Çeşme başında selfi, traktörde canlı yayın

​Çeşme başında selfi, traktörde canlı yayın
​Çeşme başında selfi, traktörde canlı yayın

Hangi Fadime’nin düğününden bahsediyorsun? Fadime cemiyete kendini Fatoş diye tanıtalı en az otuz sene oldu, unuttun mu? Fatoş da köye gelin gitmiyor artık, ilçe merkezinde evi, sigortalı işi olan eş istiyor. Hadi selfi çekinmek için vardı çeşmenin başına da, traktör başında canlı yayın yapan Mustafa’ya âşık oldu diyelim. Düğünlerini köyde mi yaparlar sanıyorsun? Komşunun kızı Neriman’ın düğününde gelin ve damat pasta keserken Bond’un Victory’si çalmıştı da etraflarından konfetiler saçılmıştı. Sen sanıyor musun Fatoş başının üzerinden darı dökülsün ister?

Son moda kişilik testlerini bilirsiniz. Hani, “Güldüğün tweetlere göre ruhunun hangi millete ait olduğunu söylüyoruz”,Çantanın içindekileri söyle, sana kim olduğunu söyleyelim”, “Beğendiğin filmlere göre hangi şehirde yaşadığını tahmin ediyoruz” gibi konuları olan testler. Çoğunlukla işsiz güçsüz zamanlarda, “Bakalım doğru çıkacak mı?” diye doldurulur. Biraz da test hazırlayıcısı test edilir aslında. Hakkımızda doğru bilgiler verirse seçtiğimiz renklerden hangi burçtan olduğumuzu nasıl anladığına hayret ederiz de “Verdiğin yanıtlara göre senin sevimlilik oranın yüzde 1” sonucunu görünce “Sensiz sevimsiz! Kim hazırlıyor ya bu soruları!” diye bozuluruz. Bu zaman katili testlerin önemli bir çoğunluğu, ünlü bir markanın sponsorluğunda hazırlanır. “Ne kadar titizsin?” testinin sizi en son model elektrikli süpürge reklamına yönlendirmesi an meselesidir.

Tamam, çok filmografik bir hayatım yoktu. Ama Yeşilçam’ı çok sevdiğimden içimdeki merakı da bir türlü bastıramıyordum. Kim olmayı bekliyordum bilmiyorum, ama sonuç Filiz Akın çıktı.
Tamam, çok filmografik bir hayatım yoktu. Ama Yeşilçam’ı çok sevdiğimden içimdeki merakı da bir türlü bastıramıyordum. Kim olmayı bekliyordum bilmiyorum, ama sonuç Filiz Akın çıktı.

Şimdi neye nasıl cevap verdiğimi hatırlayamadığım, belki bugün çözsem ortaokul terk çıkacağım bu testlerden biri, o gün “Harvard Hukuk mezunu olmalısın” diye sonuçlanınca bizim evi bir şenliktir aldı. “Hey yavrum hey! Anan da mı Harvardlıydı?” diye kendimle gurur duyunca eşimi de testi çözmeye zorladım tabii. Aslında akademisyen olan ve üniversiteye derece ile giren eşimin sonuçları, en iyi bölümlerine aldığı öğrenciyi bile üç yüz bininci sırasından seçen üniversiteyi gösterince, işi gücü bıraktım, başladım testleri çözmeye.

Kim bilir ne cevherler gizliydi bende. Ama test konularının hepsi çok da anlamlı değildi. “Önceki hayatında hangi millettendin?” sorusu “E lestü bi rabbiküm?” sorusuyla çelişince testleri de seçmeye başladım. Onu ele, bunu ele derken sonunda beklediğim testi buldum. “Hayatın film olsa, hangi Yeşilçam yıldızı başrol olurdu?”Hah, işte bu çözülürdü. Tamam, çok filmografik bir hayatım yoktu. Ama Yeşilçam’ı çok sevdiğimden içimdeki merakı da bir türlü bastıramıyordum. Kim olmayı bekliyordum bilmiyorum, ama sonuç Filiz Akın çıktı.

Filiz Akın’la hiçbir bağımı kuramamış olacak ki, “Ne alaka?” dedi eşim. Dedim, “Ne demek ne alaka? Filiz Akın, Türk sinemasının en kentli kızıdır bir kere. Öyle bir tipi vardır ki, ona köylü kadın rolünü oynatamazsın. Üst sınıftır, hatta Avrupai’dir. O karakteristik burnuna tezek kokusu, yüzüne köy tozu, ağzına “Sütümü helal etmem oğul” sözü yaraşmaz. Ne Fatma Girik gibi yavrusunu beşiğinden kapan kartalla boğuşacak kadar yamandır ne de Türkan Şoray gibi hasta çocuğuna şifa ararken kalp pili yerine kalem pil alacak kadar saf köylüdür. Onun saflığı, onun için köyde kalacağını sanacak kadar çok sevdiği Ferit’e âşık olan Emine’nin saflığıdır.

Kendi ağzınla dedin işte” dedi eşim. “Tatlı Dillim filminde Emine köylü değil miydi? Ferit’le saman yüklü at arabasını sürerken çarpışmıyorlar mıydı?

“Emine köylü değildi bir kere. Emine idealist bir öğretmendi. Kendini köy çocuklarını eğitmeye adamış, bu yüzden köyden ayrılamayan bir öğretmen. Gayretiyle köye su getirmiş, İstanbul’da okumuş, ama İstanbul’un eğlenceli şehir hayatını boş ve anlamsız bulan bir öğretmen. Boyalı sarı saçlarının üzerine kondurduğu küçücük yemeniyi -daha sonra dönüşeceği Mine’den biraz olsun farklılaşmak için olsa gerek- sınıfta bile çıkarmayan, köylülerle derede çamaşır yıkayan bir öğretmen.

“Bunun neresi kentli kadın davranışı?” dedi eşim. “Kadın köylüyle köylü olmuş işte.”

“Onlar gibi giyinmeye çalışması, onlarla aynı sofrada yemesi elbette çok anlamlı. Güzel de. Ama şalvar giymeyle köylü olunmuyor. Zaten Emine şalvar da giymiyor. Bir bak bakalım, kumaşı çiçekli pazen ama eteği diz üstünde elbiseli kadın var mı köyde? Çift süren Emine öğretmen kara lastik giymiyor dikkat et, ya topuklu ayakkabı giyiyor ya da çıplak ayak sürüyor. Ama kentli davranış dediğim bunlar değil. Tatilde bile genç kızlara dikiş öğreten, hastaları tedavi eden, köydeki çocukları bir an olsun yalnız bırakmayan bir kişi, köylüyü eğitilmeye muhtaç olarak görmüyor mudur? Bu oldukça kentli bir bakış açısı değil mi? ‘Ben gidersem nice olur bu insanlar?’ düşüncesi, köylüye nerden bakıyor sence? Ancak bir kentli, köylüyü eğitmek, kendine benzetmek ister. Çünkü kentliye göre köylü cahildir. Muhtarın evinde onun kızı gibi yaşarken, muhtarın torunlarına gece yatmadan yıkanmayı öğretiyor. Tabiri caizse onları ‘temizliyor’, ‘inceltiyor’, ‘kibarlaştırıyor’. Onları küçümsemiyor evet, ama gece yatarken ‘iyi geceler’ demeleri gerektiğini hatırlatacak kadar müdahil oluyor hayatlarına. İşte bunlar kentli davranış.”

Eşimin kafası iyice karışmıştı. “Ben anlamadım şimdi, sen kentli olmayı olumluyor musun olumsuzluyor musun?” Tam cevabımı verecekken, devam etti. “Şimdi anladım! Sen yazın köye gitmemek için şimdiden yol yapıyorsun. Ne alıp veremediğin var köyümle anlamıyorum. Çocuğumuz horoz ne der deyince ‘cock a doodle doo’ mu desin?” Elindeki hayvan kartlarına bakan kızımıza döndü. “Sen anana bakma kızım, horozlar ‘ü ürü üüüü’ diye öter bizim köyde. Anan İngiliz Kraliyet ailesinden geldiği için bilmez. Bizim gitmesek de görmesek de bir köyümüz var ve ben eninde sonunda o köye yerleşeceğim.”

Hangi birine cevap vereceğimi şaşırdığım bu ithamların karşısında, ne yapacağımı düşünürken elime telefonu aldım. Ferdi Tayfur’un “Fadime’nin düğünü” şarkısını buldum, eşimin eline tutuşturdum. “Ben hayatta o köye yerleşmem” deyip çocuğu kaptığım gibi içeri geçmemi mi bekliyordu bilmiyorum, ama ona şarkı armağan ettiğimi görünce şaşkın şaşkın yüzüme baktı. Şarkıya alkışla tempo tutan kızım, Ferdi Tayfur’un başına taktığı kasketi fark ederek “kapka kapka” derken biz, büyük ekran moduna aldığımız klibi beraberce izlemeye koyulduk. “Böyle Fadime mi olur?” diye aklımızdan geçirdiğimiz gelin, iki kişilik halaydan zevk almayıp elini bırakan bezgin köylü, düğünü şenlendirmek için tozlu adres defteriyle şehre giden ve yüzlerce kişiyi, “Hadi gel köyümüze geri dönelim, Fadime’nin düğününde halay çekelim” diyerek toplayan Ferdili klibi keyifle izledik. Eşim sadede gelmemi beklediğini hissettiren bir bakışla kafasını salladı. “E ne diyorsun, gidiyor muyuz Fadime’nin düğününe?”

“Hangi Fadime’nin düğününden bahsediyorsun? Fadime cemiyete kendini Fatoş diye tanıtalı en az otuz sene oldu, unuttun mu? Fatoş da köye gelin gitmiyor artık, ilçe merkezinde evi, sigortalı işi olan eş istiyor. Hadi selfie çekinmek için vardı çeşmenin başına da, traktör başında canlı yayın yapan Mustafa’ya âşık oldu diyelim. Farkındaysan ‘sevdalandı’ demedim, zira ne sevda var artık ne de ‘âşık olmadan da evlenilir’ diyen kız. Düğünlerini köyde mi yaparlar sanıyorsun?

Komşunun kızı Neriman’ın düğününde gelin ve damat pasta keserken BondunVictorysi çalmıştı da etraflarından konfetiler saçılmıştı. Sen sanıyor musun Fatoş başının üzerinden darı dökülsün ister? Hadi, köyde ya da şehirde düğün yaptılar de evlendiler diyelim. Zannetme ki kendi tarlasında çalışacak, mahsulünden geçinecek Fatoş. Sizin köydeki kapı komşunuz kendi tarlasında patron olmak yerine, tavuk fabrikasına girip işçi olmamış mıydı? Neden işçiliği köylülüğe tercih etti hiç düşündün mü? Peki Fatoş ne isteyecek sence? Hadi, tarladan gelir elde etmeyi kabul etti. Televizyonda izlediği dizilerde ‘Aa, hafta sonu Paris yağışlıymış, gitti bizim tatil’ diye silikonlu dudağını bir türlü bükemeyen Müge’yi görecek de, ‘Allah vere de çok yağmur yağmaya, yoksa tüm mahsul ziyan olacak’ diye dertlenebilecek mi? Hadi onu da yaptı diyelim. Köydeki en değerli şey topraktır, mülktür. Eşinin arazisinden bir metrekare içeri girdi de, ürünleri haksız yere topladı diye eşiyle abisinin küsmesine, eltisiyle kanlı bıçaklı olmaya dayanabilecek mi?” Eşimin omzuna şefkatle dokundum. “Köyün gerçekleri bunlar canımcım. Ayrıca çoktan unutuldu o Ferdi Tayfur şarkısı. Bakma Mecnun’un telefonunun zil sesi olduğuna.”

Ben böyle söyleyince eşimin canı sıkıldı. “Ama” ile başlayan cümleler kurması an meselesiydi. Öyle de oldu. “Ama Tatlı Dillim mutlu sonla bitmemiş miydi? Ferit sonunda köye gelmedi mi? Emine ile köyde kalmaya karar vermedi mi? Bundan niye bahsetmiyorsun peki? Sen Ferit kadar şehirli misin? Ayrıca bir sürü ünlü kişi köylerden ev alıyor, bahçe işleriyle uğraşıyor artık. Söz gelimi, ünlü tiyatroculardan biri tası tarağı topladı, Köyceğiz’e yerleşti. Mis gibi köy yumurtası yiyor, GDO’suz besleniyor. Biz niye yapamayalım? Çocuğumuz köy meydanında koştursa; hayvanlarla, ağaçlarla iç içe olsa; domatesi dalından koparsa; bir meyvenin büyümesini gözüyle görse fena mı olur? Karpuzun ağaçta yetiştiğini sanacak senin yüzünden. Koyunu Küçük Prens’in kutusunda görecek çocuk.

Eşim böyle söyleyince beni bir gülmedir aldı. Eline bir gül alıp gelmişliği yoktur ama söz konusu köy olunca romantik olacağı tuttu adamın.

“Film mutlu sonla bitti evet. Ama devamını bilmiyoruz ki. Bence, aradan zaman geçince Ferit köyden sıkılmaya başladı. Köyün yumurtası, havası iyi de, kol gücüyle iş yapmak ağır geldi paşama. Tüketmeye alışmış adam, üretmeye dayanamadı anladın mı? Sadece bir hindiba bitsin diye aylarca beklemeye tahammül edemedi, hızlı yaşamaya alışmıştı. Yavaşlayamadı, sabredemedi. Köy kahvesi kesmedi, Boğaz’daki kafede latte içmeyi özledi. Tamam, köy kahvesinde çay elli kuruş, kahve bir lira; ama nasıl desem, o kırmızılı beyazlı çay tabağından sıkıldı Ferit. O kalp şeklindeki ahşap tepside sunulmuş, güllü lokumlu kahveye on yedi lira yirmi beş kuruş vermeyi özledi. Zaten kahvedeki Hamit Emmi’nin muhabbeti de sıktı Ferit’i. Adam her konuyu ‘Amerika’nın oyununa’ bağladı biliyor musun? Şükrü Dayı da sürekli para etmeyen mahsulden, gübre fiyatlarından konuşuyordu. Tamam, onlar her düğünde, cenazede, sünnette beraberlerdi; kapıları herkese açıktı; Ferit’e de çok hürmet ediyorlardı ama arkadaşlarıyla ‘devrim’i konuşmayı özledi Ferit. Sonunda Emine’yi İstanbul’a gitmesi için ikna etmeye karar verdi. Emine de ‘Basketçi karısı olmam ben, adam gibi doktorluğunu yap. Eski alışkanlıklarını bırakıp mesleğini yapacağına söz verirsen İstanbul’a gelirim’ dedi. Çünkü köyde biraz da kimsesizliğinden kalıyordu. Artık kimsesiz değildi. ‘Tamam’ dedi Ferit. ‘Yeter ki böceksiz, faresiz bir evimiz olsun artık. Söz veriyorum, ne zaman istersen gelir kalırız köyde.’ Emine, sonunda İstanbul’un nezih bir semtine eş durumundan atandı. Başlarda çok özledi köyü, ama sonra gürültüye, trafiğe alıştı. Şimdi emekli sınıf öğretmeni. Yazları Armutlu’daki tatil köyüne gidiyorlar. Zaman zaman Boğazköy’e de geliyorlar tabii. Biraz yumurta, biraz sebze, meyve götürüyorlar evlerine. Köyde selfie çekip Instagram’da paylaşıyorlar. Köy onlar için bir dekor artık. ‘Watercolor’ efektiyle çok fotojenik olan bir arka plan.”

“Ne yazdın be iki dakikada” dedi eşim. “Yazık ettin güzelim senaryoya.”

O sırada bizim kız, muhabbetimizden sıkılmış olacak ki, kucağıma oturmak istedi. Baktım, elleriyle bir şey anlatmaya çalışıyor. Avucunun ortasında bir parmağını gezdiriyor, diğer parmaklarını sırayla büküyor. “Haa!”dedim. “Sen parmak oyunu mu oynamak istiyorsun? Hadi gel oynayalım.” Küçük elini avucuma aldım. Başladım tekerlemeyi söylemeye, “Bu tutmuş, bu kesmiş, bu pişirmiş, bu yemiş…”

Parasız, faizsiz, alkolsüz : Ekolojik köyler

Eşim, oyun bahanesiyle köy tahlilimden kurtulacağını sanıyordu. Ama bir kadın, kocasını ikna etmeden asla susmaz. O küçük molayı eşimi ikna etmekte ustaca kullanmalıydım. Dedim, “Senin gibi fotoğrafta değil, gerçek hayatta arka planı köy olan adamlar, sanıyor ki köyde eskisi gibi yaşayabilecek. Çok azı hariç yaşayamaz kimse. Sen de yaşayamazsın. Sen de özlersin ismin yazılı o kahveyi içmeyi. O ünlü sanatçı da yaşayamaz çiftlikte çalışanları olmazsa. Çünkü biz şehirliler, bu tutmuş, bu kesmiş, bu pişirmiş diye oynadığımız parmak oyunu var ya, hah işte o oyundaki hep yiyen parmağız. Köylü üretir, şehirli yer çünkü. Sen, ben, o, yani kapitalizmin sadık köleleri olan biz, ‘Köylü milletin efendisidir’e inanamayız. Bizim efendimiz kapitalizmdir zira. Çocuğumuz elbette dağı taşı bilsin. Hayvanları görsün, sevsin. Ziyaret etsin babasının köyünü, görsün akrabalarını. Bu elbette çok güzel. Ama emin ol, arkadaki kümeste tavukları yemlemek yerine, elindeki tabletten çiftlik oyunu oynayan köylü kuzenlerini görünce çok şaşıracak kızımız. Zira köye baz istasyonu kurulalı on sene oldu. Köyde çocuk olmak deyince… O sanatçının oğlunu annesiyle beraber ‘daha iyi bir eğitim için’ yurt dışına gönderdiğini, çocuğunun köye de zaman zaman uğradığını biliyor muydun? Emine öğretmenler eş durumundan İstanbul’a atanıyor çünkü. E benim bildiğim köyde Oxford da yok. Ha bir de, ünlü tiyatrocu neden kendi memleketine değil de Köyceğiz’in köyüne yerleşti? Sadece bereketli topraklardan faydalanmak için mi, yoksa köydeki akrabayı bu yaştan sonra çekemeyeceği için mi? Bir düşün bakalım, sen köyündeki akrabaları mı özledin yoksa köyde yaşamayı mı?”

“Tamam tamam!” dedi, eşim. “Sen kazandın. Yerleşmiyorum köye falan.” Telefonunu eline aldı, ayağa kalktı. “Bari anamı arayayım.” Kucağımda parmaklarıyla oynayan kızımızın elinden tutup çekti. “Gel kızım, babaanneyi görüntülü arayalım. Özlemişlerdir seni. Hem belki bahçede horoz görürsün.”

Baba kız yan odaya geçtiler.

Zafer benimdi. “Ödülümü, ülkemin kocasıyla kavga etmek yerine onları ikna eden tüm kentli kadınlarına armağan ediyorum” diye geçirdim içimden. Hakikaten Harvard Hukuk mezunu olmalıydım ben. Eminim “İtiraz ediyorum sayın yargıç!” dediğimde kocam gibi hâkimi de ikna ederdim. Asildim ya, soyluydum, burjuvaydım işte! Tamam, anne ve babamın köyleri vardı ama bende köylülük emaresi yoktu bir kere. Şimdi yeni bir ispatla karşılarına çıkmanın zamanıydı. “Ne kadar köylüsün?” testi işte tam karşımdaydı. Sonuç, Fransız dantelsiz bir hiç olduğumu söyleyecekti, emindim. Porselenden başkasıyla çay içmeyecektim işte.

Tek nefeste çözdüm testi.

Sonuç mu?

“... şimdi bu güzel sonucun üstüne kendinizi şımartabilir ve en yakın inşaatın yanına çömelerek çayınızı yudumlayabilirsiniz. Bu keyif çayını içerken emekli olduktan sonra yaylaya yaptıracağınız dış cephesi nazar boncuklu evinizin ve çatısında kurutacağınız tarhananın hayalini kurmayı unutmayın.”

Yani?

“Köylüsün!”

Köylü?

Ben?

Nasıl ya?

Sensin köylü! Kim hazırlıyor ya bu soruları?