Dikkat eksikliğini anlamak: Ebeveynin şüphesi, çocuğun mücadelesi ve tanı süreci

Dikkat! Bu yazıdaki karakter ve olayların tamamı gerçek kişi ve kurumlarla ilgilidir. Yazıda kurgusal hiçbir kişi ya da olaya yer verilmemiştir. Bu yazı yazılırken hiçbir canlıya zarar verilmemiştir. Yazar ne yaptıysa kendine yapmıştır. Bu yazıda ürün yerleştirme bulunmaktadır.

Tam olarak yukarıdaki gibi olmasa da bu tip uyarıları birçok film ve dizide görebilirsiniz. Fakat iyi bir yazı, bu türden uyarılara ihtiyaç duymaz. Dikkat çekici bir başlık ve okuyucuya “Bu yazıda okunmaya değer bir şeyler var.” dedirtecek iyi bir giriş, okunası bir yazının olmazsa olmazıdır. Her yazar, okuyucunun dikkatine taliptir. İster deneme yazsın ister öykü, okuyucuyu metnin sonuna kadar tutmak ister her yazar. Gerçekçi bir akademisyen ve romancının bu beklentisi düşüktür. (Birçok akademisyenin yazarken kendi metninden bile sıkıldığını düşünen kaç kişiyiz?) Çünkü yazının akademik/edebi değerinden bağımsız olarak çoğu okuyucu bir süre sonra metinden koparak nerde kaldığını unutur ve en son anlayarak okuduğu yeri bulmaya çalışır. Yazar elbette bunun farkındadır. Yine de yazının ortasında ya da daha kötüsü henüz başında terk edilmeden, son cümlesine kadar okunmak ister.
Bir yazar olarak elbette ben de yazının sonu kadar bana eşlik etmenizi bekliyorum. Hele ki bu denli zorlanarak yazdığım bir yazının daha karpuz kesmeden terk edilmesine biraz içerleyebilirim. Aslında pek alıngan sayılmam, sayın okuyucu. Ama bilseniz ne zor yazıyorum satırları. Zorlanıyorum, çünkü birazdan kendisinden bahsedeceğim “esas kız” tarafından defalarca bölündüm. Annesinin dergiye yetiştirmek üzere yazı yazmasına zaten alışkın olan bu kız çocuğu, çalıştığımı bildiği halde beni oyununa dahil etmenin çok zekice bir yolunu buldu. “Sen şimdi okuldaymışsın. Ben de sen gelene kadar evde yemek yapacağım. Seni okuldan almaya gelene kadar yazını yaz.” diyerek beni okuldaki kızı yaptı. Şu an hemen yanımda kurduğu evcilik köşesinde kızından şikâyet ederek yemek yapıyor. Söylenmelerinden iki kız kardeşin en küçüğü ve en yorucu olanı olduğumu, her gün öğretmeninden şikâyet aldığımı, beni okula almaya her geldiğinde öğretmenimden özür dilemek zorunda kaldığımı anlıyorum. O kadar söylenerek yemek yapıyor ki, yaptığı yemek gerçekten yenilse hastalık yapar mı onu düşünürken buluyorum kendimi. O sırada aklıma maillerimi kontrol etmek geliyor. Boş e-posta kutusu beni kesmemiş olacak ki Twitter’a giriyorum. Sayfayı hunharca yenileyerek yazıdan tamamen kopuyorum. Biraz sonra kızım, yüzümdeki ifadeyi çok komik bularak oyunu bozuyor ve okul olarak işaretlediği için girmediği yatağımın üzerine atlayarak kahkahayı basıyor: “Anne çok komik görünüyorsun. Neden öyle boş boş bakıyorsun?” “Çünkü dikkat üzerine yazı yazmaya çalışırken dikkat eksikliği olan bir kız tarafından dikkatim dağıtıldı.” diyorum. Çok hoşuna gidiyor. “Çünkü biz dikkat eksiği olan çocuklar, anne babalarımızın dikkatini istiyoruz. Böylece bizim de dikkat süremiz artıyor.” diye cevap veriyor gülerek. Sonrasında hemen başının üzerinde ampulünü yakıyor: “Gerçekten de başkalarının dikkatini çekerek kendi dikkat süremizi artırsaydık çok iyi olmaz mıydı anne?” diyerek hiç farkında olmadan Black Mirror’a bölüm konusu öneriyor.

Yine yaratıcı bir şey bularak benim elimi kolumu bağladı. Kızamıyorum. Yüzümde biraz gururlu, biraz da yorgun bir bakışla pes ediyor, kendimi oyuna bırakıyorum. Öğretmenime “Ne deseniz haklısınız hocam, bizim kız böyle işte.” diyerek alıyor beni okulumdan. Lego makarnalarımı yerken bu satırları yazacağımı söylüyorum kızıma. “Yaz!” diyor kızım. Kendisinden ilhamla yazdığım kitabıma atıfla (ürün yerleştirme) “Benden başka bir şey yazmıyorsun zaten.” diyor. Gülüşüyoruz. Kızıma yenilmenin hazzıyla, atsan atılmaz, satsan paha biçilmez bu kıza bakıyorum. Ve çocuğunda dikkat eksikliği olan çoğu anne gibi içimden geçiriyorum: “Allah’ım ben bu kızla n’apacağım?”

Buraya bakın!
Okuyucunun dikkatine talipken kendini metne verememiş bir yazarı hâlâ okunmaya değer görüyor musunuz bilmiyorum. Ama buradan sonra anlatacaklarım, çocuklarının zaman zaman tembel, sorumsuz, özensiz, sakar hatta zihinsel sorunları olduğunu düşünen ebeveynlere ya da “Benim çocukluğum da böyle geçti” diyen yetişkinlere yardım edebilir. Çünkü dikkat eksikliğini kişilik özelliklerinden ayırmak çoğu kez zordur. Bu yüzden “Allah’ım ben bu çocukla n’apacağım?” ya da “Ben neden böyleyim?” sorusunun sorulması hiç de az bir şey değildir. Size popüler testler ya da clickbait haberler gibi “Bunlar varsa dikkat eksikliğiniz olabilir.” türünden şeyler yazmayacağım. Ama dikkatinizi çekip “Buraya bakın!” demek istiyorum.

- Çünkü dikkat eksikliğinin tanısında -ironik bir şekilde- yetişkin dikkati çok önemli. Yani konu dikkat eksikliğiyse, aramızdan biri dikkatli olmak zorunda.
Geç patlayan mısır
Aslında dışarıdan bakıldığında her çocuk gibi neşeli, eğlenmeyi seven, hareketli bir çocuktu Zeynep. Kolaylıkla arkadaş ediniyor, iletişim kurarken zorlanmıyor, duygu ve düşüncelerini bir yetişkinin yapamayacağı berraklıkla ifade ediyordu. Yaratıcıydı. Kimsenin aklına gelmeyecek sorular soruyor, varlık ve zamana dair “Heidegger misin be mübarek!” dedirten tespitlerde bulunuyordu. Fakat lisansı okul öncesi eğitim olan biri olarak çocukların yaratıcılığının benim için haber değeri yoktu. Zeynep her çocuk kadar yaratıcı, her çocuk kadar neşeli, her çocuk kadar akıllıydı. Çocuğuna kulak kabartan herkes zaten ondan bilgece sözler duyardı. Akademik olarak beklentisi yüksek bir aile değildik. Zaten eğitim sisteminin çocukların yeteneklerini öldürdüğünü, çocukların tabiatındaki öğrenme tutkusunu baltaladığını düşünüyorduk. Bu yüzden sevgi dolu bir öğretmenden başka hiçbir arzumuz yoktu. Talihliydik. Zeynep’in anaokulundaki üç öğretmeni de öyleydi. Onların gözlemleri benim için çok yol gösterici oldu. Okuldaki Zeynep ile evdeki Zeynep’i birleştirebileceğim çok kayda değer bilgiler edindim onlardan. (Dikkat testlerinde biraz geride olduğunu söyleyen öğretmenin hakkını nasıl ödeyebilirim?) İlkokulda da rekabetçiliği ve sınav başarısını merkeze alan okullardan uzak durarak, pedagojik yaklaşımını beğendiğimiz bir özel okula kaydettik. Öğretmeniyle tanıştığımızda söylediklerimiz dün gibi aklımda: “Hocam, size çok özel yetenekli çocuklar gelmiştir. Ama bizim çocuğumuz özel değil. Zeynep sıradan bir çocuk. Akıllıdır ama çalışkan değildir. Biraz yavaştır. Geriden gelmeyi, gözlem yapmayı sever. Hırslı değildir. O yüzden asla birinci olmak istemeyecektir. Zaten istese de olamayabilir çünkü çok çalışmak ona göre değildir. Ama asla sonuncu da olmaz. Tahminim, ortalamanın biraz üstünde seyredecektir. Çabucak pes eder. Dikkati kolayca dağılır. Sizin yüreklendirmenize ihtiyaç duyacaktır. Ama onu ittirirseniz düşer. Elinden tutarsanız lokomotifliğinize izin verir.
Zeynep geç patlayan mısırlardan. Mutlaka patlar. Ama onu akademik bir başarı hırsıyla hızlandırmaya çalışmayın. Onun kendi hızı var. Sizden tek beklentimiz mısırı patlayana kadar ondan vazgeçmemeniz ve yaratıcılığını törpülememeniz.

Öyle oldu. Öğretmeni ondan hiç vazgeçmedi. Özgünlüğünü korumasına yardımcı oldu. Ne koşturdu ne yavaşlamasına izin verdi. Sabırla ona destek oldu. Ama bu sadece öğretmenle olacak iş değildi. Evde benim de ona destek olmam gerekiyordu. “1. Sınıf çok zor.” derlerdi de inanmazdım. “Biz ana babamızla ödev mi yaptık? Çocuklar da kendi sorumluluğunu alsın, çalışsın.” diyordum. Öyle olmadı. Okumayı sökmek için harf harf, hece hece çaba harcayan çocuklar için eve sayfa sayfa ödev geliyordu. Ama kızım ödeve başlamamak için çeşitli bahaneler buluyor, söylemezsek ödevini asla hatırlamıyordu. Öğretmeni ödevlerini eksik yaptığını söyleyince başında durup ne yaptığını görmek istedim. Bu konuda kendime güveniyordum. Zaten türlü türlü oyunlar bulan, kızımı eğlendirmek ve dikkatini çekmekte ustalaşmış bir anneydim. Zeynep’i masanın başına oturtmak için her türlü oyunu yaptım. Ama ödevler asla Zeynep’in dikkatini çekmiyordu. Oyunlarla başladığımız ve biraz konsantre olsa on beş dakika bile sürmeyecek olan ödev artık çatışmayla devam ediyor, bazen iki saate varan bir harple nihayete eriyordu. Zeynep çalışırken sandalyesinde dönüyor, silgisini, kalemini, defterini kitabını yere düşürüyor, biraz sonra kitabı yerdeyken sandalyesinin üzerine yatarak ödev yapıyor, bazen de baş aşağı düşüyordu. Yanlış yazdığında silmekten nefret ediyor, bir kız çocuğundan asla beklenmeyecek şekilde üzerini karalıyordu. “Hadi!”, “Buraya bak.” demek insanı ne kadar yorabilir diyebilirsiniz! Fakat on dakikalık iş hâlâ bitmediğinde infilak edecek gibi oluyorsunuz. Her zamanki gibi mizaha sarılıyor, ödevlerde ya da durumda eğlenecek şeyler bulmaya çalışıyordum. Bazen nöbet sırası eşimde oluyordu, fakat bendeki sabır eşimde yoktu. Yarım saat sonra odadan bağrış çağrış sesler geliyor, eşim saçını başını yolarak odadan çıkıyordu.
- Çocuğunda hoşa gitmeyen huylar olan her ana baba gibi biz de kızın kime çektiğini bulmaya, sanki bir işe yarayacak gibi genetik olarak sorumlu kişiyi bulmaya çalışıyorduk.
Şükür ki eşim bu sorunlu genleri bana asla ittiremiyordu. Zeynep’in tembel ve sorumsuz bir kız olduğuna karar vermekte acele etmek istemiyordum. Fakat kızçem sabrımı zorluyor, her güne yeni bir örnekle “Bu kızdan bir cacık olmaz.” fikrine inandıracak kadar umursamaz davranıyordu. Ödevlerini okulda unutuyor, kalem kutusunu evde bırakıyordu. Hiçbir şeyi asla tamamlamıyordu. Ödev kağıtları yerlerde sürünüyor, asla dosyasında temiz bir şekilde eve gelmiyordu. Üstelik sadece ödev konusunda da değil, Zeynep her konuda sorumsuzca davranıyordu. Işıkları kapatmayı asla hatırlamıyor, suluğunu doldurmuyor, çorap giymeyi kategorik olarak her gün yeniden öğreniyordu. Çorabını almak üzere odasına gönderdiğimde çekmeceyi açıyor, fakat şifonyerin üzerindeki oyuncaklara takılıp kalıyordu. Üç yaşından beri, yani yaklaşık altı senedir her sabah evden çıkıyorduk, fakat Zeynep bir kere bile montunu ayakkabısından önce giymiyordu. Her sabah ayakkabısını giydiğinde “Bir şey unutmadın mı?” diyordum. Ve o bana icadından yeni haberi olmuşçasına bir şaşkınlıkla “Haa montumu unutmuşum.” diye karşılık veriyordu.
Başka türden mısır

Bu kız tembel mi, derse önem mi vermiyor, yoksa gerçekten konsantre olmakta zorlanıyor mu, düşüncesiz ve sorumsuz mu, yoksa gerçekten bunları hatırlamasına engel olan bir şey mi var diye düşünmeye başlamıştım. Çünkü “işine geldiğinde” hiçbir şeyi unutmuyordu. Öyle ki hafızası bizi dehşete düşürüyordu. Fakat çarpım tablosunu aklında tutamıyordu. Asla boş durmuyor, maketten, origamiye, resimden, dikiş nakışa… sorumlulukları hariç her işte kendini aşacak performans gösteriyordu. Fakat ödev yaparken küçük sularda boğuluyordu. Mesela arıları sayması gereken bir soruda, saymak yerine kraliçe arılara dair ansikolopedik bir bilgi veriyor, ardından arılarla ilgili bir köy anısı anlatarak “Anne sen bir arı olsaydın ve kendini tehlikede hissetseydin beni sokar mıydın?” gibi ilginç sorular soruyordu. “1A sınıfının 14 öğrencisi vardır. 1B sınıfının öğrenci sayısı 1A sınıfının öğrenci sayısından 7 fazlaysa bu okulda 1. Sınıfa giden kaç öğrenci vardır?”sorusunu cevaplamak için toplama yapmak yerine 1B sınıfı öğretmenine yapılan haksızlığı ele alıyor, müdürün adil olmayışını kınıyor, sayfa kenarına sınıfından haksızlığa bağırarak isyan eden bir öğretmen çiziyordu. Zeynep soruları anlıyor, fakat cevapla ilgilenmiyordu. Kafası hep çağrışımlarla doluydu. Bu yüzden dersi dinleyemiyordu. Buradaydı, fakat burada kalamıyordu. 1. Sınıf bitmişti. Okuması yaşıtlarına göre yavaştı. Fakat ağustos doğumlu olduğu için biraz geride olmasını normal karşılamış, kendi hızında ilerlediği için rahat davranmıştım. 2. Sınıfa geldiğinde arkadaşlarına henüz yetişememiş olmasını da “henüz patlamamış” olmasına bağlamıştım. Bu arada okumasını hızlandırmak için onunla düzenli olarak kitap okuyor, dikkatini artırmaya yönelik kitaplarla çalışıyordum. Fakat burada başka bir sorun vardı. Okuma hızı düştükçe başarısı da düşüyordu. Her ne kadar akademik başarıya hiç kıymet vermesem, “Saati öğrenemeyen yetişkin mi var, çocuğu sıkmaya gerek yok. Nasılsa öğrenecek.” desem de düşen okul başarısı artık onun özgüvenine zarar vermeye başlamıştı. 3. Sınıfa geçmişti. Artık okuma hızında arkadaşlarını yakalaması gerekiyordu. Fakat yavaş olduğu için soruları yetiştiremiyordu. Üstelik çok basit hatalar yapıyor, soruları yanlış okuyordu. 15 soruluk sınavda çok başarılıyken soru sayısı 30’a çıktığında çakılıyordu. Bir gün yanımda sesli okuma yaparken bir şey fark ettim.
- Zeynep okurken tökezliyor, “y, g, ğ” harflerinin olduğu kelimelerde başa alıp okuyor, bazı kelimelerin son hecelerini atlıyor, bazı kelimeleri tersten ya da ortasından okuyordu. “Eyvah! Disleksi olabilir mi bu?” dedim. Çünkü disleksi ve dikkat eksikliğinin sıklıkla beraber görüldüğünü biliyordum.
Hemen dikte yaptırdım. Maalesef şüphelerim iyice arttı. Çünkü Zeynep yazarken b ve d harflerini karıştırıyordu. Noktalama işaretlerine, büyük küçük harflere hiç dikkat etmiyor, kelimelerin çoğunu bitişik yazıyordu. Tüm parçalar oturdu bir anda. Yapboz zihnimde tamamlandı. Eğer şüphelerim doğruysa bu mısır bu yağda patlamazdı.
Mısırın yağını değiştirmek

Ertesi gün öğretmenini ve okul rehber öğretmenini aradım. Bu konuda bir gözlemleri olup olmadığını sordum. Dislektik olacağını hiç düşünmediklerini ama şüphelerimde haklı olabileceğimi söylediler. Bu konuda bir uzmandan yardım alana kadar onlardan gözlemde bulunmalarını, uzun boyuna rağmen öne oturtmalarını rica ettim. Zira en arkada oturduğunda arkadaşlarını izleyerek hayallere dalması çok muhtemeldi. Sağ olsunlar, elimde bir teşhis olmamasına rağmen bana itimat ettiler. Önce DEHB ve disleksi alanında uzmanlaşmış bir psikolog buldum. Fakat kendisinden ancak bir buçuk ay sonraya randevu alabildik. Yaptığı birçok testten sonra psikolog, Zeynep’te anlamlı bir dikkat eksikliği olduğunu, dislektik özellikler gösterdiğini ama asıl tanıyı almak için çocuk ve ergen psikiyatristinden yardım almanın daha iyi olacağını söyledi. Hekim bir arkadaşımın kendi çocuğunu götürdüğü bir psikiyatrist hekim buldum. Fakat ondan randevu almam da tam iki buçuk ay sürdü. Ülkede çocuk ve ergen psikiyatri kliniklerindeki yoğunluğu bu vesileyle görmüş oldum. Doktorun muayenesi ve psikoloğun yaptığı bir dizi yeni testten sonra, yani şüphelerimin üzerinden neredeyse altı ay sonra elime nihayet bir rapor geldi: İleri derecede dikkat eksiliği ve disleksi.
Hemen ilaç tedavisi ve özel eğitim terapileri başladı. İlaca biraz mesafeliydim. Zeynep’in dikkatini artıracağım derken yaratıcılığını öldürmek ya da onun gittikçe ağır bir çocuk olduğunu izlemek istemiyordum. Fakat hem hekim arkadaşlarım hem de çocuğunda dikkat eksikliği olan arkadaşlarımın tecrübeleri cesaret verdi. Doktorumuz, merkezi sinir sisteminin uyarımında eksiklik olduğu için metilfenidat ihtiyacının terapiyle giderilemeyeceğini, bu ilaçların iyi giden şeyleri bozmayacağını söyledi. Zeynep’e ilaç yutturmak biraz zor olsa da ilacın etkisini göstermeye başlayacağı bir saat sonra sihirli bir değneğin kendisine değmişçesine iyi geleceğine ikna oldu. Yine de “Anne ben artık eskisi gibi olamayacak mıyım, ben bu halimi çok seviyorum.” demekten de kendini alamadı. Haklıydı, zira Zeynep’in “bu halleri” bana da çok sevimli geliyordu. Tanıdan neredeyse bir sene önce bitirdiğim ve kızımın gözünden yetişkinleri anlattığım kitabım Tuhafiye’yi şimdi yeniden okuduğumda aslında hiç fark etmeden disleksi ve dikkat eksikliği olan bir kızı yazdığımı gördüm. Çünkü Zeynep’in “bu halleri” dediğim ve yazılmaya değer gördüğüm şey aslında çağrışımlarla ilerleyen bir zihin, zamanı yönetememe, sorumluluklara karşı isteksizlik, hayallere dalma, ardışık yönergeleri zihinde tutamama gibi bir dizi belirtiydi. “Merak etme kızım.” dedim. “İlaç 9 saat etkili. Yani okulda Süper Zeynep, evde yine sıradan Zeynep olacaksın. En süper hallerin yine öğretmenine nasip olacak.” Gülüştük. Gerçekten de öğretmeni Zeynep’in artık sınavları verilen sürede bitirdiğini, dalıp gitmediğini, dersi baştan sona dinleyebildiğini söyledi. Hem disleksi hem de dikkat eksikliğine yönelik haftalık terapiler maddi olarak belimizi çok bükse de daha ilk aydan faydasını gördüğümüzü söylemem gerek. Yine de en safça hallerini, yani ilacın etkisini göstermediği o anları yaşadığım için mutluyum. Geçtiğimiz günlerde baktım soruyu karalamış, soru okunmuyor. “Bu ne?” dedim. “Düşünürken dikkatimi toplamak için karalıyorum.” dedi. “Düşünürken soruyu karalamak, biraz düşüncesizce değil mi?” dedim. “Haa!” dedi, “Dalmışım.” Anlayacağınız ilacı yokken, dikkatini toplamak için yaptığı şey de dikkatsizce. Ama o kadar sevimli ki, insan kıyamıyor işte.
Evet sayın okuyucu, yazının sonuna kadar geldiyseniz dikkatinizin maşallahı var demektir. Eh, benim yazarlığımın hakkını da yememek lazım. İsmet Özel gibi, birçok sayfasını atlayarak bitirdiyseniz, baştan başlayabilirsiniz.Ona bir şey diyemem. Yazıyı orta yerinde bırakanlara da metilfenidat tavsiye edemem. Ben doktor değilim. Ama, eşekten düşmüş biri olarak, birine tembel ya da sorumsuz demeden önce çocuklarınızı veya kendinizi dikkatle takip etmenizi, gerekirse bir hekime danışmanızı önerebilirim. Çünkü disleksiden şüphelenmesem dikkat eksikliği tanısı alamayacak kadar kişilik özelliği sanıyordum kızımın davranışlarını. Nöropsikiyatrik bir sorun olduğunu hiç düşünmedim. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün Doktor Ramizi“Psikanaliz çıktığından beri hemen herkes az çok hastadır.” der. Ben de modern tıbbın herkeste bir patoloji bulmak konusundaki maharetini biraz böyle görüyor, “Almışlar ellerine bir çekiç, herkesi çivi gibi görüyorlar.” diyordum. Haliyle dikkat eksikliği biraz da zorla çakılmış ve çok satan bir çiviydi gözümde. Hem bu çağda dikkati derli toplu kim vardı ki? Dikkate değer ne kalmıştı? Hangimizin odağı sapmamış, merceği parçalanmamıştı? Hem sadece tek bir şeye odaklanmak, onun dışındaki hiçbir şeyi umursamamak değil miydi? Pür dikkat olunan şey, kendisinden gayrı her şeyin hak ettiği özeni çalmıyor muydu? Bırak dağınık kalsındı. Fakat kızımın tecrübesi DEHB konusundaki fikrimi değiştirdi. Ve ben şu satırları yazarken buldum kendimi: Aman dikkat! Tıpta her şeyin çaresi var, cahillik dışında.
Lütfen “dikkat edin” kendinize ve sevdiklerinize. Onlara ve kendinize “iyi bakın” sayın okuyucu. Dikkatte sıhhat var zira.
Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.