Büyülü anlatılara bir başka bakış

Küçükten büyüğe her insanın kulağına çalınan, kundaktaki bebeğin uykusuna, okuldaki çocuğun kitabına, yaşlı ninelerin soba yanı muhabbetlerine eşlik eden bu kalıplaşmış cümleler aslında bir toplumun ana karakterini belirleyen ögelere sahip.
Küçükten büyüğe her insanın kulağına çalınan, kundaktaki bebeğin uykusuna, okuldaki çocuğun kitabına, yaşlı ninelerin soba yanı muhabbetlerine eşlik eden bu kalıplaşmış cümleler aslında bir toplumun ana karakterini belirleyen ögelere sahip.

Masalların içerisinden seçilen pek çok olumlu çıkarım gelecek kuşaklara yol gösteriyor, düşünce ve duygu noktasında toplum içerisinde birliktelik sağlıyor. Ancak detaylı şekilde irdelendiğinde bu metinlerin içerisinde toplumu ve özelde insan tekini olumsuz yönde etkileyen unsurların bulunduğu ve bu unsurların toplum tarafından farkında olunmayan ve giderek büyüyen bir şiddet eğilimine götürdüğü aşikâr.

Masallar bir toplumun sözlü kültüründeki en büyük alanı kaplıyor. Ağızdan ağza nakledilen bu cümleler nesiller boyunca içerisine farklı insanlardan farklı kelamı alarak yavaş yavaş ilerliyor ve bir noktada gelişimini tamamlayarak son hâliyle aktarılıyor. Küçükten büyüğe her insanın kulağına çalınan, kundaktaki bebeğin uykusuna, okuldaki çocuğun kitabına, yaşlı ninelerin soba yanı muhabbetlerine eşlik eden bu kalıplaşmış cümleler aslında bir toplumun ana karakterini belirleyen ögelere sahip.

Toplum kültürünü sıkıştırılmış hâlde gelecek nesillere sunan bir müze gibi düşünebiliriz masalları. Bu sözlü aktarımlar; geçmiş kuşakların insana, doğaya, hayata bakışını tek bir merkezden sunan birikimler bizim için. Onların içerisinden seçilen pek çok olumlu çıkarım gelecek kuşaklara yol gösteriyor, düşünce ve duygu noktasında toplum içerisinde birliktelik sağlıyor. Ancak detaylı şekilde irdelendiğinde bu metinlerin içerisinde toplumu ve özelde insan tekini olumsuz yönde etkileyen unsurların bulunduğu ve bu unsurların toplum tarafından farkında olunmayan, devamında giderek büyüyen bir şiddet eğilimine götürdüğü de aşikâr.

Çirkin Ördek Yavrusu.
Çirkin Ördek Yavrusu.

Bu noktada Andersen’in yazdığı Çirkin Ördek Yavrusu; nesiller boyunca her ailede çocuklara okunan, onların yatma saatlerine eşlik eden masallardan bir tanesi ve yukarıda anlatılagelen eğilimlerin oluşumuna meydan vermesi anlamında dikkate değer bir örnek niteliği taşıyor. Masalda kısaca siyah tüylü olarak doğan ve kardeşleri tarafından dışlanan bir ördeğin büyüdüğünde “bembeyaz” bir kuğu olarak karşımıza çıkışı ve çevrenin ona duyduğu hayranlık hâli anlatılıyor. Şimdilerde Batı toplumundan yayılarak tüm dünyayı saran bir “güzellik” algısı ve vurgusunda bu masalların yerinin olmadığını savunabilir miyiz? Dünyada artık bir hastalık olarak kabul edilen obezite ve dahası pek çok yeme bozukluğunun; ayna karşısından ayrılamayan, gün içerisinde yüzlerce kez selfie çekilen, henüz ilkokul çağında olmasına rağmen yüzünden makyajı eksik olmayan çocuklardaki bu algının, takıntıların ve maalesef hastalıkların temelinde bu “kültürel aktarım”ın olmadığını savunmak kendine kör kalmaktan başka bir duygulanım hâli değildir elbette.

Diğer yandan siyah tüylü olarak doğan bir ördeğin, diğer kardeşleri gibi davranabilme (yüzme, konuşma, hareket edebilme vs.) kabiliyeti olmasına karşın onlar tarafından dışlanması ve hor görülmesi, devamında “çirkin yavru”nun evi terk etmesini izleyen günlerde “bembeyaz bir kuğu”ya dönüşmesi, Batı toplumunun iliklerine işlemiş ırkçılık vurgusunun izlerinden bir tanesi olarak karşımıza çıkıyor. Siyahi olan, hayvanlar âleminde dahi kabul görmeyen bir canlı türü, dışlanması makul bir davranış şekli ve “güzel” algısına uygun olana değin toplum içerisine alınmaması gereken bir varlık gibi gösteriliyor. O, beyaz bir kuğuya dönüştüğünde herkesin hayran bakışları içerisinde kendisine inanamıyor ve o zamana kadar yaşadığı tüm travmatik duyguların üstesinden ancak bu şekilde gelebiliyor, dış güzellik ile. Âlem onu ancak bu şekilde kabul edebilme becerisi kazanıyor.

Külkedisi.
Külkedisi.

Aimé Césaire, Sömürgecilik Üzerine Konuşmalar başlıklı yapıtında şöyle başlıyor sözlerine: “İçlerine ustalıkla korku, aşağılık kompleksi, ürperiş, boyun eğiş, umutsuzluk, uşaklık aşılanmış milyonlarca insandan söz ediyorum.” Hiçbir şekilde ve hâlde önüne geçilemeyen, ilerlemesi önlenemeyen, dünden bugüne kötü bir tümör gibi hızla yayılan ırkçılığın, insanların içine “ustalık”la yerleştirilmesi esnasında masallardan ve büyülü anlatımlardan güç alınmadığını kim söyleyebilir?

Batı’da yıllardır insanoğluna ten renginden dolayı yapılan eziyet ve hakaret insandan hayvanlar âlemine sirayet ediyor. Siyah tenli insanın beyaz olana karşı duyduğu küçüklük ve ezilme duygusu, yaşadığımız çağın en göze batan olgularından biri iken belki de bu duygunun getirdiği hazza varan beyaz insan bu duygulanım hâlini masallar yoluyla gelecek kuşaklara aktarıyor, kaybolmasını istemiyor. Çocuklarının da yaşanılan dünyada eşitlik, insan hakları ve hakkaniyet gibi temel değerlerin öğretisinden geçmeden kendileri gibi devam etmesini istiyor. İşte bu hâl ki çirkin ördek yavrusu ancak bembeyaz bir kuğu olduğunda feraha eriyor.

Hans Christian Andersen, Danimarkalı yazar, şair. Geleneksel masallardan yararlanarak yazdığı özgün masallar ile tüm dünyada tanınmıştır.
Hans Christian Andersen, Danimarkalı yazar, şair. Geleneksel masallardan yararlanarak yazdığı özgün masallar ile tüm dünyada tanınmıştır.

Frantz Fanon’un, Siyah Deri Beyaz Maskeler isimli kitabında yer verdiği pasaj her anlamda dikkat çekici bir içerik taşıyor: “J.V. başkalarından farkı olmayan biri olmak ister ama bu durumun düzmece olduğunu bilir. O, arayandır. Dinginliği, Beyaz’ın gözlerinde izini arar. Çünkü o ‘öteki’dir. Kendini duygusal olarak yetersiz bulma, terk edilme korkusu içindeki bir kişide her zaman son derece acılı ve takıntılı bir dışlanma duygusu, hiçbir yerde kendisine yer olmadığı, duygusal anlamda her yerde fazlalık olduğu duygusunu yaratır… ‘Öteki’ olmak, terk edilme korkusu yaşayanların dilinde sık karşılaştığım bir ifade. ‘Öteki’ olmak, kendini her zaman sallantılı bir konumda hissetmek, tetikte olmak, reddedilmeye hazır olmak demektir. Bir yandan da bilinçsizce öngörülen felaketin gerçekleşmesi için gereken her şeyi yapmak.”

Bu anlamda hayvanlar âleminden insanlar âlemine akan bu anlatım şeklinin, bireylerin kulağında yer edinerek tüm ruhuna sirayet ettiğini ve içinde yaşadığı dünyanın onu ancak dış güzelliğiyle kabul edebileceğine inanan bir sürü hâline getirerek tüketim çılgınlığına sevk ettiğini söylemeden geçmek de doğru olmayacaktır. Dünya üzerinde estetik operasyonlara harcanan milyonlarca para, giyim endüstrisinin yeryüzünü getirdiği atık çöplüğü, hayatta en göz önünde bulunan ama aynı zamanda ucuz bir eşya niteliğine indirgenen kadın bedeni gözetildiğinde, tüm bu sözlü kültür ve zamanımızda yaşanan olgular arasında bağdaşım kurmak zor olmayacaktır.

Diğer yandan Batı’da anlatılagelen ve tüm dünyaya yayılan Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler, Sindirella, Uyuyan Güzel; günümüzde animasyon film olarak sunulan Shrek, Frozen gibi anlatım ve gösterimlerde kadın üzerinden derlenen bir kurguda yer alan erkek egemen vurgunun gözlerden kaçması ise imkânsız. Bahsedilen masallarda, başından herhangi bir olumsuz durum geçen prenses, bir prensin öpücüğü ile yeniden hayata kavuşuyor. Prensesin “dirilmesi” ancak bir erkek dokunuşu ile mümkün ve ancak bu şekilde sonsuza kadar mutlu yaşanabilir vurgusu etkin hâlde karşımıza çıkıyor: happily ever after.

Rapunzel.
Rapunzel.

Tüm bu masallarda gündelik hayattan koparılmış kadınlara rastlamamız mümkün. Rapunzel ancak “sapsarı ve upuzun” saçları ile konuşuluyor ve dış dünyadan tevkif edilmiş hâlde “kurtarıcı”sını bekliyor. Sindirella yine güzelliğiyle ön plana çıkmasının yanı sıra üvey kardeşleri tarafından zorbalığa uğrayan bir karakter iken Shrek, karısı Fiona’yı ateşler saçan ejderhanın bulunduğu kuleden kaçırarak “kurtarıcı” imajının eksikliğini tamamlıyor. Tüm bu Walt Disney söylemleri bir araya getirilerek okunduğunda, dış dünya ile tüm bağları koparılmış kadının ancak bir figür olarak başkahraman olması ve bir erkek tarafından “kurtarıldığında” figüranlıktan çıkıp gerçek insan pozisyonuna kavuşabilmesi bilinçaltımıza işlenen ve toplumda var olan genel algının varlığını açıkça ortaya koyuyor. Prenseslerin duyduğu “kurtarılma ümidi” onları ayakta tutuyorken tüm hayatları boyunca ancak tek bir “öpücük” uğruna yaşıyorlar.

Yukarıdaki pasajda bahsi geçen prenses anlatımları ile büyüyen Batı nesli kadınları içerisinden “feminist” bireylerin çıkmamasının imkân dâhilinde olmadığının söylenmesi hâlinde, bunda şaşırılacak bir nokta olmadığı açıktır. Kadının “kurtarılmaya ihtiyacı olan bir varlık” olarak algılanmasının getirdiği bozulma ile karşılaşan nesiller, erkek ve kadın arasında yaratılış sebebi ile var olan farklılıkları birer denge kayması, yarışa tabi tutulabilecek davranış şekilleri olarak benimsemelerinin devamında büründükleri “aşırı” eğilimler sonucu feminist akımı doğurmuşlardır. Feminizm tanımı olarak yer alan “Aynı seviyede olma durumu, eşitlikten anlaşılan (kadın ve erkek gibi) toplumsal gruplar arasındaki yaşam koşullarındaki eşitsizliğin asimile edilmesidir” cümlesi gelinen noktayı gözler önüne sermektedir: Erkek ve kadın arasındaki eşitsizlik hâlinin ne kadarının fıtraten ruh ve bedende bulunduğu önemsenmeksizin, yalnızca insanoğlunun sınırlı bakış açısı, medya algısı ve yukarıda sözü edilen masallar ve büyülü anlatılar ile “yaratıldığı” sorgulanmaya muhtaç terimlerdir. Tüm bu söylemlerin karşısında Rûm Suresi 21. ayet mutlak suretiyle durmaktadır: “Onlara ısınıp kaynaşasınız diye size kendi türünüzden eşler yaratıp aranıza sevgi ve şefkat duyguları yerleştirmesi de O’nun kanıtlarındandır. Doğrusu bunda iyi düşünen kimseler için dersler vardır.”

Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler.
Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler.

Yukarıda bahsi geçen başlıklar birleştirildiğinde ortaya çıkan tablonun ve gelinen noktanın hiç de iç açıcı olmadığı söylenmelidir. Bu noktada dünyamızı etkisi altına alan olumsuz duygu ve düşüncelerin kontrol edilemez boyutlara varmasında, masal ve büyülü anlatıların yerinin bolluğu gözden kaçırılmamalıdır. Her şeyden önce gelecek nesillerin bu anlatımlardan etkilenmesinin önüne geçebilmek toplumsal farkındalığa bağlıdır. Toplumsal hâlde yaşamın ve sıkıştırılmış hâlde bu kültürün sözlü geleneğe yansıması, devamında bu sözlü anlatıların işitsel ve görsel her türlü aktarımla toplum içerisinde kendisine sarsılmaz bir konum elde etmesi nihayetinde ortaya çıkan kısır döngünün kırılabilmesinin ancak bu farkındalıktan geçtiği unutulmamalıdır. Nihai hedefin erdemli bir toplumun oluşturulması olduğu her düzlemde, insanoğlunun ortaya çıkardığı sapkın duygu ve düşüncelerin önüne geçmenin dünden bugüne her bireyin vazifesi olmasının yanı sıra, insan olabilmenin başlıca şartlarından birinin hakikati aramak ve onun ışığında davranışta bulunmak olduğu da hatırlanmalıdır. Son olarak sözlerin, ancak insanın bu dünyada ne istediği sorusu ve buna verilmesi gereken yanıt ile anlam kazanacağı ile bitirilmesi uygun görülmüştür.