Çöplerinle yüzleşme anı: Taşınmak

Hayat bir evin etrafında topluca dönerdi bir zamanlar. Evin etrafında şekillenen anlatılar, yaşantılar, ev sahibi olmak, ev-lenmek eski zamanlara yönelik bir nostaljiye dönüşüyor artık. Yaşam koşulları ve değişen yeni nesil tercihler... İkisi de iç içe girerek kendi gerçekliğini dayatıyor. Bu yüzden taşınmak ve ev sahibi olmanın anlam dünyası başkalaşıyor.


Ev üzerine düşünmeye başlayınca Orhan Pamuk’un, Cevdet Bey ve Oğulları geliyor aklıma. Orhan Pamuk, yalnızca Nişantaşılı bir ailenin üç kuşak devam eden hikâyesini anlatmanın dışında, ev içlerinin desenlerini, evin hâllerini, evden hayata doğru zamanın akışını da çiziyordu bu romanda. Kemal Tahir’in Bir Mülkiyet Kalesi’nde evi olsun diye uğraşan marangoz Mahir Efendi, evlenmeye karar verip de evlenince geriye bir tek ev edinmek kalır ki onu da Vezneciler’de kagir bir ev alarak tamamlar. Eve geçişleri olaylı olur. Güçlükle bir ev sahibi olmuştur çünkü evi başkası istemiştir.
Hayat bir evin etrafında topluca dönerdi bir zamanlar. Evin etrafında şekillenen anlatılar, yaşantılar, ev sahibi olmak, ev-lenmek eski zamanlara yönelik bir nostaljiye dönüşüyor artık. Yaşam koşulları ve değişen yeni nesil tercihler ikisi de iç içe girerek kendi gerçekliğini dayatıyor. Bu yüzden taşınmak ve ev sahibi olmanın anlam dünyası başkalaşıyor.
Önceleri taşınmak, yer değiştirmek, anılardan ve kültürden hızla uzaklaşmak zaman içerisinde nadir gerçekleşen ve insanı derinden etkileyen bir eylemdi. Mesela Safiye Erol’un Ülker Fırtınası’nda Sermet, evini taşıyan kamyona yolda denk geldiği an, kamyonun üzerinde çocuğunun sallanan oyuncağını görünce sarsılıyor ve kederleniyordu. Çocukken babamın mesleği dolayısıyla defalarca taşınmamız bende derin izler bırakırdı. Çünkü o zamanlar ev, onunla özdeşleşen insan için kuytuya çekildiği, korunduğu ikinci bir bedenmişçesine mahrem, kuşatıcı ve kıymetli bir yaşam alanıydı. Ailelerin yaşama dair deneyimlemelerini, anılarını, hatıralarını, düşlemlerini muhafaza ettiği belleğinde özen duyduğu ve kuşaklara aktardığı bir hatıraydı. Bachelard’a göre “Ev hem beden hem de ruhtur. (...) ev sayesinde anılarımızın büyük bir bölümü yerleşecek bir yer bulur; hele de ev biraz karmaşıksa…” Fakat artık böyle mi? Ömrümüz boyunca dönüp dolaşacağımız nesneler ve hatıralardan kaçıncı taşınmada vazgeçildi?
Taşınmak ve kaybolan hatıralar
Taşınmak için nakliye firmasını arayıp kendime uygun bir nakliye seçtikten sonra toparlanmaya başladım. Evi toparlamak annemin açtığı sandığa ya da edebiyatın güçlü romanlarındaki ev anlatımlarının aidiyet duygusuna benzemiyordu; evi taşınmak için toplamak sanki reels videosu kaydırmaya benziyordu. Etkisiz, hızlı ve özensiz. Kısa zamanlı eşyalar ve tüketim odaklı nesnelerle, ucuz ve ne amaçla alındığı belli olmayan objelerle, yığınla kıyafetle doluydu her yer. Telefonun hafızasını temizler gibi gelişigüzel bir özensizlikle -anıları kayıt altında tutan cihazlar çoğaldıkça fotoğrafların kaybolması ve daha köksüz, anısız kalmamız gibi- kıyıcı olacaktım elbette. Çünkü ben nihayetinde modern bir birey, defalarca taşınmış bir kişi, sık sık güncellenen tasarım ve moda karşısında tüketimi artarak belleği dolan bir telefon hafızası gibi eklektik hayata entegre idim. Ne olacaktı ki, telefona yığılı onlarca resim gibi birçok eşya yığılıp unutulmuştu, hepsi atılır ya da yok edilirdi. Anılarla bağ kurmak için ne zaman vardı ne de elli metrekare evlerde anıları taşıyacak alan. Üstelik sürekli gelen güncellemeler her yeri zaten doldurmuştu. Büyük şehirde yaşıyorduk ve büyük şehir için hafızaya yer yoktu.

Her şey taşınma kararı almak zorunda kalmamla başladı.
Ve tüm bunların yanında karşımda duran ve beni yutan dev bir kitaplıkla göz göze geldim. Ömrümün hafızası, bir köşede unuttuğum hard disk gibi ne eksik ne fazla karşımda duruyordu: Kitaplar… Binlerce kitabı yerinden kaldıracaktım. Tozlar ve yıllar iç içe girdi, başım döndü ve oturdum.
Değişen mekânlar ve karışan hafıza


İstanbul’da yaşayan çoğu insan gibi sayısız kez taşındım. Ev ve mekânlar üzerine çok düşündüm bu sebeple. Evin modern dünyada kişisel mekânın ötesine uzanan “dış”a karşı varoluş direnci, kültürle, kuşaklar arası bağla kurulu yaşama alanı, mekânın anısı üzerine konuşkanlığı, kimi zaman çocukluktan bu yana kurduğu anılar tanıklığı eskisinden farklılaşmış durumda. Artık eve konumlanma biçimlerimiz, mülkiyet algımız, yaşam alanlarımız hayatlarımız gibi parçalanarak post modern bir anlayışla yeniden şekilleniyor. İnsanın gelip geçiciliğini hatırlatan eşya ve hatıralar, yine eşyaya yaratıcıya duyulan hürmet sebebiyle verilen kıymetin dışında şekilleniyor. Ev ve eşyalar sahne dekoru gibi kullanıp atılmak ve yığılmak üzerine bir birikintiye dönüşmüş durumda. Büyük şehirlerde hızlı hayata uyum, pahalılık, bireysel yaşama arzusu, eşya ve mekânın mülkiyet anlayışındaki farklılık yeni nesilde değişen anlayışın sebepleri arasında görülebilir. Buna tezat olarak sahiplik dürtüsü kontrolden çıkıp kendini dayatmaya devam ediyor. Yeni nesil, modern çağda ekonomik koşullarla gelişen büyük şehre uygun yaşama pratikleri geliştirse de nesnelere farklı şekilde temas kurmaya başladı.
Ev yalnızca mekânın ayrılmış bir parçası ve insanın güvenlik ihtiyacının ötesinde, günümüzde anlam ve görsellikle geniş sınırlar dâhilinde değerlendirilen bir kavrama evrildi. Anılardan, aidiyetle ve köklerle olan bağlılığından uzaklaşan evler kocaman bir dekorasyona, yaşantılarımız ise reklam malzemesine dönüşmüş durumda. Nesilden nesile antika değeriyle bir manaya sahip olan eşyaların yerini ucuz biblolar, alışveriş sitelerinde gezinirken para harcamak için evin köşelerine yığılan zevksiz tablo ve dekoratif malzemeler aldı. Evlerin küçülmesi, taşınma ve hareketliliğin artıyor olması, yeni alışveriş biçimlerini doğurdu. Süekli taşınmanın kazandırdığı hız, getirdiği maddi yük yeni çözüm biçimlerini doğurdu. İkinci el alışveriş için ucuz ve pratik ikinci el eşya siteleri; Letgo, Sahibinden.com, Tüketme Paylaş vs. sıklıkla tercih edilir oldu. Bir başkasının artık kullanmak istemediği, elden çıkardığı, dekorasyon ya da taşınma sebebiyle değiştirmek zorunda kaldığı ikinci el eşyasına talep artıyordu. Nihayetinde yeni bir eşyaya daha fazla para vermektense ikinci el ürünü ucuz fiyat vererek satın almak bütçeye daha uygundu.

Çoğu zaman nakliyeciden ve kalabalık eşyalardan kurtularak, pratik ve alternatif yollarla kısa süre içinde kurup değiştirebileceği, bireyin yalnızca dekoratif bir yaşantı sürdürmeye başladığı yeni ev simülasyonları oluştu. Sonuç olarak küçülen, otuz ya da elli metrekare evlerde, dekoratif bir hayatın yalnızlığıyla yaşayan binlerce birey türetildi. Başkalarının daireleri, başkalarının eşyaları, bazen başkalarının toplayıp anahtar teslim ettiği, hazır gıdanın tüketildiği, ev dışında vakit geçirilen arkadaş ortamlarından sonra yalnız bir yaşam çoğu bireyin gerçekliği oldu.
Evin değişen dünyasından taşınmak
İstanbul’da yaşamak sürekli bir hareketlilik ve kendine göre yazılı kuralları olmayan yaşama biçimini de kabullenmeyi gerektiriyor. Çok hızlı şekilde semt değiştirebilir, ev sahibiyle olağan sorunlar yaşayabilir, şehrin bitmeyen mobilitesine dâhil olabilirsiniz. Bu yüzden bu şehirde yaşamak küçük ve hızlı pratiklikler kazandırır insana. Küçük, hafif ve vazgeçilebilir eşyalar, ikinci el alışverişler, dekoratif ürünler, Ikea gibi yerler herkesin birörnek çözümü oluyor. Anadolu’da daha kolay sahip olunarak uzun süre yaşadığınız, üç artı bir, beş artı iki gibi evlerde geniş geniş yaşamadan, dar ve planı enteresan evlerde yıllarınız geçebiliyor. Başka açıdan dünyaya dönüklüğünüz sürekli elden geçmek zorunda. Ayıklamak ve çıkardığınız çöplerle yüzleşmek işte burada başlıyor…

Ve taşınma anı, evde seninle birlikte yaşayan tüm nesnelerin hareketlendiği o an geldiğinde, eşyaların kapladığı yerle, yaşarken yayıldığın alanla baş başasın. Yastık, yorgan dolapları, baza altları, antre, depolar, balkonlar, evin işlevsiz köşelerine yığılı onca eşyanın birden hepsine sahip olmanın verdiği ağırlık, yeni ev, yeni alan ve yeni yaşama biçimiyle girdiğin uyumsuz kombinasyonla ortada kalan onlarca eşya... İnsan neden bu kadar biriktirir? Sadeleşmek ve sade yaşamak, minimalize etmek, yani az eşya ve küçük evle yaşamak zorunda kalmamıza rağmen neden bu kadar eşya hâlâ evimizde yer alıyor? Kapitalizm kendi itiraz biçimlerini kendisi yaratıyor, kendi muhalefetini yine kendisi pazarlıyor. Sadeleşmek için bu kadar video, workshop vs. gösterilirken nasıl oluyor da aynı yerden yanılıyoruz? Tüketim kültürü insandaki aidiyet bağına zarar vererek, ayrı evlere taşıdığı binlerce insanı ayrı ihtiyaçlara tabii tutarak küçülttüğü hayata karşılık, nasıl oluyor da hâlâ herkesi alışverişe boğabiliyor? Evin değişen atmosferinde mahremiyet, hafıza duygusu kalkıyor, yaşam alanları sosyal medyada sergileniyor ve evde yaşamak bir gösteriye dönüşüyor. Nesneler hatıradan ve değerinden uzaklaşıyor bu şekilde. Çünkü aslında duvarları kaldırıyor ve şeffaflığı yayıyoruz. Mahremiyet algımız değişiyor, yatak odasından herkese story paylaşabiliyoruz. Bu sebeple yatak, pijama, komodin, mum, perde gibi her şey dekora dönüşüyor ve gösteriş kazanıyor.
Uzun yıllardır arabanın bagajında çadırımla geziniyorum, kamp yapıyorum. Bir tulum ve çadırla bir ay evden uzak yaşamayı tecrübe etmeme rağmen sadece gardırobun ağırlığıyla yüzleşmek beni şaşırtıyor. Bunca eşya ne zaman birikti? Hâlbuki ben tek yaşayan, çocuklarının eşyaları babalarının evine de bölünmüş bir insanım. Sürekli eşyalarımı arındıran, eş dostla takas yapıp fazla eşyayı bağışlayan ve ikinci elde ihtiyaç fazlasını satan biriyim. Buna rağmen bunca yığıntı bana mı ait? Arşivlemek, bazalardan dolaplara onca eşyayı yığmak, hepsinin işini gücünü yapıp bir mesai paylaşmak eşyayla olan bağımı tekrar sorgulatıyor. Neden önemsiz bir nesneyi uzun süre evinde tutar insan? Neden onca objeye para verir? Estetik bir görüş, yaşamanın konforundan daha mı önemli? Değil. Küçük çadırımla evden uzakta birkaç eşyayla seyahat edebiliyorsam bu eşyaların gerekliliğini kim ne şekilde savunabilir? Nakliyeciler bunca eşyaya dokunmak zorunda mı? Evden eve aktarımda sardığım onca eşyanın hangisi hayati idi? Hatıraları saran küçük bir kutudan çıkan fotoğraflar, mektuplar ve kartpostalları dışarıda tutuyorum elbette. İnsan hatırayı yüklenmek ve güvenli bir bağ kurmak için onca telaşenin içinde birkaç nesneye yaslanmak ister elbette. Taşınırken tekrar geçmişe dönmek unuttuğun hikayeleri hatırlamak ağırlaştırıyor beni, karışık rüyalar görüyorum gece.


Kitaplardan bahsetmeye cesaretim yok. Bunca bilgiyi yıllarca neden evinde tutar insan? Bilgi mülkiyet edinilecek bir şey mi? Üniversitede okuduğum kitapları biriktirmek ve bir kütüphane kurmak hayaliyle kitap edinmeye başlamıştım. Öncelikle öğrenci evindeki odamın bir köşesi doldu. Ara tatillerde eve dönüşlerimde valizler kitaplarla dolmaya başladı sonra. Bir yerden başka bir yere gitmek benim için zorlaşıyor, okuyacağım kitaplar, okuduklarım, kaynaklarım ve çalışacaklarım kategorisine ayrılan kitaplar katman katman soruna dönüşüyordu. Yıllar boyu bu kitapları taşıma serüveni böyle sürdü. Ve bir taşınma üç yangına bedel dedikleri, taşınma sürecinin en çetin ceviz problemi kitaplar olarak ortaya çıktı. İnsan okuduğu ve elinin altından geçen bunca kitabı neden biriktirir? Dergiler, gazete küpürleri, defterler, baskısı olan ve olmayan kitaplar, önemliler, az önemliler, anısı olanlar, hediye alınanlar, zar zor bulunanlar…


Taşınırken kaynak olabilir, üzerine yazarım, gelen geçer okur ya da arşivim oluşur mantığıyla biriktirdiğim kitaplar ile kütüphane kurma fikrinden uzaklaşıyorum. Demek onca iyi kütüphane bu şekilde kayboluyor. Sahaf Abdurrahman’ın anlattığı hikâyeler demek bu şekilde cereyan ediyor. Bir gün arkadaşları Ege Üniversitesi’nin kitaplığında Salah Birsel için, Asaf Halet Çelebi’den imzalı bir kitap görüp gizlice alıyorlar Abdurrahman’a vermek için. Bizimki sahaf, olayın kıymetini biliyor, titizleniyor tabii. Zorla bir şekilde okula geri veriyor imzalı kitabı. “Kitaplarımı üniversiteye asla bağışlamam, olanlara bak.” diye ekliyor bana anlatırken. Demek Salah Birsel’in arşivine sahip çıkılmamış. Daha da enteresanı, Metin Eloğlu’nun el yazısı mektuplarını hurdacının bıraktığı bir sahaftan buluyor Abdurrahman. Eloğlu’nun eşine yazdığı mektuplar bunlar. Hurdacı adam, önemli galiba, diye getiriyor sahafa. Böyle onlarca hikâyeye sahip Narodnik Sahaf bana “Kitaplarına sahip çık!” diyor, “İlk baskılar var, imzalar var.” filan. Artık dinlemiyorum Abdurrahman’ı da gerçekliğimle uyuşmuyor bu fikirler. Deprem olursa ne olacak peki, onlarca arşiv yerle bir oldu? Yangın, sel, taşınma, ölüm gibi bir sürü sebebi var sadeleşmek zorunda kalmanın. İnsan başına gelince kabulleniyor. Bir daha geri dönmeyeceğim onlarca kitap var, zamanında önemli ama artık benim meselem olmayan yüzlerce kitap... Bir sahaf buluyorum, hepsini vermeye karar veriyorum ve defalarca kez sahafa kitaplarımı taşıyorum. Bir kısmını kütüphane kuracak olan arkadaşlara bağışlıyorum. Hepsine zaman ve emek, maddi yatırım yaptığım kütüphanemin yarısından bu son taşınmada vazgeçiyorum. Buna rağmen nakliyecilerin sırtları yarılıyor kitapları taşırken. Nakliyeciler okuduğum kitaplara hayret edip, “İyi ki okumuşsun, biz okumadık bak ne oldu?” diye kendilerince hürmet gösterirken onlara simit, ayran ikram ediyorum, yiyoruz beraber. Kitap çok diye söyleniyorlar, “Ama benim de eşyam az öyle deme.” diyorum. “Keşke eşyan çok, kitapların az olsaydı abla, kitap çok ağır.” diyorlar. Emek işçisi bu gerçek yaşantının karşısında kim bilir belki de kibirli bir entellikle süslenmiş bu arşivi şımarıkça bularak mahcup oluyorum.

Yeni evime almak istemediğim, hatırası geride kalan büyük bir tabloyu arkadaşın evine bırakıyorum. Yeni ev yeni bir yol, başlangıç demek aynı zamanda şimdinin hatıra ve düzen kurgusu tamamen size göre bu sebeple. Neyse ki sanatsever iyi bir alıcı bana ulaşıyor. Nihayet tablo yeni evime girmeden satılarak kendine yeni bir hikâye ve yeni bir ev seçiyor, hafifliyorum. Dürdane’nin babasının bana yazdığı Esma, Er- Reşid ismi duvarımı süsleyecek. Yol her zaman insanı başkalaştırıyor, taşınmak da yola çıkmak gibi. Taşınırken, insanın dünyada müstakil bir varlık olarak kapladığın alan dışında, yerleşik düzen kurduğunda da her ne olursa olsun yayılımcı özelliğinden, biriktirme, depolama, saklama hastalığından kurtulamayacağını, insan olmanın biraz da tüm bunlarla baş etmek olduğunu anlıyorum. Taşınmanın bana yaşattığı bu yüzleştirmeyi seviyorum, beni eşyaya ve dünyaya ve insana karşı derin düşündürüyor. Göçebe ya da kalıcı, mülk sahibi ya da kiracı… Taşınırken anlıyorum ki insanın eşyadan, insandan, kendinden sadeleşerek hayatı gelip geçiciliğiyle kabullenmesi, mülkiyet duygusu ve sahip olma dürtüsünü aşarak sadeleşerek yaşaması, insandan, eşyadan vazgeçmesi zor ama hikâyenin bütünü belki de zaten bu... Duvarımda yeni bir yolu hatırlatan Esma’nın yanına Mağrib usulü o güzel tabloyu ekliyorum: Fe-inne me'a-l'usri yusrâ.
- Tuba Kaplan
- Şair
- Yazı ve şiirleri çeşitli dergilerde yer aldı. Yayınlanmış iki kitabı var. Türkçe, ses, dil hakkında yazıyor. Ayrıca yol haritasından ilham aldığı yazarların eserleri ve mekân poetikası üzerinde düşünmeye devam ediyor.