylesin- annemin vefatından sonra duydum. Tabii kahroldum. Üniversite okumak için İstanbul’a gönderirken, “Aman evladım, kenardan git, denize düşüverirsin!” diyecek kadar evladına şefkat gösteren bir anne, aynı evladı hakkında böyle düşünürse kim kahrolmaz? Vefatından sonra bu mesele vicdanımı sızlattı durdu. Nihayet günlerden birinde durumu bir dostuma açtım. Vicdanım huzursuzdu. O dost bana bir hikâye anlattı:

“Vaktiyle çölde kör bir adam yaşarmış. Küçük bir kulübecikte oturur, bahçesindeki hurma ağacından dökülen hurmalarla beslenir, elli adım kadar yakınındaki kuyudan da suyunu temin eder, yolculuklarını içine doğru yaparak yaşar gidermiş. Yıllardan birinde, temmuz sıcağında oradan bir süvari geçmiş. Kuyuyu görünce matarasını doldurmak üzere atından inmiş. Bakınmış, atını bağlayacağı çevrede bir dal bile yok. Atın yularını başına atıp kuyuya kovayı sarkıtmış.

Kırbayı doldurayım, yüzümü yıkayayım, abdest tazeleyeyim, derken işini bitirdiğinde bir de bakmış ki atı uzaklarda, gidiyor. Hemen peşine düşmüş. Sırtında kırba, o sıcakta atını yakalamak için bir hayli terlemiş, yolundan kalmış, işini aksatmış. Yine de ‘Gideyim o kuyunun başına bir kazık çakayım, ta ki bir başkası da benim gibi zahmet çekmesin!’ diye dönüp gelmiş, eyerinden bir tahta sökmüş ve kuyunun başına çakıp ayrılmış.

O gide dursun, ertesi sabah bizim kulübedeki âmâ adam eline bakraç ve matarasını almış, kuyuya su doldurmaya gidiyor. Yıllardır aynı yolu ezberlemiş olduğundan pat, pat, sanki görüyor gibi basarak yaklaşmış ve tam kuyunun başında süvarinin çaktığı kazığa takılıp kapaklanmış. Öfkeyle kazığa yapışmış ve ‘Hangi densiz bunu buraya çakmış? Benim gibi bir âmâ gelir de buna takılırsa ne olur hâli?’ diyerek kazığı söküvermiş.”

Birden içimden bir ağırlık fırlayıp gitti. Anneme dair taşıdığım üzüntünün yüküydü bu. O arkadaşım şunları da ilave edince daha da rahatladım:

“Azizim İskender Bey, ameller niyetlere göredir. Bazen bir iş diğerinin tam tersi olabilir; biz hayır için yaparız, başkası da ondan zarar görebilir. Allah insanı hadiselerin görünmeyen yüzünden sorumlu tutmuyor, üzme kendini!”