Bin yılın felaketi bin yılın hüznü

Her 17 Ağustos’ta kalbimizi kanatan Marmara depreminin bile yanında sınırlı kaldığı 7,7’lik bir deprem, 10 şehrimizde taş üstünde taş bırakmamıştı. Üstelik 9 saat sonra 7,6’lık bir büyük deprem daha yıkımın şiddetini ve felaketin boyutlarını katbekat artırmıştı.
Her 17 Ağustos’ta kalbimizi kanatan Marmara depreminin bile yanında sınırlı kaldığı 7,7’lik bir deprem, 10 şehrimizde taş üstünde taş bırakmamıştı. Üstelik 9 saat sonra 7,6’lık bir büyük deprem daha yıkımın şiddetini ve felaketin boyutlarını katbekat artırmıştı.

6 Şubat sabahı babamın yanı başıma gelip “Özlem uyan, çok büyük deprem oldu; Maraş, Hatay, birçok şehir yıkıldı!” demesiyle yataktan fırladım. Haberleri izlerken gördüklerime, duyduklarıma inanamıyordum. Her 17 Ağustos’ta kalbimizi kanatan Marmara depreminin bile yanında sınırlı kaldığı 7,7’lik bir deprem, 10 şehrimizde taş üstünde taş bırakmamıştı. Üstelik 9 saat sonra 7,6’lık bir büyük deprem daha yıkımın şiddetini ve felaketin boyutlarını katbekat artırmıştı.

Televizyon başında gelişmeleri takip etmekle, sosyal medyada paylaşım yapmakla geçirilecek vakit yoktu. Sadece gazeteci olarak değil, belki elimden bir şeyler gelebilir, hiç değilse depremzedelere teselli verebilir ya da çorba dağıtabilirim düşüncesiyle yola çıktım. Depremin ilk akşamı İstanbul Havalimanı’nda inanılmaz bir yoğunluk vardı. Genç-yaşlı, kadın-erkek, arama kurtarma ekibi, sağlıkçı, öğretmen, basın mensubu, esnaf, STK görevlisi... Kısaca her kesimden, her görevden yüzlerce insan, iki büyük depremle yerle bir olan 10 şehrimizden birine ulaşmak için çaba sarf ediyordu. Önce, yıkımın diğer şehirlere nazaran daha az yaşandığı Şanlıurfa’ya, ardından da bin yılın felaketinin ikinci gününün sabah saatlerinde Adıyaman’a ulaştım. Yolculuğumuz şehrin merkezindeki Adıyaman Valiliğinin önünde son buldu. Araçtan inince şok oldum. Zira Adıyaman’da Hatay’a nazaran daha az yıkım olduğunu sanıyordum, oysa şehir âdeta haritadan silinmişti. Merkezde neredeyse ayakta kalan bina yoktu, olanlar da ağır hasarlıydı. İnsanlar ağlıyor, sağa sola koşuşturuyor, yardım talep ediyorlardı. Sessizce olan biteni izleyenler, başını önüne eğip kara kara düşünenler, elleriyle parçalanmış betonları iterek sevdiklerine ulaşmaya çalışanlar ve çaresizce feryat edenler yaşanan dramın yalnızca küçük bir fotoğrafıydı. Valilik binasının önünden ayrılıp yürümeye başladım. Bir zamanlar yan yana dizili olan çok katlı binalar, şimdi ortalığı tozu dumana katan beton ve demir yığınından başka bir şey değildi. Ne yazık ki binlerce vatandaşın da mezarı olmuşlardı. Hayatımda yakından gördüğüm ilk enkazın başında durdum. İnsanlar ağlıyor, “Ailem içeride, sesleri geliyor, ne olur kurtarın!” diye feryat ediyor, enkazda can kurtarmak için çırpınan ekipler ve onlara yardımcı olmaya çalışanlar da dua ederek bekliyordu. Öylece birkaç dakika olanları izledim.

Birden gözümden yaşlar süzülmeye başladı. Çünkü bu önümde duran enkazın içinde onlarca insan vardı. Birçoğu ölmüştü ama belki de onlarcası kurtarılmayı bekliyordu.

Belki bir faydam olur, birilerine teselli veririm düşüncesiyle yola çıkan ben, şimdi depremzedelerin önünde hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Herkesin canıyla cebelleştiği o enkazın başından hızla uzaklaştım. Fakat kaçabileceğim bir yer yoktu. Çünkü ilerisi de gerisi de sağı da solu da karşısı da yan sokağı da tamamen enkazdan ibaretti…

Bir zamanlar yan yana dizili olan çok katlı binalar, şimdi ortalığı tozu dumana katan beton ve demir yığınından başka bir şey değildi. Ne yazık ki binlerce vatandaşın da mezarı olmuşlardı.
Bir zamanlar yan yana dizili olan çok katlı binalar, şimdi ortalığı tozu dumana katan beton ve demir yığınından başka bir şey değildi. Ne yazık ki binlerce vatandaşın da mezarı olmuşlardı.

Adıyaman en az Kahramanmaraş ve Hatay kadar büyük bir felaket yaşıyordu. Valilik binası hasarlıydı, fakat koordinasyon merkezi buraya kurulmuştu. Hepimiz bu binaya girip çıkıyorduk. Merkezin bulunduğu caddede trafik kilitlenmişti. Başta Kızılay ve AFAD olmak üzere dernekler, STK’lar, üniversiteler, belediyeler, yaralara merhem olmak için yola çıkan gönüllüler, neredeyse tüm binaların yıkıldığı Atatürk Bulvarı’ndan ara sokaklara, mahallelere dağılmış, enkaz başında can kurtarmaya çalışıyor, yemek pişiriyor, su dağıtıyor, feryat figan edenleri teskin etmeye uğraşıyordu. Ne yazık ki her depremde gördüğümüz acı dolu sahneler, 10 şehrimizi yerle bir eden felakette katmerlenerek yine karşımıza çıkmıştı. Kısa sürelerde dinlenmek dışında günlerce gözümüze uyku girmedi.

Zira dört tarafımız enkaz altında yardım bekleyen veya hayatını kaybeden insanlarla çevriliyken ne yemek yemek ne de uyumak aklımıza bile gelmiyor, gelse de içimiz elvermiyordu.


6 gün boyunca birçok üzücü hadiseye şahit oldum fakat beni bir kurtarma çabası derinden etkiledi. Gece yarısı Adıyaman merkezde, benzinliğin hemen yanındaki çok katlı büyük bir enkazdan bir kız çocuğunun yardım sesinin geldiği bilgisini aldık. Enkazın başına gidip durumu teyit ettim, polisler de vatandaş da doğruluğunu onayladı. Çünkü aileler yakınlarının cesetlerini çıkartabilmek için “Ses geldi” diyebiliyordu. Bu da sağ olanların daralan vaktinden alıp vefat etmiş kişilerle zaman harcamak anlamına geliyordu. Yaklaşık 5-6 yaşlarındaki kızın sesini duyan arama kurtarma ekibi, çevrede sağlıkçı olup olmadığını sorduğunda oradaki bir hemşire enkazın başına geçmişti. Adeta iğne deliği kadar küçük bir boşluktan miniğe seslenen hemşire, küçük kızın elindeki pembe yastığı kaldırıp elini salladığını ve saçlarını görmüştü. Yıkılan apartmana ait listede 5 kız çocuğunun adı vardı. Teker teker o isimleri enkazda bekleyen yavrumuza seslendiklerinde Eylül adındaki küçük kız yeniden tepki vermişti. Enkaz altında kurtarılmayı bekleyen Eylül tam iki saat boyunca dışarıdaki abilerine, ablalarına “Ben buradayım!” mesajı vermeye devam etti. Fakat su gibi akıp geçen zaman acıyla inleyen Eylül’ün aleyhine gelişiyordu. En son hırıltılı sesler çıkaran minik kızın sükuta bürünüşünün üzerinden 45 dakika geçmişti. Hemşire hiç durmadan “Eylül nefes, hadi Eylül! Bir kere daha nefes!” diye âdeta yalvarırcasına seslenirken, boşluktan içeri giren ekip elinde Eylül’ün bulut şeklindeki pembe yastığıyla dışarı çıktı. İşte o an hepimizi bir hüzün kapladı, ekibin dikkatle inceleyip evirip çevirdiği yastığa baka kaldık. Eylül’ümüze bir türlü ulaşamıyorduk. Sabah olmuştu. Hemşire hanım kahroldu, umutlar tükendi. Biz de kalbimizi kavuran acıyla hayat memat meselesi bir yarışın sürdüğü diğer enkazlardan birinin başına geçtik. Öğlene doğru ne yazık ki minik Eylül’ün cansız bedeninin enkazdan çıkarıldığı haberini aldık.

Hiçbir millette olmayan bir dayanışma ruhumuz olduğunu bir kere daha görmüş olduk.
Hiçbir millette olmayan bir dayanışma ruhumuz olduğunu bir kere daha görmüş olduk.

Tüm Türkiye olarak yaşadığımız bin yılın felaketi hepimizi yasa boğdu, evet; lakin nasıl kenetlendiğimizi, aslında birbirimizi nasıl sevdiğimizi, hiçbir millette olmayan bir dayanışma ruhumuz olduğunu bir kere daha görmüş olduk. Felaket bölgelerinde geçirdiğim altı günden sonra Adana’dan İstanbul’a dönerken uçakta Eylül’e umutla seslenen hemşire kardeşimizin “Eylül nefes, ses ver hadi anneciğim!” sözleri aklıma geldikçe gözyaşlarıma hâkim olamadım.

Bir uçak dolusu insan; kimimizin ruhunda, kimimizin ise hem ruhunda hem de bedeninde derin yaralarla yola revan olduk.
  • Fakat dudaklarımızda dua, kalbimizde hüzün vardı. Üzerinden 24 yıl geçmesine rağmen 17 Ağustos 1999 saat 03:02’de kaybettiklerimizi nasıl unutmadıysak, 6 Şubat 2023 saat 04:17’de ve 13.24’de sonsuzluğa uğurladığımız canlarımız da 80 milyonun yüreğinde daima dinmeyen bir sızı olarak kalacak. Rahmetle, saygıyla, özlemle…