Ev işlerinin edebiyatçılar üzerindeki etkisi geçmişten bugüne tartışılıyor

Eskiye kıyasla daha az vakit alır gibi görünse de yaşam boyu peyderpey artıp azalan, zorlaşıp kolaylaşan ev işlerinin zahmet mi rahmet mi olduğunu sorar dururuz. Bu iç yaşam becerisi, başka bir iç yaşam dinamiğiyle alâkalı mıdır; dağınık çekmecelerin dağınık zihinlerle, âtıl bir evin âtıl bir ruhla ilişkisi var mıdır? Gelenek bu konuda öteden beri bir fikir sahibidir. Hatta fazlaca düşünmüş, sistemleştirmiş sonra da ritüellerle yormuş, epritmiştir. Modern yaşamsa yalnız bir yere kadar mukavemet edebilmiş görünüyor. Kanadalı bir klinik psikolog olan Jordan Peterson, özellikle genç erkeklere bir tavsiyede bulunuyor: “If you want to organize your psyche, you could start by organizing your room. (“Ruhunuza çeki düzen vermek istiyorsanız işe odanızı düzenleyerek başlayabilirsiniz.”) Kulağa klasik bir ebeveyn nasihati gibi geliyor. Fakat bir erkek tarafından önerilmediği sürece ev içi emeğin pek de görünür olmadığını biliyoruz.
Bir temel hayat becerisi olarak bakıldığında aslında hiç gocunmadan müşterek bir hayatın müşterek zahmeti gibi görülüp kolayca iş bölümü yapılabiliyor. Buna rağmen ev işleri temelde çok karmaşık, çok talepkâr ve insanın mekanik hâle gelmiş hiçbir eylemden hoşlanmayan tabiatına fazlasıyla terstir bugün bile. Geçmişten günümüze bunun izini edebiyatta, edebiyat metinlerinde ya da yazarların iç yaşantılarında sürmenin ilginç olacağını düşündüm. Ev işlerinin bu karmakarışık tabiatı sahiden de büyük edebiyata layık!
Yazı makinemiz Ahmet Mithat’ın tozunu kim alırdı?

Osmanlı’da saray dışında konaklarda, varlıklı ailelerin evlerinde de ev içi hizmeti gören, bulaşık, çamaşır gibi hizmetlere bakan hususi kimseler olurdu. Konak yaşamı, çok odalı, çok başlı, çok renkli ve çok mesuliyetli bir yaşam... Ev işlerinin insanı ve bir yönüyle vaktini esir aldığı düşüncesi Antik Yunan’dan beri hemfikir olunan bir konu. Üstlendikleri işlerle ev sahiplerine bir hürriyet bağışlayan bu kimseler Osmanlı’da evin birer ferdi gibi görülür, eve genç yaşta gelir, ihtiyarlayıncaya dek bu konaklarda maişetlerini temin ederlerdi. Erkek hizmetliler genellikle evin ağır denebilecek işleriyle ilgilenirken (arabacılık, bahçıvanlık, kâhyalık…) kadınlar temizlik, mutfak işleri ya da çocuk bakımı gibi işlerde rol alırlar. İstanbul konaklarında Tanzimat’ın tesiriyle alafranga âdetlere de sıcak bakılmaya başlandığında ev işlerine bakan kimselere, odalık ve halayıklara çalgı dahi öğretilir, okuma-yazma talim ettirilir. Ahmet Mithat Efendi’nin birçok romanında bu gibi ev içi hizmetleriyle ilgilenen kimseler konu edilmiş, çeşitli ilişkiler ağında gündeme getirilmiş, hem devrin rutin görülen ev işlerine dair birer numune sunmuşlardır.
- O dönemin izlerini sürdüğümüz eserlerin yazarları acaba günlük ev işlerinde ne kadar rol alırlardı diye merak ederim hep. Daima masası başında olan, bir “yazı makinesi” ne dönüşen bunun yanı sıra ticarette de bir girişimci olan Ahmet Midhat’ın zannederim ev işlerine ne bir vakti ne bir merakı olabilmiştir.
Henüz yaşarken müzeleşen evin temizliği, ev işleri içinde en zoru olsa gerek
Tevfik Fikret’in Aşiyan’ını kastediyorum. Mimarisinden peyzajına, mobilyasından döşemesine, hatta o ev içinde giyeceği entarisine varana dek tasarladığı bu evle özel olarak ilgilenen Tevfik Fikret acaba ev işlerinde de bir rol almış mıdır? Daha yaşarken müzeleşen, ziyaretçisinin eksik olmadığı bir evin bakımında mutlaka Fikret’in eşi Nazime Hanım ve yine ona yardımcı olan başkaları vardır diye düşünüyorum.
Rahmetli Alev Alatlı’nın bir söyleşisinde, “Mutfak benim iktidar alanımdır, orayı kimseyle paylaşmam.” demesini tuhaf karşılamış, biraz da karşı çıkmıştım. Henüz yeni evliydim, mutfak benim için bir ortak yaşam alanıydı ve dolayısıyla mutfak işleri de asgari müşterekte buluşulacak, yapılıp geçilecek, yeri geldiğinde rol paylaşımı yapılacak ve uzun uzadıya üzerinde durulmayacak işlerdi. Fakat zaman ilerledikçe, bir de anne olunca mutfaktaki iktidardan kastın, geleneğin kadından kadına aktardığı bir düzen ve tertip, bir istikrar olduğunu kavramaya başlamıştım yavaştan. Oğluma çocukluğumda içtiğim çorbayı pişirmek için mutfağa girecektim, anneannemin o tarifini hatırlayınca mutfağa girecektim, bir Lübnan yemeği öğrenince denemek için mutfağa girecektim, bir şeyler beni benim içimdeki ocağın altını açıp harlayarak o mutfağa zaten çekecekti. Ve bu zamanla bir iktidara dönüşecekti. Buraya kadar anlıyordum. Ama bununla beraber çalışan, yazan, üreten, kendini inşa eden biri olarak, Yalnız Tevfik Fikret’in Aşiyan’ı değil, bizim gibilerin evleri de mutfaktan ibaret olmayıp müzeleşecekti. Kitaplar, koleksiyon eşyalar, sık sık yapılan ev toplantıları, bazı odalar âtıl hâle gelecek, bazı odaların vitrinleri ışıyacak. Yapılan bir yurt dışı seyahati fotoğrafları çerçevede, işte şu kitabı şu seyahat sırasında yazdım denilecek, şu çini vazo şuradandı diye hatırlanacak, oranın kültüründen bahis açılacak, bir Özbek çay seremonisi sunulacak, piyaleler masalara yerleşecek, ev dağılacak, tozlanacak, terlikler öteye beriye saçılacak ilanihaye. Ve tek fark bu müzenin vardiyalı işçileri yine bizler olacaktık… Öyle ya.

Gazeteci-Türkolog Sermet Sami Uysal, bir zaman Cumhuriyet gazetesinde yazdığı “Eşlerine Göre Ediplerimiz” başlıklı söyleşilerini bir kitapta toplamıştı. Kitabı şöyle bir karıştırınca hangi edebiyatçılarımızın ev işlerine yatkın, hangilerinin bu konuda tam bir kayıtsızlık içinde olduğunu anlamak da kolaylaşıyor. Mesela eşinin ifadesiyle Reşat Nuri’nin, ufak marangozluk işleri, elektrik tamiri filan gibi şeylere eli yatkındır. “Canı istediği zaman gayet spesiyal yemekler pişirir ve bununla âdeta dinlenir.” Reşat Nuri için sürekliliğin zahmetinden bağımsız, zevk için, biraz kafa dağılsın diye yemek yapmak, işten ziyade bir lüks neredeyse. Yine kitaptaki röportajlardan öğreniyoruz ki “Orhan Kemal çok iyi salata yapar...”, “Oktay Rıfat mükemmel bir marangozdur; hatta evindeki masa, koltuk ve sandalyeleri kendisi yapmış!”, “Bedri Rahmi Eyüboğlu ütü tamir ediyormuş!” Fakat bunlardan başka mesela Nurullah Ataç’ın ev işlerinden hazzetmediği de kayıtlara geçmiş. Sermet Sami, Leman Hanım’a “Eşiniz neyi en çok sever diye sorduğunda “kavgayı” cevabını alıyor. Hoşlanmadığı şeyse temizlik. Ataç’ın hoşlanmadığı temizlik, muhtemelen dibe bucağa girilen, yatağın yorganın balkonlara serildiği büyük ev temizliğidir. En sevdiği şeylerden biri ağzında sigarası, kucağında daktilosuyla yatağında yazı yazmak olan Ataç, dağınık kitapların ortadan kaldırıldığı, içine gömüldüğü yatağın dürülüp silkelendiği o büyük temizlik günlerinden niçin hazzetmiyordu, anlamak mümkün. Öyle günlerde ev içi düzen uğruna kendi iç yaşamının rutini ve düzeni aksıyordu belli ki. Ataç’ın kızının, babasına dair aktardıklarını hatırlıyorum. Evde akşam yemeği için çiçek gibi sofralar hazırlanır, fakat Nurullah Ataç gecikir. “Annemin bütün gençlik, güzellik yılları babamın oyundan eve gelmesini beklemekle geçti.” diyordu kızı Meral. Böyle zamanlarda gazinoya gidip babasını yemeğe çağırdığını, Ataç’ın “Şimdi geliyorum kızım!” demesine rağmen eve yine bir başına döndüğünü anlatıyordu. Röportajda bahsedildiği kadarıyla kahve pişirmesini bilmediği gibi elektrik ampulünü de yerine takamayacak kadar ev işlerinden habersiz olan Nurullah Ataç için gerekli olan yalnız kitapları ve yazı makinesiydi.

Her ikisi de yazar olan Rıfat Ilgaz ve Afet Ilgaz çifti için de ev işleri zahmetliydi kuşkusuz. Rahmetli anneannemin zaman zaman söylediği bir deyim tam da böylesi bir duruma münasip: “Sen ağa, ben ağa, inekleri kim sağa?” Afet Ilgaz, “Yazma vakitlerimizin aynı olması biraz zordu. Çünkü Rıfat Bey yazılarını eski yazıyla yazardı, ben de onları daktiloda tape ederdim.” diyordu. Yani aslında ev işleri şöyle dursun bir yandan Rıfat Ilgaz’ın yazılarını da temize çekiyor, bir nevi sekreterliğini yürütüyordu. Öte yandan Rıfat Ilgaz’ın evi çok sevdiğini ve gerekmezse haftalarca evden çıkmadığını da söylüyordu Afet Ilgaz: “Akşam soframızı beraber hazırlar, sohbet ederdik. Baba olarak azıcık sert ve disiplinliydi. Düşünceliydi de. Çocukların maddi ihtiyaçlarını temin konusunda da çok hassastı. Ama tenkitçi tarafı da çocukları etkilerdi.” Birkaç yıl önce Afet Ilgaz üzerine yazdığım bir yazı vesilesiyle yazar çiftin kızları Defne Ilgaz’la iletişime geçmiştik. Ev içinde Afet Hanım’ın çalışma, yazma rutininden bahsederken “Annem daima yazı düşünür, yazıyla yaşardı, mutfakta, balkon masasında, her yerde.” demişti. “Ama babam bir yazı işçisi gibi mesaiyle çalışırdı.” Sahiden de Rıfat Ilgaz’ın zaman zaman yazabilmek adına evden çıktığı, sonraları da bir otelde konaklamaya başladığı bilinir.
- Rıfat Ilgaz’ın ve birçoklarının yazmak için yerleştiği oteller, pansiyonlar… Evden değil, ev işlerinin angaryasından ve o angaryanın esir aldığı ilişkilerin karaltısından kaçmak bir nevi.
“Evler şairi” olunur da “ev işlerinin şairi” olunmaz

Behçet Necatigil’in lakabıdır, evler şairi. Ev üzerine en çok o düşünmüştür gerçekten de. Hatta öyle ki, ev işleri de doğal olarak düşündüğü şeyler arasına girmiştir. Şairin “Evlerle Savaş” şiirini hatırlayalım:
“… Nedir anlamıyorum Evlerdeki hırsı : Cansızlarla birlik Canlılara karşı. Tencerenin azgınlığı başta. Sofralarla beraber: - Getir ! Dünya durdukça Tencere pişirecek, sofra eritecektir. Eşyaların azgınlığı tamam Hepsi evlerden taraf. Kopar musluk, kırılır cam Hiç yoktan bir masraf. … Erzaklar halimizden anlasa ya. Anlamaz. Biter sabun, biter şeker, biter yağ Biter gaz. …”
Çatısıyla, kapısıyla, ocağıyla, insanıyla evler birer organizma. Genişler daralır, onmak, onarılmak, mamur edilmek isterler daima. Bu isteklere yetişmeye çalışan, canhıraş evin işlerine koşturan her kimse, bir başına bu canlının arzularını teskin etmekten elbette yorgun düşecektir. Cılız olmak, yetip yetiştirememek, derleyip toparlayamamak körükler Necatigil’e göre evin hiddetini. Bu âdeta bir savaşa döner ve onun ifadesiyle “evlerle savaş / savaşların en çetini” olup çıkar. Ev işlerinin zahmetini iyi bilen Necatigil’in bir de ev yaşantısını, evinde verdiği savaşı merak edebiliriz pekâlâ. Huriye Hanım eşi Behçet Necatigil’i şöyle anlatıyor: “Behçet’in sanatçı kişiliği yüzde yüz, belki de yüzde iki yüz eve, her şeye yansırdı. Çünkü hep şiir için yaşadı. Bana ve çocuklara ‘Siz hepiniz şiirden sonra gelirsiniz, bunu bilin yerinizi kabul edin.’ derdi. Kafasında hep şiirler olurdu. Şiir düşündüğü zaman konuşmaz, sanki hep yalnız olurdu. Odasına kapanır, şiiri bitirmeden çıkmazdı. En güzel ve en neşeli anlarımız Behçet’in şiir yazabildiği akşamlardı.” Eve yansıyan sanatçı kişilikten kasıt, gümüşleri şairane ovmak, paspasları sade bir dille silkelemek, mutfak dolaplarının üzerinde sararmış gazeteleri yenileriyle değiştirirken şöyle varsa göz ucuyla sanat haberlerini taramak değildi herhâlde. Necatigil ailesinin en güzel ve en neşeli anları… Uzun zaman bir odaya kapanmış çalışan ve mükellef bir sofraya hiddeti dinmiş hâlde oturan bir şairin keyfinden faydalanarak şu musluk uzundur akıtıyor denildiğinde, “hay, hay!” denip lafın iki edilmediği anlar… Pazarlık da görülecek, büyükçe de bir temizliğe belki bir gündelikçi, o da tamam. Ancak hepsi o şiir yazılabildiyse mümkün.
- Zaman ilerledikçe edebiyatçılarımızın, özellikle modernistlerin eserlerine yansıttıkları ev yaşantısı ve ev işlerinden yana hissettikleri açıkça kötümser, bıkkın bir hâl alır. Tomris Uyar örneğin, İpek ve Bakır isimli kitabındaki “Dağlar Sada Verip Seslenmelidir” öyküsünde şöyle söylüyor: “Evin telâşından başalınmaz. Ev, zorlama bir susma, bazı yasaklar. Ne telâş! Hep bir şeylere yetişme. Saat da yok. Yıllar geçer, yine aynı alışveriş, aynı file (belki artık naylon), aynı süpürüp taş yıkama.

Ama saat on buçukta ev durulur. Kediler, çiçeklerin altına yayılır, taşlar serin, sümüklüböceğin gümüşlü izi seçilir toprakta. Gazete katlanır. Musluklar sızar (sessizliğin ilk şartı). Genizde aynı köpük, aynı uğultu.” (s. 35-6) Bu başalınmaz telaş her sabah başlar, evden işe, fabrikaya, büroya, bankaya, okula koşturan diğerleri gibi evde kalan kimse de koşturarak başlar işe. Simone de Beauvoir böyle bir rutini, Sisifos’un işkencesine benzetiyordu. Gün be gün bulaşıkları yıkamak, mobilyaları silmek, tekrar kirlenecek, tozlanacak ve yırtılacak giysileri onarmak gerekir. “Ev hanımı yerinde koşarak kendini yıpratır; hiçbir şey yapmaz, sadece şimdiki zamanı sürdürür; bir iyiliği fethettiği duygusunu asla edinmez, ama kötülüğe karşı sonsuza dek mücadele eder. Bu her gün başlayan bir mücadeledir.” Beauvoir, İkinci Cins isimli kitabında bunları söyler ev işlerine koşturan kadın için. Belki bu sebeple yetişkin hayatının çoğunu otellerde yaşayarak ve çoğu hemcinsinin hayatının sıkıcılığından kurtulmaya çalışarak geçirmişti. Yemeklerini hazırlamak ve temizlemek zorunda kalmadı, yerel kafelerde ve restoranlarda yedi. Eşi Sartre’sa genellikle onun yakınlarında, aynı otelde veya annesinin birkaç blok ötedeki dairesinde yaşadı.
Bizim modernist kadın yazarlarımız için durum pek böyle olmaz elbette. Belki gündelikçi tutulmuştur zaman zaman, belki haftanın birkaç günü bir “abla”yla anlaşılmıştır yemek için ya da çokluk kendileri halletmişlerdir. Ev işleri, yoksul evlerde kadına düşmüştür, varsıl evlerde başka kadınlara. En nihayetinde kadından kadına...
Leyla Erbil’in Karanlığın Günü isimli romanının ana karakteri Neslihan da böyledir. Bir roman yazmak ister fakat önünde aşması gereken ev, aile, gündelik yaşam, edebiyat dünyasının gerçekleri vardır: “Ben romanımı yazmak istiyordum, kocam dinlenmek istiyor, kızım sevgilisiyle birlikte Kurtlar’la çarpışmak, annem intikamını almak birilerinden. (…) Annem, gene mi yazı! diyor. Falcı mısın sen! diyor. Hadi gel yıka beni, bırak saçmalarla uğraşmayı, sen kim oluyorsun da insanlara akıl veriyorsun! (…)” (s. 48-49)
Tüm temsil ettikleriyle beraber ev’in kendisi, ev işleri, aile bakımı yanı sıra yazabilmek, ona alan açabilmek zordur Neslihan için. Bu sebeple hep “sonra yazarım!” der, yazmayı belirsiz bir sonraya erteler. Annesi güvercinlere daldığında, çocuklar okula, kocası işe gittiğinde, yaşamak ile yazmayı bir aralığa sığdırması gerekir Neslihan’ın.
Ece Ayhan’ın mutfak tüpünü kim değiştiriyordu?
Leyla Erbil’in Ece Ayhan’la anlaşmazlığını kimi edebiyat tarihçileri konuşur, kimi yazarlar dost meclislerinde kısık sesle bahseder, kimi üzerinde durmayı abes sayar. Fakat Erbil, Ece Ayhan’ın ölümünden sonra yayınladığı “Bir Kötülük Denemesi” başlıklı metninde; “dünya çapında tanınan bir şair, nereden kaynaklandığını bilmeden kabul edilmiş bir dürüstlük anıtı, sınır tanımaz bir kurnazlık abidesi, yüreklerimize çakılmış bir korku totemimiz” diye tasvir ettiği Tanrıçay isimli birinin portresini çizer ve oklar bir şekilde yine şairi gösterir. Bu portre, Ece Ayhan gerçeğiyle ne kadar örtüşüyor tartışılır. Yine de yaşayan bir edebiyat mitinin etrafında nasıl ilişkiler geliştiğini okuyabilmenin karanlık bir yoludur bu metin. Genç dostları, ellerinden gelen her yardımı maddi manevi, bu büyük şair için seferber ederler: “Ancak yardımlar kendisinden gizli, onun haberi olmaksızın yapılmaktaydı. Yoksa incinir, küser, giderek öfkelenirse cezalandırabilirdi bizi. Aslında bence yardım edildiğinin ayrımındaydı. Bilmez olur muydu hiç: Tüp gazı neden hiç tükenmiyor, kirasını kim ödüyor, suyu elektriği neden hiç kesilmiyordu. Buzdolabı nasıl öyle kendi kendine içeceklerle yiyeceklerle taşıyordu. O yese de yemese de doluydu raflar. Ancak, hıncından mı, gururundan, kibarlığından mı ne derseniz deyin vakit vakit perhize giriyor korkutuyordu bizi Tanrıçay. Perhize giriyor çok az yiyor, çok çok az yiyerek ölümün sınırında aç tutuyordu kendisini.”
Böyle bir metni ve anekdotu bir arada düşününce, gayri ihtiyari, hatta biraz safça soruyor insan: Sahi, Ece Ayhan’ın mutfak tüpünü kim değiştiriyordu? Biyografisini şöyle bir karıştıranlar onun evle, ev işleriyle biraz tabiatı, biraz da bu tabiatında ısrarı gereği neredeyse hiçbir bağının olmadığını görebilirler.
“Kendine ait bir oda” tüm evi işgal ederse?
- Virgina Woolf’un nasihatini tuttuk. Öyle ya da böyle. İnsanı yoran, yıpratan, alıkoyan ev işlerine yalnız bir cinsin memur edilmesinin karşısına nispeten kurtarılmış bir alan koyduk. Aslında zaten her insanın, erkek ya da kadın, genç veya yaşlı, yazar olsun olmasın, kendine ait bir odası olmalı. Bunda hemfikir olmayan yoktur. Fakat zamanla kurtarılmış ve “kendine ait kılınmış” bu oda tüm evi, o evin tüm işleyişini işgal etmeye başladığında ne olacak?

Sevim Burak, tutkularını her zaman sıradan hayatın önüne koymayı başarmış bir yazar olarak, yazdıklarını terziliği maharetiyle kesip biçip evin perdelerine ve her yerine iliştirdiğinde, daima koşar gibi, hep acele ederek, yazmak istediklerini yazamadan ölmek korkusuyla kendine ait odayı tüm eve taşırarak yazdığı sıralarda, aynı evde, kızı Elfe de vardır. Elfe Uluç’un Facebook’ta paylaştığı bir anı beni çok etkilemişti, eksiksiz aktarıyorum:
“Pandemi en çok sokak sokak gezen beni vurdu ve evi sevmek için en değerli ne varsa ortaya çıkardım. Kanapenin önündeki orta sehpasına da Afrika’dan kalma belki de tek miras olan bir batik örtüyü serecek kadar işi ileri götürdüm. Bir aydır sehpada kirlenen batiği bugün soğuk su ve beyaz sabunla yıkadım. Kırk yıllık bir eser aslında. Ve kırmızı, turuncu renkleri var. Ole adında biri yapmış, altta imzası var. Yıkarken renkleri akacak diye ödüm koptu. Ve kendime kızdım. Acele bir kararla düşünmeden yıkamamalı hatta kuru temizlemeye vermeliydim. Ardından annemin evinde her şeyin en değerli orijinalleriyle yaşadığımız günlük hayata küçükken hep şaşırdığımı hatırladım. Annem en değerli eserlerin biricik kopyalarıyla yaşardı. Ben ise hayatımız bu kadar değerli mi, acaba biz asil miyiz diye düşünürdüm. Onun hayata paha biçilmez bir değer vermesi beni dengeleme sağlamak için yaşamımı sıradan hatta görece değersiz görmeye yönlendirirdi. Öbür türlü benim de çok az zamanı kalmış olmam gerekirdi. Ellerimde mavi damarların çıkacağı, inci küpe takacağım ihtiyarlığa özenirdim. Tüm bunlar yaşamın geri kalanının ne kadar kaldığı ile ilgili. Eğer az zaman varsa o zaman en değerli eşyalarınız çıkarıp kullanmanız gerekir.”
Modernist yazarların ve onlarla deneyimlediğimiz ev içi buhranının, yalnız kurtarılmış bir alanla dinmeyeceğini sanki biraz anlamış olduk. İster evlerden kaçalım ister evlerde kurtarılmış alanlar bulalım, başa dönersek, iç yaşantımızın tertibinin sahiden biraz da evle ve ev işleriyle meşguliyetimizle yakından alakalı olduğunu kabul ediyoruz bugün. Belki geleneğin tumturaklı, olmazsa olmaz diye sıraladığı o ağır pratikler hafifledi, teknik işimizi epey kolaylaştırdı, nispeten eşler ev işlerini paylaşır hâle geldi, fakat öyle ya da böyle, ev işlerinin ehemmiyetsiz bir şey olmadığını hemen herkes anladı sanırım. Rutin, bazen ruhun büyük bir parçasını kabzeder, bazen de büyük bir parçasını bir başka esaretten kurtarır. Ölçüsü bize kalmış.
Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.