Aykut Ertuğrul:Amacım insanı ve en başta kendimi anlamak

​Aykut Ertuğrul: Amacım insanı ve en başta kendimi anlamak.
​Aykut Ertuğrul: Amacım insanı ve en başta kendimi anlamak.

Post Öykü genel yayın yönetmeni Aykut Ertuğrul ile Ketebe Yayınevi’nden çıkan son kitabı üzerine hasbihal ettik…


“Her insan zamanın her anında yaşamaya devam eder…” diyor “Molla olmayan Kasım” 600 yıllık sevdasını geleceğe taşıyan Ferhat’a. Pek çok yere açılan ve aynı yere bir daha hiç açılmayan kapıları ve zamanın “şimdikiliğini” ve sonsuzluğunu nasıl tanımlarsınız?

İnsan, kendisini okudukları, duydukları, izledikleri yani aslında kendisine -tahkiyeli olsun ya da olmasın- anlatılan hikâyelerle inşa ediyor malum. Soruyu şöyle anlıyorum, “Bana ne oldu da, bu meseleler üzerine bir şeyler söyleme ihtiyacı hissettim?” Sanırım şunlar oldu:

Yıllar önce Hikem-i Ataiyye’de rastladığım bir hadis-i şerif beni çok şaşırttı: “Dehre (zamana) sövmeyiniz, çünkü dehr Allah’tır.”
Yıllar önce Hikem-i Ataiyye’de rastladığım bir hadis-i şerif beni çok şaşırttı: “Dehre (zamana) sövmeyiniz, çünkü dehr Allah’tır.”

Yıllar önce Hikem-i Ataiyye’de rastladığım bir hadis-i şerif beni çok şaşırttı: “Dehre (zamana) sövmeyiniz, çünkü dehr Allah’tır.”

Özellikle Borges ve Calvino’nun Kum Kitabı ve Görünmez Kentler’inin zamanı, dünyayı, hikâyeyi ele alış biçimleri beni çok etkiledi.

Geleneksel anlatının neredeyse bir rüya estetiği olduğunu, rüyalardaki o gizemli, cezbedici bir o kadar -modern deyimle söyleyecek olursak- “gerçeküstü” havanın karşısında, yazdığımız “gerçekçi” metinlerin ne kadar sıkıcı durduğunu fark ettim. Şekspir’in deyişiyle “rüyalarla aynı maddeden yapılan” bizler, neden beş duyuyla algılayabildiğimiz dünyanın etrafında dönüp duralım? Bu kendi kuyruğu etrafında dönüp durmak gibi.

Bir de R. Guénon! Modern dünyanın içi boş dayatmaları karşısında durmanın gerekliliğini öğretti bana. Zamanın doğrusal olduğu inancı da bu dayatmalardan biridir. İlerleme saplantısına bağlanır.

İlerde olanın hep iyi, geride kalanın kötü, barbar, ilkel olduğu kör inancına vs. Modernizmin en büyük numarası da zaten kendi doğrularının tek ve değişmez olduğunu bize yutturması değil midir? Sonrası hikâye işte.

“Başlangıçların sonsuz mutluluğu” ile “akışkan modernite”nin kesintisiz şimdiki zamanı çakışıyor mu sizce?

Geleneksel anlatının neredeyse bir rüya estetiği olduğunu, rüyalardaki o gizemli, cezbedici bir o kadar -modern deyimle söyleyecek olursak- “gerçeküstü” havanın karşısında, yazdığımız “gerçekçi” metinlerin ne kadar sıkıcı durduğunu fark ettim.
Geleneksel anlatının neredeyse bir rüya estetiği olduğunu, rüyalardaki o gizemli, cezbedici bir o kadar -modern deyimle söyleyecek olursak- “gerçeküstü” havanın karşısında, yazdığımız “gerçekçi” metinlerin ne kadar sıkıcı durduğunu fark ettim.

Mircea Eliade -ki onun eserleri Campbell ile birlikte benim öyküye bakışımı derinden etkilemiştir- kıyamet anlatılarından (eskatoloji deniyor galiba) bahsettiği bir makalesinde toplumların bu hikâyeleri üretmesinin altında, bir son arzusu değil yeni ve mutlu bir başlangıç umudu, “başlangıçların sonsuz mutluluğu”na duyulan inancın yattığını söylüyordu.

Başlangıç anındaki o saf mutluluk, yani henüz hiçbir şeyi berbat etmemişken hissedilenler ne berrak ve ferahtır. İyi veya kötü her ihtimalin gerçekleşmesi olasılığının tam olarak eşit olduğu o “kusursuz şimdi” sizce de şiirsel ve büyüleyici değil mi? İlk adım, ilk hamle, ilk açılış, ilk aşk, ilk kelime, ilk söz…

Öykü şunu diyor galiba; insan çoğu zaman beceriksizdir, korkaktır, züccaciye dükkânına girmiş fil gibi o kusursuz anı bozarak yaşar. Saf mutluluk ise yalnızca o kusursuz ilk an’da mevcuttur.

Elbette akılda tutmamız gereken bir şey daha var, bunu öykü diyor mu bilmiyorum ama benim eklemem gerek: Kainatın her an yeniden yaratıldığına inanan bizler için her an aynı anda ilk andır, her an bütün ihtimalleri aynı oranda içinde barındırır. Bauman, bu duruma ne der bilmiyorum.

Kitapta en çok sevdiğim ve nihayete erdiğinde en çok şaşırdığım öykülerinizden biri de “Yüzyıldan Son Çıkış”. “Kurgulanan anların” sosyal medyada paylaşılmasına dair eleştiriniz, günceli selamlamanız ve hatta intihal sözlüğünüz… Sonunda da müthiş bir distopik kurgu ile bugün ile geleceği bütünleştiren bir öykü. Edebiyatçıların gelecek tahayyüllerini önemseyen bir okur olarak soruyorum. Projeleriniz arasında “distopya” yazmak var mı?

Distopya, bilim kurgu gibi türler hikâye anlatıcısı için bir çeşit laboratuvar ortamı rahatlığı sağlıyor. Galiba Ursula K. Le Guin de buna benzer bir şey söylüyordu. Anlatmak ve anlatırken üzerinde düşünmek istediğiniz kavram/fikir/arketipi tüm şartlarını sizin belirlediğiniz, bilinen “gerçek” dünyanın kuralları tarafından kısıtlanmadığınız bir kurgusal ortama taşıyarak elinizi rahatlatmış oluyorsunuz.

Böylece hayal gücünüz ve özgür düşünce önünde hiçbir engel de kalmamış oluyor. Daha önce bir distopik öykü yazdım.

Galiba Mümkün Öykülerin En İyisi kitabımda “Urdn Medeniyeti” ismiyle yayımlandı. Ama kelimenin gerçek manasıyla distopya yazmak kendi adıma söyleyeyim benim harcım değil; çünkü amacım insanlığa bir şey önermekten ziyade insanı ve en başta kendimi anlamak. İkincisi olmadan birincisi mümkün değil zaten.

“Hızır Selamsız’ın Mektubu” öykünüz de yine üzerinde uzun uzun düşündüğüm öykülerinizden biri. Bu öyküde Hızır Selamsız Aykut Ertuğrul’a yazdığı mektupta onun bir sözüne atıfta bulunuyor: “Bütün hikâyeler tek bir hikâyeden türemiştir.” Öyküdeki Aykut Ertuğrul’a soramayız ama öykünün yazarına sorabiliriz belki. Bütün hikâyeler hangi hikâyeden türemiştir?

Öyle mi demişim? Bilmiyorum belki de öyledir ama şimdi sizden duyunca fazla iddialı geldi. Ama mitler, masallar, kadim anlatılar bugün yazılmış ve yazılacak olan bütün hikâyeleri içinde barındırıyor diyebiliriz.

Ama ille iddialı konuşulacaksa; “Hz. Adem ve Oğulları” isimli o ilk hikâye, sonrasında yazılmış bütün hikâyeleri esaslar açısından içinde barındırıyordur mutlaka. Çünkü büyük hikâyeler, ezelden beri var olan, şekil değiştirse de hep var olan durumları anlatırlar: ayrılık, ölüm, aşk, savaş, barış, kibir, hırs, merhamet, iman gibi gibi.

“İnsanların ve Cinlerin Ustası” öykünüzde, “Urfa’nın nüfusu değişmez ama sayısız Urfa vardır. O bütün ihtimallerin merkezindeki şehirdir” diyorsunuz. Bu Urfa’da yazar olan Aykut Ertuğrul, başka bir Urfa’da ne olurdu sahi?

Doğrusunu isterseniz Urfa’sına göre değişir! Ama hâlihazırda yaşım otuz altı olduğundan ve gençlik günlerini her gün biraz daha geride bıraktığımdan mı nedir, kendimi asker olduğum günleri özlerken yakalıyorum bazen.

E hazır hayal kuruyoruz, toptan tüfekten ağır sanayi hamlelerinden kurtulacağımız kadar geriye gidelim. Şöyle bir dört yüz yıl kadar geriye.

Fonda kılıç şakırtıları, dört nala giden doru atların toynak sesleri; yanımda mert bakışlar, cenk türküleri söyleyen tok bir ses; heybemde temiz bir gökyüzü, kartal kanatları ve arı duru bir iman olursa değmeyin keyfime!