Ar perdesi

Görgünün mayası güzel ahlak, ahlakın mayası ise utanma duygusudur. Efendimiz, kadim zamanlardan beri bilinen şu sözü hatırlatır bize: “Utanmıyorsan dilediğini yap.”
Görgünün mayası güzel ahlak, ahlakın mayası ise utanma duygusudur. Efendimiz, kadim zamanlardan beri bilinen şu sözü hatırlatır bize: “Utanmıyorsan dilediğini yap.”

Kişi muaşeret kurallarını, “Ağaç yaşken eğilir” sözü gereğince, önce baba ocağında edinir. Ama, bir Elazığ türküsünde terennüm edildiği üzere, boynuz kulağı geçebilir: “Vardım baktım demir kapı sürgülü/…/Benim yârim annesinden görgülü.” Nüktede haklılık payı bulan yöreler, ifadeyi türkülerine şöyle konuk edinmiş: “Elif hanım anasından görgülü” ve “Benim sevdiğim güzel, anasından görgülü.” Cümlenin tutulmasında, annenin kızını vermek istemeyişinden ileri gelen davranışlarının etkisi, kuvvetle muhtemel.

Görerek kazanılan bir davranış biçimidir görgü. Adı üstünde: gör-gü. Ama temel öğrenme kaynağı, işitmedir esasında. İnsanlar arası hukukun işlerliğini sağlayan muaşeret kuralları, uzun sözün kısası olan atasözleri sayesinde yerleşip korunmuştur büyük oranda. Bazen, “Körün yanına varırsan sen de bir gözünü kapa” gibi doğrudan ifadelerle, bir duyuş ve oluş meydana getirilmek istenmiş, bazen, “Görgülü kuş gördüğün işler, görgüsüz kuş yuva taşlar” gibi cümlelerle durum tespit edilerek işaret edilmiştir olması gerekene. Velhasıl, kâh inşaî kâh ihbarî ifadelerle, aynı değirmene su taşınmıştır asırlarca.

Emel Özkan’ın rahmeti anneannesinin babasının askerlik resmi (1920'li yıllar). Mehmetçiğin mektup gönderirken evini tarif ettiği tekerleme Bilecik'te hala söylenegelmekte. “Gideceksin gideceksin bir bayır/Bayırda bir çayır, çayırda bir ev/Evde bir kapı, kapıda bir halka/Halkayı çal, ha çıkacak bir baba/Setresi aba, hah o benim baba/Babaya selam, anaya da selam/Karıya ı, ıh...” Son bölümde vezni unutturan duygu, utanmadır.
Emel Özkan’ın rahmeti anneannesinin babasının askerlik resmi (1920'li yıllar). Mehmetçiğin mektup gönderirken evini tarif ettiği tekerleme Bilecik'te hala söylenegelmekte. “Gideceksin gideceksin bir bayır/Bayırda bir çayır, çayırda bir ev/Evde bir kapı, kapıda bir halka/Halkayı çal, ha çıkacak bir baba/Setresi aba, hah o benim baba/Babaya selam, anaya da selam/Karıya ı, ıh...” Son bölümde vezni unutturan duygu, utanmadır.

Dilde iz bırakan görgü kurallarının en başında yer alıyor, tatlı dilli olmak. Hâlâ tedavülde olan şu kelamı, evvela anmalı: “Tatlı dil, yılanı deliğinden çıkarır.” Başka bir atasözümüz, eşyanın hakikatine dikkat çekmesiyle kayda değer: “İnsanın eti yenmez, derisi giyilmez; tatlı dilinden başka nesi var.” “Buğday ekmeğin yoksa, buğday dilinde mi yok” itabı ise, kulak çekme kabilinden söylenmiş. “Bıçağı dilinde” gibi tabirlerle de, hakkı söyleyen güzel söz dolaylı yoldan takdir edilmiş. İfadelerin edebî kıymeti ise, bir bahs-i diğer.

Bilinir ki hoş kelam etmek, öncelikle ailede kazanılan bir konuşma âdâbıdır. Önemi, gelinlik kızların kulağına küpe edilmiştir. Nezakete dair tavsiyeler, gelin hanımın çeyizinden sayılmıştır âdeta. Yeni yurdunda, özellikle annesi tarafından, güzel ahlakına verilen emeği temsil edecektir. Bir kına türküsü, bu ihtimamın son güne kadar taşındığını gösterir: “Güzelim gelinim de kınan kutlu olsun./Hem orda hem burada dilin tatlı olsun.”

Kişi muaşeret kurallarını, “Ağaç yaşken eğilir” sözü gereğince, önce baba ocağında edinir. Ama, bir Elazığ türküsünde terennüm edildiği üzere, boynuz kulağı geçebilir: “Vardım baktım demir kapı sürgülü/…/Benim yârim annesinden görgülü.” Nüktede haklılık payı bulan yöreler, ifadeyi türkülerine şöyle konuk edinmiş: “Elif hanım anasından görgülü” ve “Benim sevdiğim güzel, anasından görgülü.” Cümlenin tutulmasında, annenin kızını vermek istemeyişinden ileri gelen davranışlarının etkisi, kuvvetle muhtemel.

  • Atasözlerimizde görgü kuralları hatırlatılırken, duygular da işin içine katılmıştır. Çünkü, güzelliğin zorla değil, içten gelerek oluşması arzu edilmiştir. “Düğün aşıyla dost gönüllenmez” misalinde olduğu üzere, ahlakı güzelleştiren hissiyata dikkat çekilir. Bazı durumlarda ise kişinin kendini zorlaması gerektiği hatırlatılır. “Çağrılan yere git, ar eyleme; çağrılmadığın yere gidip, yerini dar eyleme” uyarısı, bu minvalde dile getirilmiştir.

Örnekten, bir yere gidemeyişin ardında temel iki sebebin varsayıldığını anlıyoruz: tembellik ve çekingenlik. Günümüzde umursamazlığı da ekleyebiliriz. Lakin kişide her ne hâl zuhur ederse etsin, davete icabet etmesi tavsiye edilmiştir. İnsanların birbiriyle kurduğu yakınlığın sıhhatli ve devamlı olabilmesi ise, mesafe esasına bağlanmıştır. Tersi durumda meydana gelebilecek neticeye, şöyle işaret edilir: “Sık gidersen dostuna yatar arka”; “Seyrek sen git dostuna kalksın ayak üstüne.” Bu konuda muzip meşrep bir atasözümüz de var: “Turbun sıkısından seyreği yeğdir.” Geniş düşünülmediği takdirde, bir türküde geçtiği gibi, umulmayan akıbetin başa gelmesi muhtemeldir: “Çok muhabbet, tez ayrılık getirir.”

Eğer fertler arasında samimiyet yoksa, mesafe hesabına dayalı ilişkilerin tadı tuzu olmuyor elbette. Bir davranışı kendimize yakıştıramayıp hicap duyarak hareket etmek, hem adab-ı muaşerette hem de dostlukta içtenliği sağlıyor. Tabii, utanmanın kişiyi engellediği durumlarda ise, kapıyı açan anahtar hâlden anlamak oluyor. İşte bu dengenin kurulduğu yerde ar duygusu, geçerli mazeret olarak da ileri sürülüyor. Dadaloğlu, “Hicap ettim adın sual etmeye” diye söyler. Şu türkümüzde, aynı hâlet-i ruhiye terennüm edilmiştir: “Bağdat’tan gelemedim/Yolları bilemedim/Yolları bildim aman/Utandım gelemedim.” Klasik dönemin eserleri ve insan unsuruna, ar perdesinden bakmalı evvela.

Yakın zamana dek nişanlıların birbirini görmesi, hem utanmalarına sebep olmuş hem de çevre tarafından hüsnükabul görmeyerek ayıplanmıştır. Bu zaman zarfında aileler ziyaretleşirken, gelin güvey adaylarını yanlarında götürmemişlerdir. Evlendikten sonra da, eşler arasında ölçülü uzaklık korunmuştur. Hatta, gurbetten selam yollanırken bile... Vaktiyle dillere dolanmış bir asker tekerlemesi, bu hususta bir belge niteliğinde. Memlekete revan olacak bir hemşerisi ile ailesine selam yollayan Mehmetçiğimiz, adresini şöyle tarif etmiş: “Gideceksin gideceksin bir bayır/Bayırda bir çayır, çayırda bir ev/Evde bir kapı, kapıda bir halka/Halkayı çal, ha çıkacak bir baba/Setresi aba, hah o benim baba/Babaya selam, anaya da selam/Karıya ı, ıh...” Son bölümde vezni unutturan duygu, utanmadır. Tembih, günümüzün penceresinden alelacele bakınca, hanımını hor görmeye dair bir yoruma sebep olabilir. Oysa, dönemin adab-ı muaşeret anlayışını yansıtmaktadır. “Taş yerinde ağırdır” derler; sözler de öyle.

Vaktiyle, “nasihatname” türünde verilen edebî eserlerde de, görgü kuralları işlenmiş; konunun ahlak ve duygu ile irtibatı dile getirilmiştir. Karacaoğlan der ki:

  • Mecliste arif ol kelamı dinle
  • El iki söylerse sen birin söyle
  • Elinden geldikçe sen eylik eyle
  • Hatıra dokunup yıkıcı olma
  • .../
  • Seni bir mecliste hacil düşürür
  • Kötülerle konup göçücü olma.

Dizelerden açıkça anlaşılmakta ki, adab-ı muaşeret ile iyilik arasında yakın bir bağ kurulmuş; biri olmadan, diğerinin hayatta kalması mümkün bulunmamıştır. Günümüz halk şiiri de, bu geleneksel duyuşun izini sürer. Yakın tarihte kaybettiğimiz Âşık Hüdai, arifane bir şiirinde şöyle söyler:

  • Hüdai konuşur bir ince dilden
  • Hâl ehli olmayan bilir mi hâlden
  • Bilgisiz görgüsüz duygusuz kuldan
  • Ölülerin mezar taşı makbuldür.

Sözün özü, görgünün mayası güzel ahlak, ahlakın mayası ise utanma duygusudur. Efendimiz, kadim zamanlardan beri bilinen şu sözü hatırlatır bize: “Utanmıyorsan dilediğini yap.”

Zorla güzellik olmaz diyen ataların, muaşeret kurallarını tembihlerken tuttuğu yol, yaklaşım ve üslup ufuk açıcı. Herhâlde, meseleye yine aynı geniş nazarla bakabilmeli ki işimiz zevahiri kurtarmaktan öteye geçebilsin.