Erkeklere dair birkaç hikâye

Bir zamanlar inip çıkan insanlar vardı, birbirlerinin kulaklarına bir şeyler fısıldarlardı
Bir zamanlar inip çıkan insanlar vardı, birbirlerinin kulaklarına bir şeyler fısıldarlardı

Bazen paranız denk gelmez, bazen bozuğunuz olmaz, bazen öyle dalgınsınızdır ki oturur ama ücreti vermeyi unutursunuz. Sarı dolmuş şoförlerinden bir bölüğü böyle hallerde ya yolcuyu indiriyor, ya hırçınlaşıyor, ya da çarşıya varıncaya kadar yüzlerini asıyorlardı. ‘Canın sağ olsun’ diyenler de vardı. Şu hırçınlaşanlar, müşterilerine kötü davrananlar kimdi; özellikle hangi taifedendiler?

Taşra CEO'su

Geçtiğimiz yaz, bir akşam vakti telefonum çaldı ve içi tıpkı kadınlarınki gibi karmakarışık olan çantamdan onu bulup çıkarıncaya kadar da ısrarla çalmaya devam etti.

Küçük şirketin ‘yeni müdür’ü, büyük işler yapan bir firmanın CEO'su gibi davranıyor.
Küçük şirketin ‘yeni müdür’ü, büyük işler yapan bir firmanın CEO'su gibi davranıyor.

Arkadaşımdı. Bu kente benden iki yıl sonra gelmiş, başarısız birkaç iş girişiminin ardından pek de maliyeti olmayan emlakçılığa soyunmuş, nasipsizliğini yenemediği için küçük bir inşaat firmasında aylıkla çalışmaya başlamıştı. Bazı arkadaşlarımı, ruh hallerini seslerinden çıkaracak kadar tanıyorum artık; ‘müsait değilim’ diyemedim. Buluştuk. Bizim âdetimizdir; göz göze gelerek konuşmak istemediğimiz meseleleri bir tavla maçının arasına yayarız. Söz şurada burada dolaşır, kırık taşların kıyısından geçer ve nihayet ustalıkla ertelenmiş konuya gelinir: Küçük şirketin ‘yeni müdür’ü, büyük işler yapan bir firmanın CEO'su gibi davranıyor; dostları ve akrabalarıyla telefonda konuşurken kasım kasım kasılıyor; imeceyle iş tutmaya alışmış çalışanları iktidarının basamaklarına diziyor; müşterilere, foyası ortaya çıkacak bilgiler veriyormuş.

  • Bazen çok rahatsız edici de olabiliyormuş. Mesela daha dün, bir kadın müşteriyle yaptığı uzun ve yılışık konuşmanın bitiminde, “Siz zahmet etmeyin, yarın şoförümü gönderip sizi aldırıveririm.” demiş. Aslında patron dâhil, kimsenin özel şoförü yokmuş firmada.

Tahmin edebileceğiniz gibi bu 'nazik' görev arkadaşıma düşmüş. Benim dört çocuk babası ‘gururlu’ arkadaşım sarsılmış bir haldeydi; kendisinden yaşça küçük bir kariyer hovardasının ‘özel şoförü’ olmak ona çok ağır gelmişti belli ki. Tavla bitti; “Kalk” dedim, “kıyıya inip biraz yürüyelim...” Sonra da şakayla karışık ekledim: Biliyorsun, devrimi onlar yaptı!

Sarı dolmuşların 'bazı' şoförleri

Bağlarbaşı'nda, Ermeni Mezarlığı’nın karşısına düşen Reisülküttap Sokak'ta oturduğum günlerde, dışarıdan bakılınca hemen anlaşılacak kadar mutsuzdum.

Erkekler mutsuzken tehlikeli bir yalnıza dönüşürler! Bunu bildiğimden, bir şaire hiç de yakışmayacak bir yöntem denemekteydim. Sıkıntılarımın analizini yapabilmek için onları sıraya koyuyor, her biri hakkında uzun uzun düşünüyor, kendimi ciddiye almaya çalışıyordum. Kafa yorduğum mutsuzlukların sıralamadaki yerleri ruh halime göre değişse de, ilk sıradaki başlık hep aynı kalıyordu: Parasızdım. İnsan neyin yoksunluğu içindeyse gözüne en çok o batar. Benim gözüme de, içinde para geçen diyaloglar batıyordu. Öyle büyük meblağlar da değildi üstelik; lokantada yemeklerin ücretleri, tütünün fiyatı, çaya yatırılan miktar vs. Sarı dolmuşların şoförlerini tahlil etme şansını işte o paragöz dönemimde yakaladım. Siz de pek çok kez dolmuşa binmişsinizdir, bilirsiniz: Bazen paranız denk gelmez, bazen bozuğunuz olmaz, bazen öyle dalgınsınızdır ki oturur ama ücreti vermeyi unutursunuz.

Sarı dolmuşların şoförlerini tahlil etme şansını işte o paragöz dönemimde yakaladım.
Sarı dolmuşların şoförlerini tahlil etme şansını işte o paragöz dönemimde yakaladım.

Sarı dolmuş şoförlerinden bir bölüğü böyle hallerde ya yolcuyu indiriyor, ya hırçınlaşıyor, ya da çarşıya varıncaya kadar yüzlerini asıyorlardı. ‘Canın sağ olsun’ diyenler de vardı. Ruh halim sayesinde, bindiğim her bir dolmuşun şoförünü dikkatle incelemeye koyuldum. Şu hırçınlaşanlar, müşterilerine kötü davrananlar kimdi; özellikle hangi taifedendiler? Günlerce yüzlerine, ellerine, saçlarına, sakallarına, yola bakışlarına, kaşlarını oynatma biçimlerine odaklandım. Müşterisine kötü davranan şoförlerin tamamına yakını koyu muhafazakârdı; giyimlerinden, yüzüklerinden, dinledikleri radyolardan anlaşılıyordu bu! Bir ‘kır fedaisi’ gibiydiler...

Numaralandırılmış erkek

Tehlikeli ve edepsiz yazar Jean Genet’nin yine kendisi gibi tehlikeli ve edepsiz bir tiyatrosu oynanmıştı yıllar önce: Balkon. Zuhal Olcay henüz gençti o vakitler, Haluk Bilginer de öyle. Sertti, kitlelere hitap etmiyordu, gişe tiyatrosu değildi oynanan.

Hırsız Genet, Balkon’da hayatı bir randevuevi gibi kurgulamıştı; oraya gelen alelade insanlar dünyada ne olmayı arzuluyorlarsa, arzularına uygun bir atmosfer oluşturuluyor, kostümler giydiriliyor ve onları bir oyuncak gibi kullanan kadınların huzurunda bir süre general, bürokrat ya da büyük işadamı oluveriyorlardı.

Sonra oyun bitiyor ve her biri kostümlerinden soyunarak, arka kapıdan sıradanlığa dönüyordu. İzleyici, perde çekildiğinde, dünyanın da erkeğin arzularına kostüm giydiren dişi tabiatlı bir kurmaca yeri olduğunu düşünürdü ister istemez. Belki de tarih, onun bu kostümü fazla ciddiye almasından kaynaklanan sürekli bir yıkım yeriydi. Erkekliğin yinelenip duran bu yazgısı, Yunanlı şair Ritsos’un gözünden de kaçmamıştı. Usta, bir kadın kahramanın ağzından şöyle anlattı olup biteni: "Bir zamanlar inip çıkan insanlar vardı, birbirlerinin kulaklarına bir şeyler fısıldarlardı / Siyasiler, askerler, diplomatlar / Ne korkunç insanlardı, Tanrım / Sanki ezberlenmiş, numaralandırılmış, yinelenmiş gibiydiler / Hangi ayda, hangi saatte, hangi yılda olduğunu bilmezdi insan / Savaşlar, devrimler, karşı devrimler kaç kez yinelenirdi / Alanlarda büyük şenlikler ve ölüler için yakılan ateşlerden kalan kül yığınları aynı küller / Bazen, az önce kahraman diye alkışladıklarını da yakarlardı / Hiç bir anlamı kalmazdı defne yapraklarının / İnsan bir başkasının evindeki kapıyı kapıyormuş gibi kapar gözlerini; görmemek, düşünmemek için / Dolaplar, rüşvetler, ihanetler / Bel kemiği olmayan ayakta kalırdı hep... / Bir gün mahallenin delisi, göğsünü açıp bir taşla dövdü. ‘Anacığım, anacığım’ diye bağırdı. / Anacığım ölmek istiyorum, ölmek..."

Demirci Rıfat

Kim derdi ki bir gün kendi kahramanımın reklamını yapacağım. Ama söz erkeklerden açılınca, ‘Demirci Rıfat'tan bahsetmemek olmazdı.

Ben de sırtımı ölü geçmişe yaslayıp, kadınların gözündeki efsanevi Rıfat Usta'yı şöyle anlatmıştım:
Ben de sırtımı ölü geçmişe yaslayıp, kadınların gözündeki efsanevi Rıfat Usta'yı şöyle anlatmıştım:

Otuz üç yaşımda, hayalî bir geçmiş zaman kentinde yaşayan bazı tuhaf kahramanların hikâyelerini yazdım. İçlerinde masumlar da vardı, katiller de. Kahramanlarımın arasına, kadınların ‘işte bu’ diyeceği bir erkeği de katmak istiyordum. Diyecekler miydi? Doğrusu kuşkuluydum bundan. O günlerde, tıpkı şimdi olduğu gibi hüsnalaşan, eğlenen, eğlendiren, tüketime açık erkek revaçtaydı ve hüsnalık, incelik zannediliyordu. Tarihsel kurmacalar, ideal tipler yaratmak isteyen kalemlere bulunmaz fırsatlar sunar. Ben de sırtımı ölü geçmişe yaslayıp, kadınların gözündeki efsanevi Rıfat Usta'yı şöyle anlatmıştım: “Kadınların gözünde, her erkekte kolay kolay bulunmayacak beş kapının beşi de Demirci Rıfat'a açılıyordu: Dingin bir yüz, arzulayan bir bakış, sığınılacak bir endam, hükmedecek bir şiddet ve dertleşilecek bir kadınsılık. Sanki işlediği demirlerle beraber onun cevheri de işlenmiş, ham olanı olgunlaştıran, olgunlaştırdığını biçimlendirip daha da güzelleştiren esrarlı bir adam olmuştu. Sanki yıllar, sayısız erkekten esirgediğini getirip Rıfat'a teslim etmişti.” Şimdi sorulsa, Rıfat Usta’yı o denli çekici yapan asıl sebebin ‘iş ahlakı’ olduğunu söylerdim. İş ahlakı yoksa, erkek, her türden kullanıma açık bir hovardadır!