Büyük ekrandan küçük ekrana

Büyük ekrandan küçük ekrana.
Büyük ekrandan küçük ekrana.

Rüyalarımızda yazılar da sesler de görüntülerden ibarettir. Peki, rüyalar neden yazılardan veya seslerden değil de görüntülerden mürekkeptir? Bu sualin cevabı (dil ile söylense de söylenmese de) sinemayı sanat olarak kabul ettirmiştir. İnsanlık, Hristiyan takviminin XX. yüzyılı boyunca hayal gücünü besleyen, belleğine yepyeni imgeler yerleştiren sinemayı (tâbir müsaitse) bağrına basmıştır. Sinema üzerine söylenen sözler (belki de tam olarak hesaplanamayacak olsa da) insanlık tarihinin en eski sanatlarından biri olan şiir üzerine söylenen sözlerin hacmine yetişmiş durumdadır. Bu, bir yanıyla hayret bahçesini yeşertse de bir yanıyla da korku patikasının basamaklarını zifte boyamıştır.

IMAX denilen yüksek boyutta ve netlikte görüntü kapasitesine sahip film gösterim sistemleri, küçülen ekranlara karşı, BÜYÜK ekranların ısrarını işaret ediyor.
IMAX denilen yüksek boyutta ve netlikte görüntü kapasitesine sahip film gösterim sistemleri, küçülen ekranlara karşı, BÜYÜK ekranların ısrarını işaret ediyor.

XXI. yüzyıla adımlarımızı atar atmaz ise dijitalleşme denilen bir dalga ile sinemanın hem üretim hem de tüketim formları kökten değişime uğramıştır. Bu değişim hâlâ ve ısrarla konuşulmakta fakat değişimin uğradığı değişimlerin hızına ayak uydurulamadığı için söylenenler genellikle yaşananlardan geride kalmaktadır. Bendeniz de bu yazıyı yazıp bitirdikten sonra, ne kadar geride kalıp kalmadığımı sual edip duracağım.

Aldous Huxley’in meşhur eseri Cesur Yeni Dünya’dan mülhem Henry Jenkins’in dilimize tercüme edilmiş tek eseri, orijinal ismi Convergence Culture olan Cesur Yeni Medya isimli kitabın bu yazıda işleyeceğim mevzular açısından merkezde olduğunu söyleyerek giriş yapmış olayım. Bu yazıyla bir çözüm arayışına girmeyeceğim. Çünkü çözümsüzlüğün arayışı bazen daha verimli olabiliyor.

Sinema salondan çıkıyor

Her ne kadar sinemanın artık sadece salonlara ait bir şey olmadığı dillendirilse de bu durum, şiirin öldüğünü söylemek ile benzer bir yerde duruyor benim için. Fakat bakış açımızı değiştirip (bunu yapmayı insanlar bazen çok severler) şiirin öldüğünü değil de şairin öldüğünü söyleyebilselerdi anlatmak istediklerini yahut hissettiklerini daha iyi bir şekilde gösterebilirlerdi. Bu hesaplama üzerinden ilerlersek, sinema salonlardan çıkmadı belki fakat yönetmenler artık salonların önünden geçmiyorlar diyebiliriz. Elbette neredeyse bütün yazılarda olduğu üzere, bu söylenenlerin kaideler olduğunu vurgulamalıyım. İstisnalar kısmının başarısızlığını zaten biliyor olmalısınız.

Sanat her ne kadar birçok sanatkâr için sanat adına yapılıyor olsa da medar-ı mâişetin ‘toplum’ vesilesi ile elde edildiği de bir gerçek. Bunun yanında günümüzde medar-mâişet -toplum ve sanat kelimelerini yan yana dizip topladığımızda, eşittir işaretinin sağında yazacak kelimenin ‘sinema’ olması oldukça yüksek ihtimal.

Sinemayı her ne kadar yazımın başından beri sanat kelimesinden ayırmadan kullanmaya çalışsam da (sanatın da uğradığı değişimleri göz önünden bulundurarak) ‘medya’ kelimesini de lügatimden çıkarıp göz önüne bırakmalıyım. Sinema günümüzde genel olarak sanat yerine (ne yazık ki) medya kelimesi ile anılmakta. Sözlük anlamı kısaca “kitle iletişim aracı” olarak belirtilen medya, sinemanın salonlardan çıkarılmasına önayak olmuş en ciddi etkenlerden biri. Bu ciddi etkenin ağına direkt olarak en çok yönetmenler düşmekte. Ve uçurumun kenarında, ayaklarının ucundan ilerisini seyreden birçok yönetmen de aşağıdaki ‘toplum manzarası’ndan ciddi güç almakta. Zira medya çerçevesindeki her şey yalnızca teknolojik bir süreç değil aynı zamanda kültürel bir devinim. Eski ve yeni medya biçimleri bir arada var olmaya çalışırken toplum alışkanlıkları da hızla köklü değişimlere uğruyor.

Aldous Huxley - Cesur Yeni Dünya.
Aldous Huxley - Cesur Yeni Dünya.

Eğer sinema bir rüya ise, medya bu rüyanın dejavusudur. “Sinema salonlardan çıkıyor” diyerek pek çok kişinin ağız dolusu dile getirdiği bu dönüşüm, esasında mekânın değil, alışkanlıkların ve teknolojinin değişmesinin bir tezahürüdür. Ne var ki bu değişim, aynı zamanda sinemanın ruhunu kuşatan estetik ve kültürel değerleri de yeniden sorgulamamıza neden oluyor. Peki, rüya olarak sinema, dijital çağın çerçevesine nasıl sığdırılabilir? Veya daha keskin bir sual dillendireyim, sinema bu çerçevede kendi özünden ödün vermeden var olabilir mi? Pek mümkün görünmüyor.

Dijitalleşmenin gölgesinde

Her şey hızla akıyor. Ben bu yazıyı yazmaya başladığım hafta içerisinde, YouTube (şimdilik Premium üyelerine) 3X hızlandırma özelliği sundu. TRT’nin Tabii uygulaması henüz açıldığında, en çok yöneltilen eleştirilerden biri yayınları hızlandırma özelliğinin olmamasıydı. İnsanlar izledikleri şeylerin hızlandırılmış hâllerine dahi zor katlanıyor durumdalar. Estetik ile ticari olanın sınırları bulanıklaşmış bir hâlde. Sualler ardı ardına geliyor ve belki de cevap vermek muhal bir hâl alıyor fakat bir suale daha ihtiyaç duyuyorum yazımın bu noktasında: Sinemayı mı kurtarmalıyız, insanları mı?

Aslında yaklaşan manzara bize birçok şeyi anlatıyordu. VHS kasetler ve ardından da parlak gök cisimlerine benzer DVD’ler (belki de parlak gök cisimlerini DVD’lere benzetmişlerdir), gören gözler için geleceğin bir nevi prototipiydi. Eski araçlar durmadan eskimeye devam ediyordu fakat medya, farklı formlara evrilerek nefes almaktan usanmıyordu. Pandemiyle beraber dünyada yalnızca ekonomik, sosyal yahut siyasal açıdan değil, medya açısından da yeni bir çağ başlamış oldu. “Değişim” dosyasının “Değişiklikleri İzle” özelliği kapatıldı ve bütün değişiklikler kaydedildi.

TRT’nin Tabii uygulaması.
TRT’nin Tabii uygulaması.

Doğru hızda anlatmak

Her izleyici için ayrı hızda akan bir film tasarlanabilir mi? Bu suali sorarken, birkaç sene evvel üretimi duyurulan fakat nedenini bilmediğim bir şekilde yaygınlaşmayan bir TV tasarımı geldi aklıma. İki izleyici ekranın karşısına geçiyorlar ve birer gözlük takıyorlar. Ekran açılıyor ve ekrana bakan iki izleyici de farklı içerikleri izliyorlar. Sesleri ise kulaklıklarla duyuyorlar. Amaç, yalnızca ‘yayınlanan bir içerik’ oluşturmaksa (ki genel olarak durum bundan ibaret) söylenecek zaten pek bir şey yok. Fakat genelin çatlaklarından sızmaya çalışanların beklenmedik bir şekilde etki gösterebileceğini de göz ardı etmemek gerek. Bazı yönetmenlerin ısrarla sinema salonlarında izlenecek filmler yaptığını duymuş olmalısınız. IMAX denilen yüksek boyutta ve netlikte görüntü kapasitesine sahip film gösterim sistemleri, hâlihazırda küçülen ekranlara karşı, BÜYÜK (hatta daha BÜYÜK) ekranların ısrarını işaret ediyor. Hikâye anlatmanın verdiği dayanılmaz zevki çevreleyen hafiflik, bir şekilde ‘gımıldayan fotoğraf kareleri’ni çekici kılmayı başarıyor. Fakat fastfood tüketerek (ki bugün saatlerce başında oturulup, yenilip içilerek zaman geçirilen masaların bile bir çeşit fastfood örneği olduğunu itiraf etmeliyiz) Tarkovski’nin sanatına ne kadar ihtiyaç duyulabilir ki diye de düşünmek gerekiyor. Belki de Tarkovski’nin sanatı bizim için giderek hiçbir şey ifade etmemeye başlayacak ama Tarkovski sanatı üzerine hazırlanmış on beş dakikalık bir YouTube videosu, dürüm-ayran yerken izlenebilir bir şey, öyle değil mi?

Demokratikleşerek İlerleme

Ben her ne kadar sosyal medya platformları üzerinden demokratik bir söylemin gerçekleşme ihtimalini zayıf görsem de genel olarak misal YouTube’un demokratikleştirmeyi getirdiği sık sık vurgulandığı için böyle bir başlık yazmak durumunda kaldım. Kimilerine göre (çoğu demokrat olduğunu söyleyen insanlar açısında) YouTube, sinema için bir meydan okuma olduğu kadar bir fırsat da sunuyor. Bir kameraya ve temel kurgu-montaj bilgisine sahip olan herkesin bir hikâye anlatıcısına dönüşebileceği bu platform, sinemanın estetik ve teknik bariyerlerini ortadan kaldırıyor. Ancak bu özgürlük, sinemanın sanat kimliğini korumasına yardımcı oluyor mu, yoksa bu kimliği daha da belirsiz bir hâle mi getiriyor, bu konuda kararsızlık bayraklarını açıyorlar. Jenkins’in “katılımcı kültür” kavramı üzerinden cevaplar arayan bazıları ise, giderek artan üretici katılımın daha estetik olmayan ve anlam derinliğinden yoksun sonuçları sebebiyle konuşmalarını sonuçlandıramıyorlar. Elbette YouTube’un, geniş kitlelere sinemayı ulaştırdığını iddia eden zihinlerin de söyleyecek sözleri var, fakat başa dönmek şu an için zor olmasa gerek. Bu sefer şöyle bir sual takılıyor aklıma. Sinema kurtarılmak istiyor belki, peki insanlar kurtarılmak istiyorlar mı?

Nihayet

YouTube, zamanını tam olarak hatırlamıyorum fakat sanırım iki seneyi henüz geçmemiştir, izleyiciler adına bir karar aldı, benim için oldukça mide bulandırıcı bir karar olduğunu hemen araya sıkıştırayım, artık videoların like (beğenme) yahut dislike (beğenmeme) butonları farklı bir şekilde çalışmaya başlamıştı. Evvelden iki butonunda hemen yan taraflarında birer sayaç vardı. Butonların etkileşimine göre sayaç artıyor yahut azalıyordu. İzleyicilerin hangi videoyu daha çok beğendiğini yahut hangi videoyu daha fazla beğenmediğini sayaçlardaki numaralardan anlayabiliyordunuz. Bu bilgi sadece diğer izleyiciler için değil ayrıca YouTube kanal sahipleri için de güçlü bir veriydi. Kanal sahipleri hangi videolarının ne kadar beğenilip beğenilmediğini görebiliyorlardı. YouTube, butonların bu şekildeki çalışma biçimlerini değiştirdi. Şu anda sadece beğenme butonunun sayısını görebiliyorsunuz. İlginç bir şekilde, sadece izleyiciler değil kanal sahipleri de hangi videolarının ne kadar beğenilmediğini göremiyorlar. Önceki paragraflarda “… her ne kadar sosyal medya platformları üzerinden demokratik bir söylemin gerçekleşme ihtimalini zayıf görsem de …” şeklinde kurduğum cümleyi tekerrüren hatırlatmak istiyorum. YouTube’un bu değişikliği benim aklıma hemen Adolf Hitler’in hazırlattığı o meşhur oy pusulasını getirdi. Neden bir videonun ne kadar insan tarafından beğenilmediğinin gösterilmediğini şöyle bir düşünelim… Karşımızda korkutucu bir manzaranın olduğunu göreceksiniz. Fakat bu manzara henüz, karanlık odanın açık kapısından bakıldığında, içeride görünen ve iç ürperten bazı şekilleri barındırıyor. Henüz odaya girmedik. Belki henüz eşikteyiz. Fakat bir gün o odaya kendi isteğimizle gireceğiz ve kapıyı ardımızdan kapatacaklar.

Sonra mı? Şöyle de denebilir: Don’t Panic!

Şöyle de: “Yunus sözü âlimden, zinhar olma zalimden / Korkadurun ölümden, cümle doğan ölmüşdür.”