Dünyada yaşadığımıza emin miyiz?

Çevre felsefesine dair bu gibi çoğu kavram ve teori Batı tarafından geliştirilirken, acaba İslam’ın ilham verici referanslarına ne oldu diye düşünüyorum.
Çevre felsefesine dair bu gibi çoğu kavram ve teori Batı tarafından geliştirilirken, acaba İslam’ın ilham verici referanslarına ne oldu diye düşünüyorum.

Şiir yazmak niyetiyle yedi yaşındayken aldığım bir defterim var. Bugün ise çoğu zaman, açıp içindekilere gülmek için raftan indiriyorum onu. Şiirlerin yarısı hiç yaşanmamış anılar üzerine yazılıyken, diğer yarısı ise enteresan bir şekilde tabiat hakkında

Çevre günü diye bir gün uydurmuşum hatta. “Uydurmuşum” diyorum çünkü her ne kadar 5 Haziran bugün çevre günü olarak kutlansa da, o yaşlarda böyle bir olayın varlığını bilmiyordum, ve ihtiyacım da yokmuş bilmeye. Yazdığım bir kıta ise şöyle:

  • Gidebileceğimiz başka dünya,
  • Yok olduğu için hayatta,
  • Koruyalım çevreyi ki
  • Gitmesin güzel dünya.

Doğayla dost çocuklar

Okumayı daha yeni öğrenmişken neydi beni ormanlar, kuşlar, dereler hakkında yazmaya iten sebep bilmiyorum. Kırsalda da yaşamıyorduk halbuki, bir şehirden başka bir şehre taşınıp dururduk. Yine de yedi yaşındayken böylesi bir bilince sahip oluşum, bugün yirmi yedi yaşımdayken mutlu ediyor beni. Ya da hayır bilinç değil, sevgiydi bu diye düşünüyorum. Kathleen Raine de çoğu insanın çocukken tabiatla ilişki kurduğuna vurgu yaparak, doğaya yöneltilen ilginin bir içgüdü olarak insan yaratılışında bulunduğunu iddia eder. Doğuştan sahip olduğumuz bu yeti sayesindedir çocukken hayvanla, bitkiyle, güneş veya yıldızlarla konuşmamız ve tüm bunlar tabiatı canlı bir özne olarak görmenin ne kadar içsel bir motivasyon olduğunu da gösterir aynı zamanda. Fakat günler geçer; güneş batar, yaprak uçar ve ne yazık ki bizler, zaman ilerledikçe bu etkileşimi kaybederiz. Ya da bazılarımız kaybetmez.

Naess’e göre “nehirler de doğanın ıssız köşeleri de canlı varlıktır” ve taşıdıkları değer bizatihi “varoluş”un kendisinden kaynaklanır.
Naess’e göre “nehirler de doğanın ıssız köşeleri de canlı varlıktır” ve taşıdıkları değer bizatihi “varoluş”un kendisinden kaynaklanır.

Çocukluğu geride bırakıp, biraz daha büyümüştüm. Fakat ilk ne zaman karşılaştım Kur’an-ı Kerim’deki gözlerimi kamaştıran Sad Suresi ile, hatırlamıyorum. Gözlerimi kamaştıran dedim evet, çünkü okur okumaz hayalimde canlanıvermişti Hz. Davud’un kuşlarla beraber zikir çektiğini anlatan ayetler , ve biliyordum, masal da değildi yazılanlar. Sonra her bir çiçeğin Tanrı bilgisi dahilinde açtığını söyledi bana Kitap , ona da inandım… Ah az kalsın unutacaktım, Sad Suresi kuşların yanı sıra dağların da peygamber ile zikrettiğinden bahseder. Hani Hz. Davut’un böğründen demir çıkardığı şu dağlar , an gelir kuşlarla zikir çekecek kadar yumuşar, duaya “amin” der.

Sanırım peygamberler tabiatla arası iyi olan insanlar… Hz. Muhammed mesela, dağları gezmeyi severdi. Dağlar, o geniş manzarası ile insana daha derin bir bakış açısı ve kavrayış verirdi. İlginçtir ki Hz. Muhammed de kendi kalbinin ve insanlığın ufkunu açan ilk ayeti bir dağda iken aldı. Yükseklerde ve yalnızken. Sonra yıllar geçti, artık İslam o anki mahzunluğundan kurtulmuştu. Bir tek insanlar değil; toprak, su ve hava da sonunda “son din” ile kavuşmuştu. Okunan ayetleri hayvanlar, yapraklar, kayalar da duydu. Hz. Muhammed bir gün Uhud Dağı’na karşı bakarken şöyle dedi:

Uhud öyle bir dağdır ki biz onu severiz, o da bizi sever.

Bu hadis, insan dışındaki bir varlığa etik öznelik atfetmenin en güzel örneklerinden birini gösterir bize. Zira, Uhud artık öylesine bir dağ değildir; o yetkeye sahip, hem de sevmek gibi yüce bir yetkeye sahip dağdır. Bunun yanı sıra, “Derin Ekoloji” hareketinin fikir babası Norveçli doğa filozofu Arne Naess da insan dışı varlıkları yalnızca maddeye indirgeyen görüşü reddeder. Naess’e göre “nehirler de doğanın ıssız köşeleri de canlı varlıktır” ve taşıdıkları değer bizatihi “varoluş”un kendisinden kaynaklanır. Böylece, kullanım değerinin ötesinde, tabiat ve içindeki unsurlar bir bütün olarak ekosistemi oluşturmaktadır. Benzer şekilde “yeryüzü etiği” (land ethics) kavramını geliştiren Aldo Leopold da toprağın değerine vurgu yaparak insanın toprağa karşı sorumluluklarına dikkat çeker.

Politik ekoloji

Çevre felsefesine dair bu gibi çoğu kavram ve teori Batı tarafından geliştirilirken, acaba İslam’ın ilham verici referanslarına ne oldu diye düşünüyorum. Neyse ki tam o esnada Malezyalı akademisyen Adi Setia’nın “İslami-Derin Ekoloji”den bahsettiği makalesi geliyor aklıma.

  • Setia bu makalesinde, üzerinde yaşadığımız toprağa nasıl davranmamız gerektiğini “Rahmân'ın kulları, yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürüyen kimselerdir” ayeti üzerinden açıklayarak, farklı bir toprak etiği tasarlıyor. Böylece, karanın parçalanması, tarım ve yaşam alanlarının dağılması, habitat kaybı gibi pek çok ekolojik probleme dair insanları ve Müslümanları yeniden düşünmeye zorluyor.

Müslümanlar demişken… Yüksek lisans esnasında aldığım “Politik Ekoloji” isimli dersimi hatırladım. Sınıftaki tek Müslümanın ben olduğunu söylemeyeceğim elbette, fakat hem İslam inancına bağlı hem de ekolojiye meraklı tek öğrencinin ben olduğunu söyleyebilirim.

Dr. Setia
Dr. Setia

Bu şaşırdığım bir durum değil, övündüğüm de. Fakat böyleydi işte. Halbuki sevgili S. Ozan Zeybek hocam “insan-olmayan” varlıklardan ve bunların öneminden bahsettiğinde, aklımın İslami referansa kaydığı anlar ne çoktu. Mesela bir derenin de yardıma ihtiyaç duyabileceğini söyleyen Hay bin Yakzan bugün yaşasa “derin ekolojist” ilan edilebilirdi… Evet, İbn Tufely’in roman karakteri olan, ıssız bir adada kendi gözlemleri ile Tanrı’yı bulan Hay, derenin iyiliğini düşünmenin ötesinde, bir dere gibi düşünmemize imkân tanır. Onun sayesinde biz şu soruyu sorabiliriz: “Dökülen çöpler yüzünden yolu tıkanan, önüne engeller çıkan ve istediği gibi akamayan dere üzülmez mi? Peki ya suyun akmaması sonucu o dere ile beslenen hayvan ve bitkiler acı çekmez mi?” Duygusallıkla kurulmuş naif cümleler gibi gelebilir kulağa bunlar. Fakat insanı dünyada halife olarak atayarak, insan türüne pek çok sorumluluk yükleyen ve ardından, düzene sokulmuş yeryüzünde “bozgunculuk yapmayın” diye uyarıda bulunan bir dinin inananıysanız eğer, bence hiç de naif değil.

Mesela şu ayete kısaca bir bakalım istiyorum:

O Allah yeryüzünü size bir döşek yapmış, oradan sizin için yollar açıp, gökten de su indirmiştir.

Bazı çevirilerde döşek yerine beşik kelimesi de kullanılır ki bunun bende daha sevimli duygular uyandırdığını itiraf etmeliyim. Burası dünya, ya da döşek, ya da beşik… Yani doğduğumuz, içinde bir sağa bir sola sallandığımız, büyüdüğümüz, yaşam boyunca bize sunduklarından istifade ettiğimiz, sonra öldüğümüz ve öldüğümüzde bu sefer bizim bedenimizin doğaya besin döngüsü olarak katkı sunacağı yer. İşte ölümle tamamlanan o muhteşem döngü, ekolojinin kalbi. Peki ayetin devamında zikredilen “gökten inen” suyu nerde muhafaza edeceğiz?

Yalnızca Kur’an-ı Kerim’in suya atıfta bulunduğu ayetler göz önüne alındığında dahi, yeryüzündeki en “ciddi” su savunucuları Müslümanlar arasından çıkmalıydı diye düşünüyorum, fakat böyle bir oluşum göremiyoruz. Bugün Türkiye’de su kullanımına dair en etkili faaliyetleri yürüten kuruluşlardan biri “Su Hakkı” isimli bir platform ve inanılmaz işler yapıyorlar. Burada şunu belirtmek gerekir ki çevreci adımlar atmak için dindar olmaya gerek yok, fakat bir İlah tarafından yeryüzünü imar etmekle görevlendirildiğinizi hissediyorsanız eğer, yaşadığınız dünyanın ve içindekilerin iyiliği adına harekete geçmek için pek çok neden mevcut.

Tevhit

Öncelikle, İslam’ın dayandığı çok temel bir fikir var: tevhit. Tevhit inancının sunduğu bütünsel evren anlayışını uygulayabilmek içinse Allah’ın yalnızca insanın değil, dünyadaki tüm mahlukatın Allah’ı olduğunu fark etmeye ihtiyacımız var. Bizim gereksinimlerimizi karşılayan Yaratıcı’nın aynı zamanda diğer tüm canlıların ihtiyaçlarını da karşıladığını; bitkilerin ve hayvanların rızıklarının Tanrı tarafından verildiğini, bu rızkı kesmeye, engellemeye veya kirletmeye hiçbirimizin hakkı olmadığını ve dolayısıyla, yer yer ümitsizliğe düşsek de, insan-dışı varlıkların da iyiliği için elimizden geldiğince çabalamamız gerektiğini fark etmeye ihtiyacımız var. Kısaca söylemek gerekirse, ben ve bir salyangoz aynı Tanrı’ya inanıyoruz ve ikimiz de aynı güce muhtacız işte.

Yeşili sev, ağacı koru, ekoloji böyle bir şey değil!
Yeşili sev, ağacı koru, ekoloji böyle bir şey değil!

Fakat şunu da biliyoruz ki, Aristoteles ile başlayan doğanın bilimsel incelemesi duygu ve dinden tamamen arınmış nesnel bir tabiat düzenine inanmanın ilk adımları oluşturdu. Tabiatın din ile ilişkilendirilmeden, sözde “objektif olarak”, bir madde gibi görülmesi ve tanımlanması gerektiğini iddia eden modern düşünce ise dünyanın çok daha kolay bir şekilde sömürülmesine ve yaşanan ekolojik krize hizmet etti, ediyor. Ursula K. Le Guin, işte tam da bu yüzden, Günün Geç Vakitleri isimli şiir kitabının önsözünde şöyle bir sitemde bulunur: “Nesnelleştirmenin bizi getirdiği yere bakın!” ve devam eder: “Ağaçları, nehirleri yahut tepeleri yalnızca ‘doğal kaynak’ diye görmemenin bir yolu onları da türdeşimiz, akrabamız saymaktır” (2019, s. 20).

Ursula’nın bu şikâyet ve önerisine katılan biri olarak, gerek okulda gerek okul dışında ekolojiye dair eğitimler almaya çalışıyorum. Bir gün, dahil olduğum ekolojik okuryazarlık eğitiminde Şamanizm’in ne kadar çevre dostu olduğu söylenince, ben de İslam’ın tabiata yaklaşımından bahsettim kısaca. Her zamanki gibi sınıfta tektim ve o gün, eğitmenlerden biri yanıma gelerek şöyle dedi: “Keşke dinler ve ekoloji hakkında daha çok şey konuşabilsek”. Onun üzüntüsünü ve ne demek istediğini biliyordum; ekolojiye dair konularda Müslümanlar ortada yoktu ve nerdeyse tüm çevreci etkinlikler, baskın bir şekilde sol tandansın elindeydi.

  • Halbuki İslam ve hayvan etiği çalışan bir öğrenci olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, hayvanlara yönelik “otlama hakkı” gibi bir haktan bahsetmek dahi mümkün. Mesela yolculuk esnasında hayvanların nasıl beslenmesi gerektiğini anlatan bir hadis var.

Bu hadis, eğer yol üstünde yeteri kadar çok bitki varsa, develerin istediği gibi bu bitkileri yemesine müsaade edilmesi gerektiğini; eğer ki yol üstünde karınlarını doyuracak kadar besin yoksa, oyalanmadan yolculuğu tamamlamayı öğütlüyor. Bu yalnızca hayvanları değil, aynı zamanda bitkileri de koruyan bir uygulama. Bitkilerin az olduğu yerde develeri otlatmadan yola devam etmek, o bitkilerin büyüyüp yeşermesine de imkân tanıyor. Böylece, bugünün tabiri ile sürdürülebilir olarak adlandırabileceğimiz pek çok unsuru içinde barındırıyor tek bir hadis.

Peki ama, iktisadi ve politik sistemi değiştirmeden, İslam’ın sahip olduğu çevre etiği veya tüm bu ekoloji tartışmaları, Türkiye’deki Müslümanların aktif çevreci bir rol almasında tek başına yeterli olacak mı? Başlarda bahsettiğim Politik Ekoloji dersinde de hocamızın bize söylediği ilk şey şuydu: “Yeşili sev, ağacı koru, ekoloji böyle bir şey değil!” Dolayısıyla, ekolojinin siyasi erekleri de içinde barındırdığını fark etmek ve ona göre hareket etmek gerekiyor. Ayrıca, romantik çevrecilikten nasıl kurtuluruz sorusu da önemli, fakat bunlar başka bir yazıda ele alınması gereken konular olarak karşımızda duruyor şimdilik.