Biyometrik sınır rejimlerinin gölgesinde insansızlaşan yüz, yüzsüzleşen insanlık

Birlikte yaşamaya yazgılı insan topluluklarını bir araya getiren yazgının örtüsünü kaldırdığınızda göreceğiniz ilk şey güvenlik ihtiyacıdır. İnsan önce güvende olmak ister, güvendikçe insan olma sürecini gerçekleştirir. Güvende olmayan insan hep bir tedirginlik ve korku içinde hayvani bir içgüdünün karanlığında sığınacak bir liman arar. Ne zaman ki kendini güvende hisseder o vakit kendi olmaya, kendini keşfetmeye başlar. Güvende olan zamanla güven de verir. Birbirine güvenen insan toplulukları anlamlı bir varoluş, içselleştirilmiş bir ahlak, meşru bir hukuk ve sıcak, yaşam dolu töreler inşa ederler. Böylesi bir iklimde insanların birbirine bakacak yüzü, gözlerine bakacak cesareti, omuz omuza verecek güçleri olur. Güven, insanların yaşamlarını birlikte sürdürebilecekleri yegâne atmosferdir. Atmosferini kaybeden topluluklar zamanla canlılıklarını yitirir, nefes alamaz hâle gelirler. Güven insanı ısıtır, güvensizlikse üşütür. Güvenin olmadığı bir yerde mevsim bir anda kışa döner; insanlar üşümeye başlar ve ısınmak için kalınca kıyafetlere sarılır, kapılarını, pencerelerini örtüp içine kapanır, açıkta durmamaya çalışırlar. Kendilerini kapatmak, örtmek, gizlemek isterler. Soğuk havaların insanda oluşturduğu ilk etki kapanarak, gizlenerek, örtünerek var olmanın yollarını aramaktır. Soğuk havaların baskın olduğu iklimlerde insanların duyguları daha ketum, düşünceleri daha karanlıktır. Güvense insana sıcaklık verir. Sıcaklarda, insanlar üzerlerindeki fazlalıklardan kurtulmaya, rahatlamaya ve gevşemeye başlarlar. Böylece sıcak iklimlerdeki insanların daha rahat ve hafif kıyafetler tercih etmesinin, daha konuşkan ve sıcak olmasının, duygularını ve düşüncelerini gizleme gereği duymamasının nedeni de anlaşılmış olur.
Modernleşmenin ve mütemmim cüzü olan kentleşmenin tarihi aslında insanın gittikçe üşümesinin, gizlenmesinin ve saklanmasının tarihidir. Paradoksal bir biçimde gizlenme ve saklanma arttıkça, izleme ve gözetleme artar. Üşüyen insanların birlikte bir yaşam sürmek zorunda kalmalarına sosyolojik literatürde “risk toplumu” adının verilmesi akademik aletlerle ısı ölçümünden ibarettir. Sıcaklıklar düştükçe tabirler de dramatik olarak değişmeye başlar. İktidarın gözü keskinleştikçe sıcaklıklar düşer ve insanlar kapanmaya girerler. “İktidarın gözü” ve “büyük kapatılma” tabirleri de, “gözetim toplumu” ve “şiddet toplumu” gibi sıcaklık ölçüm birimleri hâline gelirler. Soğuklar arttıkça denetim, kontrol, takip, izleme, gözetleme artar. Her eylem potansiyel bir suç, her insan potansiyel bir suçlu hâline gelir. Modernleşme önce havayı soğutmuş, insanları üşütmüş, kapatmış, örtmüş ve sonrasında da üşüyen insanları üşüme esnasında neler yaptıklarını takibe almak, izlemek ve gözetlemek istemiştir.

Batı merkezli modernleşmenin aynı zamanda Batı-dışı coğrafyaların sömürülmesi anlamına gelmesi modernleşmenin doğasındaki sömürü mekanizmalarını ifşa etmesi bakımından önemlidir. Timothy Mitchell’in Mısır’ın Sömürgeleştirilmesi’nde sarahatle ifade ettiği gibi Batı-dışı toplumların modernleşmesi ile sömürgeleştirilmesi eşzamanlı bir süreçte gerçekleşir. Her sömürgeleştirme teşebbüsü ve tatbikatıysa, otantik olanı mekanikleştirme, insanı ve hayatı çerçeveleme/kuşatma, bedenleri zapturapt altına alma, eylemleri nicelikleştirmedir. Sömürge mekanizmalarından mülhem tekniklerin dünya sathına yaygınlaşması, tüm dünyanın izlendiği, takip edildiği, kontrol ve denetim altına alındığı bir sürece dönüşmüştür. İnsanlar bağımsız ülkelerin özgür yurttaşları değildir artık, bilakis David Lyon’un ifadesiyle gözetim aracı olarak kimlik kartlarının “vesikalı yurttaşları”dır.[1]
Gözetim toplumu dijital dönüşüm sayesinde yeni bir aşamaya geçmiş, üşüyen insanın bir bütün olarak bedenini, bilhassa da yüzünü kontrol ve gözetim mekanizmalarının nesnesi hâline getirmiştir. Yüz artık insanın ahlaki varoluşunun timsali olmaktan çıkmış ulus-devlet ideolojilerinin, kriminal hesapların verisi hâline gelmiş, biyometrik sınır rejimlerinin simgesi olmuştur. Biyometrik sınır rejimleri, insanın ethos’tan sıyrılıp bios’a indirgendiği, biyolojik özellikleriyle tanımlandığı, yüz, parmak izi, retina analizleriyle damgalandığı bir bağlama dönüşmüştür. Biyometri istatiksel ve niceliksel biyoloji çalışmaları olarak tanımlansa da bugünkü anlamıyla artık o, insan bedeninin karakteristik ölçümünü ve analizini sağlayan bilgi teknolojilerinin işlevsel bir aracına dönüşmüştür. Bunlar arasında her biri doğrulama amaçlı kullanılabilecek parmak izi, retina, iris taraması, ses tanıma, yüz tanıma ve el ölçümleri sayılabilir. Hatta yürüyüş biçimi saptama gibi askeri ve polisiye amaçlarla kullanılan teknikleri bu gruba dâhil edebiliriz. Biyometri savunucuları, biyometrinin kullanıldığı mobil koşullar düşünüldüğünde herkes için yararlı olabilecek şekilde hem güvenliğin hem de kolaylığın sağlandığını iddia ederler. Sadece görünüşe bakılırsa haklı da olabilirler. Ancak bu güvenlik tedbirleri doğrulama ve denetleme ile kimlikleri kategorize etmenin aynı şey olduğunu iddia ettikleri için; doğrulama ve denetleme düşüncelerini eleştiriye ve sorgulamaya tamamen kapattıkları için; güvenlik işlemlerindeki hata paylarının hayatî sonuçlarını görmezden geldikleri için; etkili ve tarafsız oldukları düşünülen yüz tanıma sistemlerinin Afrikalı, Arap, yoksul ve yaşlılara karşı kategorik önyargılar beslediği gerçeğini görmezden geldikleri için sorgulama ve eleştiriye açıktır. Dahası bir takım bedensel niteliklere dayalı tanımlayıcıların en sorunlu yanlarından birisi de orantısız ve istikrarsız bir ayrıma gitmeleridir. Tüm kimlik tanımlama sistemleri nüfus grupları arasında etkin biçimde ayrımcılık yürütme sürecine destek verme eğilimi taşır ve hiçbir sistem sürece dâhil olan herkesi tam anlamıyla tatmin etmez. Her biyometrik ölçüm bir iktidar asimetrisi icat eder. [2]

Meşruiyetini güvenlik temelinde, göç ve terörle mücadele gibi kriminal söylemlerden alan söz konusu mekanizma, kentin merkezinde başlayan gözetimin kentin sınırlarını zorlamasıyla sonuçlanmıştır. Gözetimin maskesi korumak, amacı denetlemek, sonucuysa tahakküm kurmaktır. Foucault’un kavramsallaştırmasıyla aslında bu bir sonuçtan ziyade bedenin yönetilmesi ve sınıflandırılması, biyopolitikanın nesnesi hâline dönüştürülme sürecidir. Bu anlamda insan bedenin en müstesna mahalli olan yüzün kayıt altına alınması ve sınıflandırılması aslında salt bedene değil insanın dünyada var oluş biçimine müdahale anlamına gelmektedir.
Yüz, Levinas’ın ifadesiyle dünyada etik bir var oluşun imkânı ve başkasına karşı sorumlu olmanın zeminidir. Başkasının ufkuyla karşılaşmamız öncelikle onlarla yüzleşebilmemiz sayesinde mümkün olur. Ancak biyometrik sınır rejimlerinde yüz, etik bir varoluştan sıyrılmış, “aritmetik bir yüz” hâline gelmiştir. İnsan varoluşunun haysiyet damarlarına kan veren duygulardan soyutlanmış, mahremiyetin muhafazasından sıyrılmış, verilere, piksele ve algoritmalara indirgenmiştir. Yüz, başkasına karşı sorumluluğun imkânı olmaktan çıkmış, güvenlik sistemlerinin şeffaf ve şiddete açık nesnesi hâline gelmiştir. Örneğin bir pasaport kontrolünde yüzünüz artık sizin kim olduğunuzu, kendinizi nasıl gördüğünüzü değil, güvenlik mekanizmalarının sizi nasıl gördüğünü ve kategorize ettiğini gösteren bir ize, damgaya dönüşmüştür. Bu andan itibaren yüz, sadece bir kimlik işareti değil aynı zamanda bir sınır geçiş izni, bir güvenlik aracı ve bir veri kaynağıdır. Bu yüzün insansızlaşması ve insanın yüzsüzleşmesidir.


Biyometrik sınır rejimleri, insanın kimliğini doğrulamakla yetinmez, tanımlar, sınırlar ve gözetler. Tanımladıkça eksiltir, sınırladıkça azaltır, gözetledikçe eskitir. İnsan artık bir yüze sahip olmanın onurunu değil gözetlemenin nesnesi olmanın korkusunu yaşar. Çünkü artık her hareket, her bakış, her geçiş noktası onun yeniden kategorize edildiği, gözetlendiği anlara dönüşür. Bu durumda insan yüzünün sahibinden ziyade taşıyıcısı ve kiracısı hâline gelir. Agamben’in “çıplak hayat” diye tabir ettiği iklimde politik özne olmaktan çıkar, yaşamsal veri sağlayan biyolojik bir varlığa dönüşür. Modern devletler, bireylerin özel yaşamlarını ve özgürlüklerini sürekli gözetleyerek onları sadece yaşamasına izin verilen “çıplak varlıklar”a dönüştürür. Yüzü, biyolojiye indirgediğinizde o artık bir et parçasıdır. Bu et parçasının konu olmasının sebebi onu tanımak değil kontrol etmektir.
Genel olarak bedenin, özel olarak da yüzün gözetlemenin ve kontrolün nesnesi hâline gelme sürecinde devletler ile şirketler arasında araçlarda ortalıklar olmasına rağmen amaçlarda farklılıklar vardır. Araçları aynıdır: Ekonomik ya da politik gücün gözlere verdiği keskinliği bir takım mekanizmalarla veriye dönüştürme yolları. Amaçlarındaki farklılıksa şirketler, bedenlerde ve yüzlerde müşteri profilini görmek isterken devletler, bedenlerde ve yüzlerde itaatkâr bir tebaa arar. Güvenlik kaygısı veya kâr güdüsü kontrol etmeye, kontrolse insanları kimliklerini yeniden biçimlendiren bir sürece dönüşür. Devlet kapitalizminin mücessem hâli olan bazı vakıalarda gözlemlenebileceği gibi kâr ile güvenlik güdüsünün izdivacına rastlamak da mümkündür. Kâr ve güvenlik güdüleri bir sarmal gibi iç içe geçer, kimyasal elementler gibi birbirinin içinde erir, biyolojik organizmalar gibi birbirini tamamlarlar. Bu düzlemde artık güvenlik kâr olarak, kâr da güvenlik olarak görünmeye başlar. Bundan sonra politik veya sosyolojik çatışmalarda hakem ahlak veya hukuk değil kâr ya da güvenliktir.

Havaalanları kâr ve güvenlik mekanizmalarının buluşmalarının merkezini oluşturur. David Lyon’un ifadesiyle havaalanından geçen her bir yolcu ya bir tüketim fırsatı ya da tehdit unsurudur veya aynı anda hem tüketim nesnesi ham de korku objesidir. Büyük havaalanları, farklı sınıflardan yolcuları açık bir şekilde birbirinden ayırarak, bunlardan bazılarını kapıda beklemeden bekleme salonundan doğrudan uçağa binmesini sağlarken diğerlerini biniş çağrısı sıralarının geldiğini söyleyene kadar kapı önünde sabırla bekletir.
Aslında havaalanları ilk hizmete girdiği andan itibaren güvenlik ve kâr güdülerinin geçiş mekânları olmuştur. Farklı noktalardan gelip ortak bir mekân olarak havaalanında buluşan insanlarla ilgili ilk sorun bu insanların ne kadar okunaklı olup olmadığıdır. James Scott’un da belirttiği gibi bütün kontrol ve denetim mekanizmaları bir okuma stratejisidir. Havaalanında toplaşan insanları okumak; kimin, hangi amaçla, bir yerden bir yere nasıl gittiğini kontrol etmek ve denetim altına almaktır; insanları yüzlerinden ve kişiliklerinden soyutlayarak, parmak, el, göz ve yüzlerini taranabilir nesneler hâline getirmektir. Yolcu doğrulama ve kimliklendirme olarak biyometri, yolcuları sınıflandırma ve kategorize etmeye yarar. Yolcular sessiz ve uysal bir şekilde düzene girip havaalanı boyunca ilerlemeleri için “barkotlar” gibi taranır.[3]


Biyometri bir şeffaflaşma veya transparanlaşma projesidir. Byung Chul Han’ın Şeffaflık Toplumu’ndaki ifadesiyle yeni dogma şeffaflığın güven yarattığı düşüncesidir. Asıl sorunsa şeffaflık konusundaki ısrarın “güven” kelimesinin büyük ölçüde hasar gördüğü bir toplumda gerçekleşmesidir. Görünen o ki, bugünün güvenliği, ironik bir biçimde, güvenlik önlemlerinin koruduğu farz edilen insanların bizatihi kendilerinin şiddetli bir biçimde güvensizlik hissetmesine yol açan yan ürünler üretmekte veya bazı durumlarda kasıtlı politikalar sonucunda güvensizlik durumları ortaya çıkarmaktadır.[4]
Günümüzdeki gibi enformasyon elde etmenin çok kolay olduğu durumlarda toplum düzeni güvenden kontrole dönüşür. Şeffaflık toplumu bir güven toplumu değil kontrol toplumudur. Kontrol beraberinde dijital gözetim mekanizmalarını ortaya çıkarır. Dijital gözetim mekanizmaları beraberinde dijital bir mahremiyet hakkını doğurur. Dijital mahremiyet hakkı salt bireysel bir talep olmaktan çok kolektif bir etik sorumluluk olarak düşünülmelidir. Herkesin birbirinden sorumlu olduğu bir düzenin yerine herkesin gücün karşısında gözetlenerek edilgenleştiği bir sürece geçilmesi, insanların birbirine olan sorumluluklarının yok olması tehdidini de beraberinde getirir. Birbirine karşı sorumluluk duymayan insanların beraberliğindeyse ahlaki bir toplum ya da etik bir cemaat değil kalabalık veya yığın denir. Gözetleme mekanizmaları insanları yüzlerinden arındırarak, birbirlerine karşı yüzsüzleştirmekte, güç mekanizmalarının ağlarına takılmadığı sürece istediği her şeyi yapmasını meşrulaştırmaktadır. Alev Alatlı’nın bilgece ifadesiyle insanlar sadece yasal olanın içinde kaldıkları sürece helalleşememektedir. Hâlbuki olması gereken helalleşmektir. Ancak birbirinin yüzüne bakabilme cesareti olanlar, yüzü olan insanlar helalleşebilirler ve ideal bir toplum veya etik bir cemaat olabilirler.
Biyometrik sınır rejimleri, sadece güvenlik ve kâr politikalarının değil, aynı zamanda insan algısının, kavrayışının ve anlayışının da dönüşümüdür. Yüzün insansızlaşması ve insanlığın yüzsüzleşmesi, teknolojik bir ilerleme değil etik, estetik ve varoluşsal bir gerilemedir. Bu dönüşüm, insanın kimliğini sadece veriye indirgemekle kalmaz, aynı zamanda toplumsal ilişkilerdeki anlamını da yok eder. İnsanlık teknolojinin insan bedenine, yüzüne ve varoluşuna yapacağı müdahalelere karşı yeni etik direniş biçimleri geliştirmediği sürece daha fazla üşüyecektir. Yüzünü yani benliğini kaybedecek, kişiliği damgalanacak, bedeni veri hâline gelecektir. Yüz, yalnızca bir biyometrik veri olmayıp bir insani hak ve özgürlüğün simgesi, insan kalmanın ve kendi olmanın da nişanesidir. Kendini gözetleyen, kendinden utanan, kendine saygı duyan bir yüz yerine başkası tarafından gözetlenen, başkasından kaçınan ve başkası tarafından tehdit olarak görülen yüz, artık insan yüzü değildir. Böyle bir yüze sahip olan insanın kendisi olarak kalması da mümkün değildir.

Güvensizliğin meydana getirdiği soğuklukta insanlar üşümemek için saklanacak, gizlenecek, kapanacak bir yer ararlar. Modern toplumlarda bu durum saklananı, gizleneni, kapananı ifşa eder, damgalar, veriye dönüştürür. Hâlbuki olması gereken insanları tekrar ısıtmanın yollarını bulmak, bir yüze sahip olduklarını, yüzlerinin yaşanmışlıklara, duygulara, inançlara ayna olduğunu hatırlatmaktır. Ancak insanların birbirine bakacak yüzleri olmadığı durumlarda yüz biyometrik bir veri, şeffaf bir obje, ruhsuz bir et parçası hâline gelebilir. Tasavvuf geleneğimizde nefsin köpeğe benzetilmesi ve köpeğin de sahibini yemeye karar verdiğinde önce yüzünden başlaması, ancak yüzünü tanınmaz hâle getirdikten sonra vücudun geri kalanını yemesi hikmetten ari değildir. Yüzünüz, sîretinizin (yaşantınızın) sûreti (aynası) olmaktan çıktıktan sonra onunla ne yaptığınızın artık bir manası yoktur. Manadan tecrit edilmiş yüz, biyometrik sınır rejimlerinin gölgesinde insansızlaştırılmış, insanlar da yüzsüzleştirilmiştir. Biyometrik mekanizmalar varlığını ışığa, güven ise varlığını ısıya borçludur. Anlayanlar için yürekleri her zamankinden fazla sıcak tutmakta nice hikmetler var.
[1] Yeşilçam klasiklerden Vesikalı Yârim filminin neleri ima ettiğini düşünebilirsiniz.
[2]David Lyon, Vesikalı Yurttaş (İstanbul: Kalkedon Yayınları, 2012), 179–189.
[3] David Lyon, Gözetim Çalışmaları (İstanbul: Kalkedon Yayıncılık, 2013), 179.
[4] Zygmunt Bauman ve David Lyon, Akışkan Gözetim (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2020), 115.