Dışarıda ve yabancı

Filistinden iyi bir haber geldiğinde hiç bir şey yapamasak kapının önüne bir bardak su döküp seviniriz.
Filistinden iyi bir haber geldiğinde hiç bir şey yapamasak kapının önüne bir bardak su döküp seviniriz.

Gürültü çıkartıp rahatsızlık vermemek için apartman kapısında çıkartırlarmış ayakkabılarını, altı kat yukardaki çatı katına, altı ay boyunca çorapla çıkmışlar da haberim olmamış. İltica, sessizliği yüklenmekmiş, yutkunmakmış, susarak ve gölgeler tarafına, aynanın ardına geçmekmiş. Mültecinin kütlesiz olduğunu, buhar gibi, duman gibi olduğunu öğrenecektim.

Kimdir yabancı, iltica ettiği yer neresidir, mülteci kendisini nerede tamamlayacaktır, yeryüzü zannetiğimiz kadar geniş midir, daha da önemlisi sahibi kimdir derin denizlerin ve ufuklar boyunca uzanan sıradağların?

Bu soruların karşısında kendisini yabancı olmaktan başka hiçbir kelimeyle tarif edemeyeceğini söyleyen şair Edmond Jabes, terk etmek zorunda kaldığı ülkesi Mısır'ı hep özleyerek vefat edecekti Paris'te. Cenazesi kaldırılırken hayrete düşmüştü ona “Arap” diyen komşuları, onu ‘Katolik’ zanneden toy muhabirleri de yanıltmıştı ölümüyle. 1957'den 1967'e kadar ilkin sığınmacı, ardından mülteci damgası taşıyan kimlik bilgilerine rağmen, o arada yazdığı kırk üç şiir, halen Fransız şiirinin en güzel örneklerinden... “Konukseverlik kadar hiçbir şey sevindiremez mülteciyi, çünkü o, göklere sığınmış kuşlar kadar kırılgandır.” diyor Jabes...

Sürgün ve iltica hakkında konuşmak, yazmak, savunmak evet, onurlu bir iştir lakin mülteci olmak gerçeğiyle kıyaslandığında, sırtından yırtılmış bir gömlekten başka şey kalmaz avuçlarımızda...
Sürgün ve iltica hakkında konuşmak, yazmak, savunmak evet, onurlu bir iştir lakin mülteci olmak gerçeğiyle kıyaslandığında, sırtından yırtılmış bir gömlekten başka şey kalmaz avuçlarımızda...

Yerinden yurdundan edilerek bozguna uğratılmanın âdeta soy kütüğünü tutan, ilticanın arkeolojisini akademiye taşıyan Edward Said’se, sürgün için; “Üstesinden gelinmeyecek derin bir hüzündür ve özdedir.” diyor.

Sürgün ve iltica hakkında konuşmak, yazmak, savunmak evet, onurlu bir iştir lakin mülteci olmak gerçeğiyle kıyaslandığında, sırtından yırtılmış bir gömlekten başka şey kalmaz avuçlarımızda... Mülteci, kardeşleri tarafından kuyuya atılmış, küçük bir çocuğa benzer. Üstelik onu göz göre göre kuyuya atanların mazereti de hazırdır: “Kardeşimizi kurt yedi!..”

İltica yarım kalmışlıktır

Bütün ilticalar yarım kalmıştır, yarım kalmışlıktır. Mülteci, bir yarısını muhakkak sizde bırakandır.

Suriyeli misafirlerimize hasredilmiş Nizip'teki kampta tanıştığım Nazire Nine, kendisine o hafta verilmiş tekerlekli sandalyesinden pek memnundu. Gözleri de görmüyordu. Ne olduğunu tam olarak bilmediği uzun bir yolu torunun sırtında kat etmişti. Sürekli tevbe istiğfar getirmekle meşguldü, torunlarının söylediğine göre kıyametin koptuğunu ve mizanda hesap vermeye gittiklerini zannediyormuş... Bu ihtiyar mültecinin nazarında iltica; kıyametin kopuşuydu.

Edward Said
Edward Said

Aynı kampta güvenlik görevlisi olarak çalışan yirmi beş yaşındaki Hatice Hanım, servisle saatlik mesafeden geliş-gidişlerinin ilk zamanlarda kendisini tedirgin ettiğini lakin bu kampta verdikleri insani hizmetin manevi huzurunu hiç bir işle değişmeyeceğini söylerken gözleri yaşarıyordu. İki tel ağarmış saçını gösterirken: “Mültecileri sadece seyretmek bile saç ağartır.” diyordu.

İltica umuttur

Myanmar'da ziyaret ettiğimiz Arakan Kampları’nda ikamet eden Rohingya Müslümanlarının durumu ise daha da feci ve karmaşık. Zira onlar kendi memleketlerinde. Yakılmış şehir ve köylerinden zorla çıkartılıp bu toplanma kamplarına yerleştirilmişler. Görüştüğümüz kamp sakinleri içinde yirmi beş yaş altındakilerin kimliği yok, kendi ülkelerinde kimliksiz ve tanımsızlar. Başka ülkelere geçişlerine de izin verilmiyor. Balıkçı sallarıyla Bangladeş'e geçmek isteyenlerse, Bangladeş hükümetinin sınır kapaması yüzünden açık denizde sandal üstlerinde, sanki zamanın içinde asılı kalmış gibi bekleşiyorlardı. İltica imkânı bile gasp edilmiş bu insanlar nazarında yol, son umuttu.

  • “Allah'tan ölümü istiyoruz” diyen insanların arasından geçerken, insan insanlığından utanıyor ve ‘kıyamet’ gibi olsa da, ilticanın nasıl bir hayat memat umudu olduğunu fark ediyor.

Her türlü zorluğuna rağmen ilticanın umut olduğunu bana öğreten Ürdün'deki Filistin Kamp/Mahallesi kadınlarını da şükranla anmak isterim. Sunta ve konserve tenekelerinden çattıkları labirenti andıran artık mahalleleşmiş yerleşim bölgesinde, “Filistinden iyi bir haber geldiğinde hiç bir şey yapamasak kapının önüne bir bardak su döküp seviniriz” diyerek zılgıt çekerlerken, ilticanın, bir gün muhakkak geri dönüşü olacağını da onlardan öğrenecektim. “Bir Filistin vardı ve bir Filistin hep olacak.” yeminiyle mülteciydiler 1968'den bu yana...

Savaşın, işgalin ve ilticanın en ağır yükünü kadınlar ve çocuklar çekiyor kuşkusuz. Ama onlar aynı zamanda hayatın devamı ve umudun çağrısı...
Savaşın, işgalin ve ilticanın en ağır yükünü kadınlar ve çocuklar çekiyor kuşkusuz. Ama onlar aynı zamanda hayatın devamı ve umudun çağrısı...

Savaşın, işgalin ve ilticanın en ağır yükünü kadınlar ve çocuklar çekiyor kuşkusuz. Ama onlar aynı zamanda hayatın devamı ve umudun çağrısı... Nitekim Gaziantep'te ziyaret ettiğimiz konteynır sakinlerinden Sevde Hanım, İngilizce, Arapça ve yeni öğrenmeye başladığı Türkçesiyle üç dili bir arada âdeta coşku seli halinde konuşuyor. Az evvel dağıtılmış unu, su ile karmış, açtığı yufkadan saldığı erişteye bizleri de buyur ederken; “Kim terk eder ki evini mutfağını? İnşallah Şam'a geri döndüğümüzde siz de bizim misafirimiz olursunuz.” diyor. Kendisi öğretmenmiş, “Öğretmenin işi bitmez, buradaki çocuklarımıza ders veriyorum.” derken kendisinden gayet emin. Yer minderinde sessizce oturan tek bacaklı oğlu ise uçak mühendisiymiş, “yarın protez takılacak, yürüyeceğini söyledi doktorlar.” dedikten sonra, “tuz bulamadım, kusura bakmayın.” diye ekliyor. O; bir kadın, bir anne ve bir öğretmen, hayatın tadı tuzu...

İltica sessizliği yüklenmektir

Suriyeli diş hekimi Feridun Bey'le sadece bir kere selamlaştık Çapa'daki apartmanın girişinde. Hali vakti yerinde bir kimse olduğunu işitmiştim çevreden. Açıkçası bu beni de rahatlatmıştı, “Bir ihtiyaç olursa beni de haberdar edersiniz” demiştim apartman yöneticisine, o kadar. Ne apartmanın çatı katına taşındıklarından ne de altı-yedi ay kadar sonra başka bir adrese intikal ettiklerinden doğru düzgün haberim olmamıştı. “Niçin seslerini hiç işitmedim?” deyince öğrenecektim mahalle marketinden. Gürültü çıkartıp rahatsızlık vermemek için apartman kapısında çıkartırlarmış ayakkabılarını, altı kat yukardaki çatı katına, altı ay boyunca çorapla çıkmışlar da haberim olmamış. İltica, sessizliği yüklenmekmiş, yutkunmakmış, susarak ve gölgeler tarafına, aynanın ardına geçmekmiş. Mültecinin kütlesiz olduğunu, buhar gibi, duman gibi olduğunu da öğrenecektim.

Uluslararası Af Örgütü'nün hazırladığı Göç Raporu'na göre: Bugün dünyada kaydı tutulan 60 milyon civarında mülteci var. Her gün 42 bin kişi ekleniyor bu sayıya.

Sadece bu durum bile nasıl vahim bir manzarayla karşı karşıya olduğumuzu ortaya koyuyor.

Mülteciler meselesini ekonomik ve siyasi bir mesele olmaktan çıkartıp, ahlaki ve insani bir mesele haline getirmemiz gerekmiyor mu?..