Evrak-ı Perişan Arasında 47: Veled Çelebi İzbudak’ın kitaplaşmamış hatıraları-I

Veled Çelebi’nin kitaplaşmamış hatıraları, yazarının biyografisine ışık tutmasının yanı sıra ülkemizin yaşadığı siyasi ve kültürel dönüşümü gözler önüne sermesi bakımından da önemli ayrıntılar içermektedir.
Tam adı “Mehmed Bahâeddin Veled” olan Veled Çelebi İzbudak (1867-1953), yakın dönem kültür ve edebiyat tarihimizin renkli simalarından biridir. Mevlâna Celaleddin-i Rumi’nin soyundan bir aileye mensup olan Veled Çelebi, Konya’da dünyaya gelmiş, mahalle mektebinde başladığı ilk öğrenimine Sultan Veled Medresesi’nde devam etmiştir. Bu okulda bir yandan Arapça ve Farsça öğrenirken diğer yandan Mesnevi derslerini takip eden Veled Çelebi, 16 yaşındayken Konya Vilayeti Mektubî Kalemi’nde çalışmaya başlar.

1886’da Konya vilayet gazetesinin başmuharrirliğine getirilen Veled Çelebi’nin edebiyata ilgisi küçük yaşlarda ortaya çıkar. Abdurrahman Sıtkı Dede, ondaki edebiyat kabiliyetini fark etmiş ve onu bu yönde teşvik etmiştir. Veled Çelebi’nin ruh dünyasının şekillenmesinde aldığı medrese eğitiminin yanı sıra o dönemde Konya’da bulunan şair, yazar ve âlimlerle kurduğu münasebetin etkisi vardır.
Medrese eğitiminden arta kalan zamanlarda Mevlâna Dergâhı’nın kütüphanesinde zaman geçiren Veled Çelebi, 1888’de İstanbul’a giderek Bahariye Mevlevihanesi’ne yerleşir. Burada kaldığı iki yıllık sürede Şeyh Vasfi, Osman Şems Efendi, Manastırlı İsmail Hakkı, Ahmet Midhat Efendi, Muallim Naci ve Necip Âsım gibi isimlerle tanışır. Tercüman-ı Hakikat, İkdam, Mektep, Hazine-i Fünun ve Resimli Gazete gibi süreli yayınlarda yazı ve şiirlerini art arda neşretmeye başlayan Çelebi, bu dönemde yazdığı şiirlerini daha çok “Bahaî” müstearıyla yayımlar.
Matbuat Dahiliye Kalemi’nde memur olarak çalışmaya devam eden Veled Çelebi, İttihad ve Terakki Cemiyeti’ne dâhil olmuş ve Meşrutiyet’in ilanını müteakiben memuriyetinden istifa ederek kalemiyle geçinmeye çalışmıştır. İlerleyen yıllarda Galata Mevlevihanesi’ne şeyh olan Veled Çelebi, Türk Derneği’nin kuruluşuna öncülük eder. Galatasaray Sultanisi’nde ve Darülfünun’da Farsça hocalığı yapan Veled Çelebi, Birinci Dünya Savaşı’nda hükümetin emriyle Mevlevi dervişlerinden oluşan Mücahidîn-i Mevleviyye alaylarının başına getirilmiş ve Şam’a gitmiştir. Üç yıl Suriye Cephesi’nde bulunan Veled Çelebi, Millî Mücadele’nin başlamasını müteakiben önce Antalya’ya ardından da Ankara’ya gider. O zamanki adıyla Taş Mektep’te (Ankara Lisesi) Farsça hocalığına tayin edilen Çelebi, 1923-1943 yılları arasında TBMM’de milletvekili olarak görev yapar. Türk Dil Kurumu’nun ilmî çalışmalarına katılan Veled Çelebi, 4 Mayıs 1953’te Ankara’da vefat etmiştir. Naaşı, Ankara Cebeci Asrî Mezarlığı’nda medfundur.

Önce Mevlevi, ardından da Türkçü kimliğiyle beliren Veled Çelebi İzbudak, edebiyat tarihimizde daha çok Türkçe üzerine yaptığı çalışmalarla adından söz ettirmiştir. Renkli bir kişiliğe sahip olan Veled Çelebi, Mesnevi’nin ilk mensur çevirisini yapıp 1942-1946 yılları arasında neşretmiştir. Türk Dili, Letaif-i Hoca Nasreddin, Türk Diline Medhal, Atalar Sözü; Veled Çelebi’nin önemli eserleridir.
Veled Çelebi’nin ön plana çıkan bir diğer eseri, Türkiye Yayınevi tarafından neşredilen Hatıralarım’dır. Bu eser, Yakup Şafak ve Yusuf Öz tarafından yayına hazırlanmış ve Tekke’den Meclis’e Sıra Dışı Bir Çelebi’nin Hatıraları adıyla Timaş Yayınları’nca 2009’da tekrar neşredilmiştir. Hatıralarım’ın bir başka neşri, yakın zamanda Büyüyen Ay Yayınları tarafından yapılmıştır. Geçtim Hevesât-ı Dünyevi’den Dünyevî’den: Veled Çelebi İzbudak’ın Hatıraları adıyla yayınlanan kitabı, Mustafa Kirenci yayına hazırlamıştır.
Veled Çelebi’nin hatıraları, yakın dönem kültür ve edebiyat tarihimiz açısından önemli ayrıntılar içermektedir. 19. yüzyılın son çeyreği ile 20. yüzyılın ilk yarısına dair önemli veriler sunan Hatıralarım, Veled Çelebi’nin biyografisine ışık tutmasının yanı sıra ülkemizin yaşadığı siyasi ve kültürel dönüşümü gözler önüne sermesi bakımından da önemli bir başvuru kaynağı hüviyetindedir.

Bu yazıda Veled Çelebi’nin hatıra nev’inden kitaplaşmamış metinleri dikkatlere sunulmaktadır. Yukarıda zikredilen kitaplarda yer almayan bu yazılar, Ahmet Rasim’in ölümü üzerine 28-29 Eylül 1932’de Vakit gazetesinde yayımlanmıştır. Veled Çelebi, bu yazıları neşrettiği dönemde Kastamonu mebusudur. Ahmet Rasim’e vefa borcunu ödemek gayesiyle bu yazıları kaleme aldığını ifade eden Veled Çelebi, bu sayede gençleri de “vefa” hususunda teşvik etmek istediğini belirtir. “Ahmet Rasim’in Ölümü: Bir Âlimin Ölümü /Bir Âlemin Ölümü” başlığıyla neşredilen yazılarda Çelebi, yalnızca Ahmet Rasim’le ilgili hatıralarını anlatmaz; bir bütün hâlinde dönemin matbuat ve edebiyat hayatını ele alırken şahsî tarihine dair önemli bilgiler de verir.

Veled Çelebi, çocukken Sultan Veled Medresesi’ndeki kitapları âdeta sular seller gibi okumuştur. Bir gün medresenin kütüphanecisi Halid Dede’nin Çelebi’ye Harabat’ı vermesi onun hayatında önemli ufukların açılmasını sağlar. Yazıda dikkat çeken bir diğer husus, o dönemde Konya vilayeti mektupçusu olarak görev yapan Mehmed Nâzım Paşa’nın (Nâzım Hikmet’in dedesidir ve Mevlevi kimliğiyle bilinir), Veled Çelebi’nin ilk şiirlerini yayımlayarak Çelebi’nin edebiyat hayatında anahtar bir rol üstlenmesidir. Mehmed Nâzım Paşa, aydınlanmacı fikirleriyle ön plana çıkan Hürriyet gazetesinin iki cildini Veled Çelebi’ye gizlice vererek onun “değişmesine”, “bambaşka bir adam olmasına” yol açar.
Çelebi, hatıralarında ilk şiirlerinin neşrinin ardından İstanbul’a gittiği dönemdeki ruh hâlini “Ne kadar körmüşüm. Körleri kınamayınız. Gören göz değil, dimağdır. İnsan uyanmayınca göremez vesselam.” cümleleriyle özetler. İşte, bu dönemde Veled Çelebi’nin gözlerinin açılmasına vesile olan isimlerin başında Teşekkülü Cihan adlı risalesiyle Ahmet Rasim gelmektedir. Veled Çelebi ilk yazısını, şahsi aydınlanmasında Ahmet Rasim’in rolünü vurgulayarak noktalamıştır.
Ahmet Rasim’in Ölümü
Bir Âlimin Ölümü /Bir Âlemin Ölümü-1
Ahmet Rasim’in tercümeihâli hakkında bir şey yazmaya lüzum yok zaten merhum, eserlerinde kendini tespit etti, diyecek bırakmadı. Ben Rasim’in ölümü münasebetiyle ilim adamları hakkında birkaç söz yazarak hem merhuma son arkadaşlık borcunu ödemek, hem de gençlerin fırsatı kaybetmeyip geride kalanlardan istifade eylemeleri lüzumunu bildireceğim.
Ben kendimi bildiğim vakit başlar tavana değer bir surette her ciheti kalın taş “Sultan Veled” medresesinde buldum. Okuduğum Arapça kitapları bir hastanın aldığı ilâç gibi naçar okuyordum. Bereket versin ki medresemiz “Hazret-i Mevlânâ” dergâhı şerifine bitişik idi.
Fırsat buldukça dergâha kaçar, pirzadelerine hürmetkâr olan eski dedelerle konuşur, hayran hayran onlardan malumat alırdım.
Sonra dergâh kütüphanesine dadandım. Tıklım tıklım edebî eserlerle dolu idi. Kütüphaneci Halit Dede baba Harabat’ı verdi. Ben orada yüzlerce şair isimleri gördüm, şiirlerini okudum, kendi mecmuama sevdiklerimi kaydettim. Meğer ben de şair imişim. İlk şiirlerim kayboldu. Bir vakit “Kendi hanendir” redifinde bir gazel yazmıştım. Bilmem kim benim bu gazelimi Konya vilâyeti mektupçusu Nâzım Bey’e (meşhur şair Nâzım Paşa: Nâzım Hikmet’in dedesi) göstermiş. Bir gün bana Konya gazetesini gösterdiler. Gazete, okuyucularına Hazreti Mevlâna evladından bir genç şair takdim ediyordu.
Benim gazelim hem nevzemin imiş, daha birçok iltifatlar vardı. Gazete gazelimi baştan başa yazmış. Hâlâ (Muhlis) beyiti hatırımdadır:
Bugün bir ehli dilden iş ve rahat menbaın sordum
Dedi kim ey velet dünyada cennet kendi hanendir…
Artık, sevincimden çıldırıyordum. Fakat bir taraftan da korkuyordum. Bizim memleket halkı çok sözcüdür. Korktuğum başıma geldi. Akrabadan, ihvandan birtakım eski kafayı kendine büyük bir şeref sayanlar, beni güya ilim, dervişlik yolundan ayrıldı, ehli zahire, ehli surete karıştı diye aldılar ele, girdiler yola…
Ben aldırmadım. Mektupçu bey beni çağırdı, taltif etti, takdir etti. O da muhibban ve ihvanımız idi. Bir aralık bana “Hürriyet” koleksiyonunu mahrem olarak verdi. Haftalarca gece uykularını bırakıp iki büyük cildi hatmettim. Ben değiştim. Bambaşka bir adam oldum.
Meğer Konya’dan başka dünya da varmış. İstanbul’da müstebit bir padişahın kendini beğenmiş vezirleri varmış. Memleketin iyiliğini isteyen gençlerin kanına giriyorlarmış onlar da hariçte milleti uyandırmaya çalışıyorlarmış. Huuu…. Neler neler…
Ben artık kitapçılardan sarf cümlesi, izhar, avamilden ziyade Türkçe yeni eserler aramaya başladım. Ne kadar körmüşüm. Körleri kınamayınız. Gören göz değil, dimağdır. İnsan uyanmayınca göremez vesselam. Meğer benim medrese kitapları aldığım kitapçıda sofuda ne eserler varmış. Edebiyata, hayata ait birçok küçük büyük eserler gördüm. Şöyle gözden geçirdim. Bazılarını da aldım. İlk okuduğum yeni kitaplar arasında Ahmet Rasim’in Teşekkülü Cihan adlı risalesi de vardı.
Ahmet Rasim, beni uyandıran ilk hocalarımdandır. Ben Teşekkülü Cihan’ı okumazdan evvel bildiğim “yer tabak gibi, gök çanak gibi” sözüdür. Hâlbuki Ahmet Rasim’in yazdığına nazaran ne tabak var ne çanak var. Hem dünyanın yaradılışını da tuhaf anlatıyor. Ona kalırsa dünya öyle altı günde ne gezer, altı bin yılda da değil de milyonlarca yıllar zarfında yavaş yavaş, hem de kendi kendine olmuş. Biraz ilk tohum meselesi karanlık. Fakat sonraları gayet tabiî surette çoğalmış. Ne melek eli karışmış, ne de başkaları.
Vay imanı yok vay. Hocalar böyle kâtiplere boşuna gâvur demezlermiş.
Burası o kadar garip değil. Zaman geldi, zemin geçti. Ben Arapçayı bırakmadım. Şark’ın başı mesabesinde İstanbul uyanınca Halep, Şam, Mısır da uyanmakta gecikmemiş. Büyük müceddit “Şeyh Abdo” Beyrut’ta görünerek Mısır’a kadar tenvir etmiş. Avrupa’yı gezip lisan öğrendikten sonra Mısır müftüsü oldu. Camiül Ezher’e yeni fenleri soktu.
Ah o vakit bizde de bir abdo olsaydı. Başladı, yeni tercüme edilmiş Arapça eserler gelmeye. Her zamanda ekseriyet hilafına yüksek düşünenlerden büyük âlimlerin -köşeden bucaktan, ekserisi İstanbul kütüphanelerinden istinsah olunan- eserleri basılıp İstanbul’a gelmeye. Bir gün kitapçı Halepli Emin’in dükkânına uğradım, hatta o gün büyük âlimlerimizden İzmirli İsmail Hakkı hocamızla müşerref olmuştum. O gün İbnülcevzi’nin Telbisi İblis adlı kitabını aldım. Bu kitap eski mahdut kafalı şeyhler hocalar aleyhinde kıyametleri koparır. Bu zat, altıncı asrı hicrinin en büyük hadis imamlarındandır. İmam Siyuti gibi zatlar bu büyük adamların eserlerini telhis etmek suretiyle şöhret almışlardır.
Diyeceğim, o kitapta bilmünasebe arzın yuvarlak olduğunu, arz ve sair yıldızların birer kocaman yuvarlaklar olup fezada dönüp durmakta olduklarını yazmaz mı?
Ya ben İbnülcevzi’nin tırnağı bile olmayan bizim büyük hocalarımız vaazlarında yedi asır sonra neye hâlâ bize “yer tabak gibi gök çanak gibi” deyip dururlardı.
Kastamonu Mebusu
Velet Çelebi
Vakit, 28 Eylül 1932, s. 4.