Bir İstanbul fotoğrafında geçmişe dönmek

Eski İstanbul'da simitçi
Eski İstanbul'da simitçi

Vefa semtindeki Bahariye fabrikasında çalışan bir muhacir zayıf terzi, bu yıllarda yemek molasında Edirnekapı’daki evine yürüyerek hızlıca gidip dönüyor. Neden mi? Çünkü fabrikada kendisine verilen yemeği sefer tasına koyup evde, hâlâ muhacir yoksunluğunu yaşayan aç çocuklarına götürmek zorunda.

Galata Köprüsü üstünde 688 numaralı bir tramvay.
Galata Köprüsü üstünde 688 numaralı bir tramvay.

Bu fotoğraf, 1939'da İstanbul’da çekilmiş. Galata Köprüsü üstünde 688 numaralı bir tramvay. Tramvayın üstünde “Asılmak memnu ve tehlikelidir” yazıyor. Yani tramvayın dışında asılarak yolculuk tehlikeli ve yasaktır. Bu yıllardan başka bir jargon, bu tramvaya asılma üzerine: “Asılmayalım beyler garaja gider!” Fotoğrafa bakıldığında tramvayın gidiş yönünde değil, arkasına asıldığı görülüyor bu çocukların. Eğer tramvayın önü olsaydı muhtemelen 22 numaralı Bebek-Eminönü ya da 34 numaralı Fatih Beşiktaş hattı olduğu yazardı.

  • Önde eski tabirle gazete müvezzii (dağıtıcısı) çocuklar kaçak olarak seyahat ediyorlar. Kasketliler, çünkü şapka devrimi yılları. Kimse başı açık dolaşamaz. Birazdan nasıl bağıracaklarını düşünüyor, çocuklar. “Yazıyor, yazıyor, ‘Karaköy’deki vahşi cinayeti’ yazıyor, ‘Fatih Yangını’nı yazıyor” şeklinde haberleri bağırarak; belki de akşam baskısı olan gazetelerini satacaklar. Bazıları okuma yazma da bilmiyor. Ana bayiden duydukları o günkü bir iki haberi ezberleyerek gazeteleri satıyorlar. Bilselerdi o vakitte okulda olurlardı çünkü. Zaten okuma yazma bilenler de fakirlik yüzünden çalışmak zorunda. Onların farkı yorulan bacaklarını dinlendirmek için durduklarında bedava gazete okuyabilmeleri. Gazete çok önemli o günlerde. Haber almak istiyorsanız iki şansınız var, biraz zenginseniz radyo dinleyeceksiniz ya da gazete okuyacaksınız.

Köprü üstünde, İstanbul’un o tarihî silüetine takılıp, o kara dumanlar çıkaran boğaz hatlarını seyredip hayallere dalıyor, çocuklar. O çocuk yaşlarında çalışmak zorunda kalmanın hem acısını hem de onları nasıl adam ettiği tecrübesini yaşıyorlar, bilmeden. Paranın adının “Para” olduğu yıllar. 40 para 1 kuruş; 100 para 2,5 kuruş. O da delikli bir paradır. 100 kuruş da 1 lira ki, kim kaybetmiş ki onlar bulsunlar. Kazandıkları 100 parayla, yani kazanacakları 2,5 kuruş ile belki de evlerine ekmek götürecekler. Tabii lafın gelişi “ekmek götürmek”. Çünkü ekmek karneyle. Paran olsa da istediğin kadar alamazsın. Kişi başı 100 gram ekmek veriyorlar. Günümüzün çeyrek ekmeği kadar bir ekmeğe bütün gün geçecek. Tabii şanslılar ise, ekmeğe katık edecek bir şey bulurlar ise karınları doyacak. Yoksa yarına Allah kerim.

Kazandıkları 100 parayla, yani kazanacakları 2,5 kuruş ile belki de evlerine ekmek götürecekler.
Kazandıkları 100 parayla, yani kazanacakları 2,5 kuruş ile belki de evlerine ekmek götürecekler.

Neden mi, asılarak kaçak seyahat ediyorlar? Paraları yok da ondan. Eğer biletçi insaflı veya işine dalmış ise böyle gidebilirler. Yoksa biletçinin tahta kutusunu ikinci uyarısından sonra kafanıza yiyip, aşağıya düşmeniz ve bir yerinizi kanatmanız veya kırmanız çok normal.

Ayıp değil mi kaçak seyahat? Fakir ve hastaysanız değil, hele çocuksanız hiç değil. Çünkü böyle yapmasalar eve yürüyerek dönecekler de ondan. Fakirliğin gözü çıksın. Ekmek karneyle o yıllarda. 2. Dünya Savaşı'nın o karanlık, yarınlarının ne olacağının tahmin edilemediği İstanbul'unda yaşanan çaresizliğin bir yansıması sadece bu fotoğraf.

Gazeteci çocuk birkaç kuruş fazla kazandığında mevsim durumuna göre Karaköy’deki balıkçılara uğrayıp balık kafası alacak. Ne demek balık kafası? O zamanlar torik veya akın varsa daha büyük, orkinos dediğimiz balıkların kafası birkaç kilo gelebilir. Parası olanlar o löp etten kilolarca balığı alırken, fakirin rızkına birkaç kuruşa alacakları balık kafası düşüyor. Artık ondan ne kadar et çıkarsa, ne yemek yapılabilirse evdeki fukara doyacak.

Peki büyükler ne yapıyor bu yıllarda? Tramvaya binebiliyorlar mı? Vefa semtindeki Bahariye fabrikasında çalışan bir muhacir zayıf terzi, bu yıllarda yemek molasında Edirnekapı’daki evine yürüyerek hızlıca gidip dönüyor. Neden mi? Çünkü fabrikada kendisine verilen yemeği sefer tasına koyup evde, hâlâ muhacir yoksunluğunu yaşayan aç çocuklarına götürmek zorunda. E, tramvay yok mu, dediğinizi duyar gibiyim. Yahu tramvay var, ama bilet parası var mı? Daha Yugoslavya’dan İstanbul’a göç edeli yedi sene olmuş, bir de yetmemiş, 2. Dünya Savaşı çıkmış. Köylerde açlık zor ama şehirde daha zor emin olun. Köyde öyle ya da böyle bir şeyler ekip biçer veya ağaçlardan birkaç meyve toplarsınız. Ama şehirde bir işiniz yoksa ya da bu muhacir terzi gibi dört çocuk sahibiyseniz, hanımınız da hastaysa gerçekten açsınızdır. Bazen de mahalledeki öğrenci yurdunun müstahdemi, acıdığından, kalan yemekleri getirir evinize. Çocuklar sevinç içinde yerler. Bu yüzden midir acaba büyüklerimizin söylediği “Yemek buldun ye, dayak buldun kaç” atasözü...

Çocuklar neredeyse hiçbir şey olmayan mutfakta, boylarının yetişmediği tel dolapta duran ekmeğe hep bakakalırlar. Çünkü acının yüzündeki kırışıkları derinleştirdiği genç hasta anneleri, kişi başına günlük düşen o çeyrek ekmeği, üç öğünde çocuklarına vermek zorundadır. Belki de bu sebepten daha fazla dayanamayıp 1942’de vefat eder ve gazete dağıtıcısı oğlunu 12 yaşında öksüz bırakır. Bu yüzden ekmeğe doyamaz o çocuklar, bolluk içinde yüzseler de, yıllar sonra taa ölüp gidene kadar...

Evet, bu kısa hikâyenin hepsi gerçek. O muhacir terzi 1932 yılında Sancak’ın Priyepolye şehrinden göç etmek zorunda kalan benim Ahmet dedemdir. O genç yaşta vefat eden anne Münire, babaannemdir. Gazeteci çocuk, 12 yaşındayken dört kardeşiyle öksüz kalan ve 15 yaşına kadar İstanbul sokaklarında, tramvay merdivenlerine asılarak giderken, “Yazıyor” diye bağırarak gazete satan ve ekmek parası peşinde koşan babam Asım Ağanoğlu’dur.

Allah rahmet eylesin hepsine ve lütfen bir Fatiha gönderiniz; dua okuyacak kimsesi kalmamış tüm merhum İstanbullulara...